Gerek sosyal gerekse psikolojik açıdan 'Boyalı Kuş' misali, herkes bir şekilde yaşam hakkını savunmak, kendini kabul ettirmek, sahte can yeleklerinin üretildiği bir acımasızlık içerisinde kendi sesi, kendi canı, kendi nefesi, kendi biricik özgünlüğüyle yaşamak için bir mücadele içerisinde.
Takvimler 30 Ocak’ı her gösterdiğinde, birçok bellekte, 1923 yılı ve sonrasında 1,2 milyon Anadolu Rum’u ve yaklaşık 400.000 Rumeli Müslümanının, yani aynı deniz ve aynı göğün insanlarının, hüzün yüklü yolculuklarına dair atılan resmi imzalar canlanıyor.
Selanik’ten ve Yunanistan’ın arkalarında onlara mendil sallayanların bile kalmadığı adalarından kalkarak köhne gemilerle, tren veya öküz arabalarıyla göç edenlere eşlik eden yağmur bulutları, haftalarca süren yolculuğa dayanamayıp ölenler, cesedi battaniye içerisinde denize bırakılanlar ve yaşamı dengelercesine aynı yolculuk sırasında doğanlar...
Sanki bir gün aynı eve geri dönüp de bahçedeki mor salkımlar ve zeytin ağacının altında komşusu Maria ve Yorgo ile yarım kalan kahve sohbetlerini sürdürecekmişçesine özenle kilitlenen kapılar ve yeni yuvalarının en güvenli yerinde bir adet lavanta heybesinin içinde yıllarca korunan mis kokulu yedek anahtarlar...
Evini aniden terk ederken duvarda kendi yaptığı ve sağ alt köşesinde kendini resmettiği yağlı boya tabloyu bırakan papazla birlikte nesiller boyu aktarılacak, içine can üflenmiş göç hikayeleri, eksik yaşanmış baharlar, kalbe ve tuvale aynı anda kazınan yitik anılar...
Bazen Rumca veya Türkçe görülen rüyalar, biriyle konuşurken laf arasında iki dudak arasından dökülen Endaksi, Efharistó veya Me sighoríte’ler, ardından tüm mahcubiyetiyle uzaklara dalan gözler ve güneş batarken limanda mübadele onları ayırana dek birbirlerine kardeşten de yakın dost olan Reşat ile Andreas’ın top oynadığına, annelerinin onları akşam yemeğine çağırdığına dair yaşanmışlıklar...
Yeni topraklarında onları bekleyen belirsizlik, kimine göre kurtuluş, kimine göre hüzün, çoğu zaman da parçalanan aileler, sonraki kuşaklara aktarılmayan ve sözlü tarihin geç kalmışlığı yüzünden yeterince özümsenemeyen acılar, İzmir’in Karantina semti veya Urla’nın Karantina adasının içine işlenmiş hüzün, kayıpların veya neşeli anların her daim eşlikçisi yarı Türkçe yarı Rumca şarkılar...
Geri dönme umutları veren Drama Köprüsü, Sisamlı Kız’a dönüşen Samiyotissa, Alişimin Kaşları Kare, Tu Pişkeş’le yad edilen türküler, ama bir yandan da derin bir özlem içeren şarkılar, ağıtlar, yanlarında fazla bir şey götürme şansı olmayan mübadillerin ellerindeki en ağır kültürel kimlik yüküydü aslında.
“Bir kenti böylece bırakıp gitmek, İçinde bin kaygı, bin bir soruyla, Bitmemiş bir şarkı, dudağında bir yarım ezgi, Sığınmak şarkılara, sığınmak bir ömür boyu...” dercesine...
Bu yıl takvimler 30 Ocak’ı gösterdiğinde, benim kişisel yolum da Ankara CerModern’de Nesnelerin Masumiyeti sergisine düştü.
Sanatçı Dilek Yalçın’ın bu müthiş sergisinde yerime mıhlanırcasına kaldığım köşe ise, 100 adet ahşap kuşun yer aldığı “Boyalı Kuş” enstalasyonu oldu. Bu, tam da “göçmenlik, sığınmacılık ne demek”, “öteki olmak nasıl hissettirir” gibi derin sorunsalların içinde kaybolduğum bir döneme denk gelmişti.
“Yaşadığımız dünya düzeninde, içsel ya da sosyal olarak aslında hepimiz birer boyalı kuşuz” diyor Yalçın ve elimize güç, egemenlik, çoğunluğun ezici sayısı geçtiğinde bu özelliğimizi unutuverdiğimizden ve “öteki” kuşları dışladığımızdan dem vuruyor.
Farklı olanı, hayatta kalabilmek için ülkesini terk edip başka bir ülkede yeni bir hayatı sil baştan kuranı anlamak, onunla duygudaşlık geliştirmek, her şeyden önce ona saygı duymak, mübadillerin de, onlardan önce veya sonra göç eden milyonlarca kişinin de en çok gereksinim duyduğu şeydi.
Polonya’nın ünlü yazarlarından Jerzy Kosinsky’nin 1965 yılında yazdığı aynı isimli başyapıtı da, İkinci Dünya Savaşı sırasında ailesi tarafından Nazi zulmü karşısında hayatta kalabilmesi için uzak bir köye gönderilen, ama orada da çingeneleri çağrıştıran ten renginden dolayı ötekileştirilen, hatta uğursuzlukla suçlanan, sürekli farklı yerlere savrulan masum bir çocuğun öyküsünü anlatıyordu.
