Uzun bir aradan sonra merhaba! Yaklaşık iki buçuk yıl sonra
yeniden Duvar’daki yazılarıma başlıyorum. Yeniden başlamaktaki
temel motivasyonum, ülkede olan biteni anlamaya çalışmak ve bunu
tek başına değil kamusal bir tartışmanın parçası olarak yapmak.
Özellikle de, zaten epey daralmış kamusal tartışma alanında dahi
kendine yer bulamayan eleştirel yaklaşımları biraz daha görünür
kılmayı ve gündeme taşıyabilmeyi önemsiyorum. Zira önümüzdeki
dönemde buna çok daha fazla ihtiyacımız olacak.
Başlarken, 23 Şubat 2021’de yayımlanan Duvar’daki son yazıma
yeniden baktım. Tesadüf bu ya, yaklaşık beş ay süren Naci Ağbal’ın
merkez başkanlığı döneminin son ayında yazılmış yazının başlığı
şuymuş: ‘İktidarın Piyasa Disiplini İle
İmtihanı’. 28 Mayıs 2023 seçimleri sonrasında Mehmet Şimşek’in
beş yıl aradan sonra geri dönmesiyle, iktidar açısından benzer bir
sınav yeniden başlıyor. Önümüzdeki dönemde temel ekonomi-politik
gündem bu olacak, o nedenle bu yazıya geçen hafta daha yoğun olarak
yapılan bir tartışmayla başlayacağım.
Seçim sonuçlarına dair yapılan tartışmalara ve özellikle
muhalefetin seçim yenilgisinde ekonominin rolüne değinmek
istiyorum. Yaygın olarak tartışıldığı şekliyle ‘boş tencerenin
götüremeyeceği iktidar yoktur’ önermesi doğruysa muhalefet neden
seçim kaybetti sorusuyla ya da akademide tartışıldığı şekliyle
‘ekonomik oy verme davranışı’ ne kadar etkili oldu sorusuyla
başlayacağım.
MUHALEFETİN KAYBETTİREN KOLAYCILIĞI
Altılı Masa'nın temel stratejisi, 'ekonomik sorunlar iktidarı
götürecek' önermesine dayanıyordu. Gerçekten de 2018’deki döviz
krizinden sonra 2019’daki yerel seçimlerde iktidar, başta İstanbul
ve Ankara olmak üzere pek çok büyükşehri muhalefete kaptırmıştı.
Dolayısıyla, ‘boş tencere’ gerçekten iktidarı götürüyordu. Bir kere
temel hareket noktası bu olunca, sizin siyasetçi olarak çok üstün
bir performans göstermenize pek gerek kalmıyor, zira iktidar
ekonomi nedeniyle nasıl olsa kaybediyor.
Bu kanının yaygınlaşmasında, sosyal medyadaki popüler finans
yorumcularının da etkisi oldu. Zira 2018’deki döviz krizinden sonra
hemen hemen iki ya da üç haftada bir yeni bir kriz geleceğini
yazdılar. Bu kriz kehanetini çeşitli muhalif parti milletvekilleri
de dillendirdi. Yazdıklarının daha çok etkileşim almasını isteyen
yorumcu çoğu zaman yaşanan durumun vahametini anlatmak için daha
güçlü sıfatlar kullanmaya girişti. Muhalif medyanın büyük kısmı,
süreci olduğu gibi yansıtmak yerine en çok etkileşim alan yorumları
öne çıkardı. Ve kendini besleyen bir yankı odası itinayla inşa
edildi. Dolayısıyla, özellikle seçimlere doğru muhalif seçmenin
gözünde iktidarın kaybedeceği ve bunun ekonomik nedenlerle olacağı
neredeyse kesindi.
Oysa muhalefetin bu temel stratejisi, başından beri iktidarın
ekonomideki hareket alanını küçümsüyordu ve hatalıydı. Bu şimdi mi
söylenir demeyin, 2022’de, hatta 2021’de de söylemiştim. Hadi ben
neyse, ama Prof. Dr. Korkut Boratav başta olmak üzere
pek çok eleştirel kalem bunları dile getirdi.
'Ekonomik sorunlar iktidarı götürecek' varsayımı üzerine kurulan
Altılı Masa, siyaset kanallarını açmaya çalışmadı. Tam tersi,
ekonomik sorunlara karşı oluşan toplumsal tepkileri soğurarak
sönümlendirdi. Siyaseti 'profesyonel bir uğraş' olarak sundu,
vatandaşı siyaset eliti arasındaki kavgayı izlemeye ve seçim günü
sandığa davet etti. Düşünün; Türkiye tarihinin en büyük bölüşüm
şokunun yaşandığı, emeğin milli gelirden aldığı payın hızlıca
gerilediği bir dönemde Altılı'lar yeri göğü sarsacak mitingler
yapmak yerine, herkesi ilgilendiren asgari ücret gibi bir konuyu
bile tweet atarak geçiştirdi. Tıpkı siyaset gibi ekonomi de
toplumsal içeriğinden arındırılmış teknik sorunlara/çözümlere
indirgendi, neoliberal kurtarıcılara havale edildi. Yani siyaset
yapmadan Türkiye'nin geleceğini kurmak gibi fantastik bir projenin
yenilgisiyle karşı karşıyayız. Altılı’lıların kolaycılığı tutmadı.