Boyalı Kuş romanında, bir kuşçuyla beraber yaşayan çocuk, kuşçunun bazı kuşları farklı renklerde boyayarak göğe bırakmasının ardından diğer kuşların boyalı kuşları gözdağı olarak görüp gagalarıyla parçaladıklarının ayrımına varır. Yani çoğunlukta olan diğer kuşlar, boyalı olanlara karşı birleşip onları yok etmek isterler.
Zülfü Livaneli “Balıkçı ve Oğlu” isimli son romanında “keşke insanlar da yunuslar kadar iyi olsaydı” diyerek ebeveynlik ilişkisi ve annelik üzerinden göç kavramına ve Taliban yönetiminden kaçan Afganların dramına ışık tutuyor.
Göç sorunsalı, “insanlığın her anlamda can çekiştiği bir noktadayız” diyen Livaneli’nin kaleminde, balıkçı Mustafa’nın denizden kurtardığı ve Giritli göçmen eşi Mesude’ye koruyucu ailesi olması için verilen ve bir yunusun burnuyla ittiği minik bir şişme botun içinde hayatlarına giren Afgan Samir bebeğin üzerinden kurgulanıyor.
Geçmişte mübadiller, şimdi Türkiye topraklarındaki Suriyeliler, Afganlar veya Iraklılar veya Avrupa’da yaşayan göçmen Türkler... Veya kendi yaşadığı toplum içinde görüşleri, hayat felsefesi veya seçenekleri nedeniyle genelden ayrışanlar... Ana dilinde müzik yapıp bizlere bu toprakların kültürel zenginliğini anımsatmak isteyenler...
Göç yolunda haftalarca süren tek tuvaletli gemi yolculuklarına dayanamayıp hastalanan yaşlı mübadillerin denize vurmuş bedenleri gibi Muğla'nın Bodrum ilçesinde, bulunduğu teknenin batması sonucu hayatını kaybeden Suriye uyruklu üç yaşındaki Aylan Kurdi’nin dünyayı sarsan dramı...
Gerek sosyal gerekse psikolojik açıdan Boyalı Kuş misali, herkes bir şekilde yaşam hakkını savunmak, kendini kabul ettirmek, sahte can yeleklerinin üretildiği bir acımasızlık içerisinde kendi sesi, kendi canı, kendi nefesi, kendi biricik özgünlüğüyle yaşamak için bir mücadele içerisinde.
Türkiye’de Suriye iç savaşının başlangıcından beri 735 bin Suriyeli bebek doğarken ve 750 bin çocuk Türk okullarına gidip Türkçe eğitim alırken, Suriye’deki kaosun bitmesinin en az yirmi sene alacağına dair tahminler paylaşılırken, ‘davulla zurnayla geri gidecekler’ gibi risk içeren söylemler meydanları inletirken, gözümün önünden Boyalı Kuş enstalasyonu bir an olsun gitmiyor.
Aynı şekilde Yunanistan sınırından geçmek isterken Yunan sınır birlikleri tarafından ayakkabıları çıkarılıp elbiseleri soyulmuş halde donarak ölen göçmen sayısının iki günde 16’ya çıktığı bir dünyada Boyalı ve Yaralı Kuş enstalasyonlarını ne yazık ki her gün yeniden canlı üretiyoruz.
“En son ne zaman böyle hissettiniz? Birbirimize karşı yeterince duyarlı ve özenli miyiz?” diye soruyor Dilek Yalçın, “sanatçı derdi ve sorumluluğu olan insandır” yaklaşımını kanıtlarcasına.
Benzer bir şekilde, Suriyeli ressam ve heykeltıraş Nizar Ali Badr, geçtiğimiz günlerde katıldığı “Arabs Got Talent” isimli yarışma programında, 35 yıldır her gün Lazkiye sahilinden topladığı farklı şekil ve boyutlardaki çakıl taşlarıyla Suriye’deki savaşın öyküsünü, göç yollarını, annelerinin sırtında göçen bebekleri anlattı. Sanatın tüm çarpıcılığı, tüm yalınlığı ve taşların içine üflediği hayatın gerçekliğiyle...
Mübadillerden başlayarak, bu topraklarda yaşanan geçmiş ve günümüzdeki tüm göç hareketleri, nüfus değişimleri, savaşlardan kaçarken ülke topraklarını transit geçenler veya burada kendilerine hayat kuran herkes üzerinden “geride bırakma”, “bırakılma”, “gitme”, “kalma”, “hatırlama”, gibi tek sözcüğün içine tüm dünyanın sığdırıldığı mücadele alanları doğuyor.
Bazen kumsaldan toplanan taşlar, bazen bilinçaltından devşirilen anılar, bazense büyük anneannenin sandığının bir kenarında unutulmuş bir haç veya bir fotoğraf üzerinden kapısı aralanan tozlu aile geçmişi sayfaları...
Livaneli’nin efsanevi “Gözlerin” şarkısını anımsatırcasına, göç dalgaları tüm toplumsal ve politik fırtınalarda çırpınan bir beyaz yelken, bazen telaşlı ve ürkek, ama hep güçlü, hep kalabalık, hep lavanta ve zeytin kokulu...