Bu durumda tekrar hatanın nerede yapıldığını konuşmak
gerekiyor.
AKP’NİN 2019’DAN ALDIĞI DERS
2018’deki döviz krizi ile muhalefetin 2019’daki yerel seçimler
arasında bir bağ kuracaksak, bu bağı oluşturan mekanizmayı da
açıklamalıyız. 2018 Ağustos’undaki döviz krizi sonrasında TL’deki
erimenin önlenmesi amacıyla faizler 17,75'ten yüzde 24'e
çıkarılmıştı. Bu sert faiz artışı, borçlanma maliyetini artırdığı
için bir süre sonra kredilerin azalmasına ve nihayetinde firma
iflaslarına neden oldu. 2018’in son çeyreği ve 2019’un ilk
çeyreğini kapsayan bir ekonomik daralma dönemi yani kriz
gerçekleşti. Bu ortamda işsizlik patladı. Öyle ki, istihdam
kayıpları pandemi döneminde yaşanan kayıpların dahi
üzerindeydi.
İktidarın bundan aldığı ders, seçim
öncesinde işsizliğin artırılmasının yenilgiyi hazırlayan en önemli
etkenlerden biri olduğuydu. Bu ders aynı zamanda 2023 seçimlerinde
iktidarın stratejisini de oluşturdu. Faiz indirimleri sonucunda,
2021-Ç1 ile 2022-Ç1 arasındaki bir yılda 2 milyondan fazla, 2022-Ç1
ile 2023-Ç1 arasında 1,5 milyondan fazla ilave istihdam yaratıldı.
Bu anlamıyla iktidarın uyguladığı bu para politikası deneyinin
siyaseten başarılı olduğunu söyleyebiliriz.
Özetle, 2018’deki döviz krizine faiz artışı ile yanıt veren
iktidar, bunun siyasi maliyetini önemli belediyeleri kaybederek
gördü ve 2021’deki döviz krizinde bu sefer faiz artışına gitmedi.
Eylül 2021’de başlayan faiz indirimleri sonrasında TL’nin hızla
değersizleşmesi sürerken 20 Aralık 2021’e gelindiğinde iktidarın
seçenekleri oldukça sınırlanmıştı: Bir yanda insanların döviz
almasını sınırlayacak sermaye kontrollerini uygulamak, diğer yanda
da tıpkı 2018’deki ve 2020’deki gibi sert faiz artışlarına gitmek.
Ancak iktidar bu ikisini de yapmadı ve döviz talebini sınırlamak
için geliştirilen kur korumalı mevduat (KKM) mekanizmasını devreye
soktu. Kısacası, 2021-2023 arasındaki para politikası deneyi, 2017
ve 2020’deki kredi genişlemesi denemelerinin daha gelişkin bir
sürümüydü.
SEÇİM KONJONKTÜRÜ
Geçmişte tencerenin boşaldığı ve iktidarları götürdüğü
zamanlarda pahalılık yanında işsizlik de
patlıyordu. Bunlar tipik kriz dönemleri. Zira tenceredeki
yemeği esas azaltan işsizliktir. Seçim öncesindeki konjonktüre
baktığımızdaysa işsizlik azalıyordu. Enflasyon tenceredeki yemeği
azaltır ama işsizlik bir ay sonra bomboş bir tencere bırakır.
Dolayısıyla enflasyonun patlamasıyla işsizliğin patlamasının siyasi
etkileri aynı değildir. Dahası, işsizlik patladığında, sermaye
kesimi de zararda demektir. Zira işsizliği artıran çoğu zaman firma
kârlarının azalması, küçülmeler ya da firma iflaslarıdır. Oysa
enflasyon patladığında, firmalar kâr etmeye devam eder. Zaten son
dönemde firma kârlılıklarındaki rekorlar bunu gösteriyor. Bu arada
bu anlattıklarım gizli saklı bir şekilde yapılmadı, Nurettin Nebati
bizzat kendisi açık açık anlatmıştı:
“Dövizi düşürmek için yüksek faiz artışı yapabilirdik. Ama o
zaman üretim bundan olumsuz etkilenirdi. Biz bir yol ayrımına
gittik. Enflasyonla birlikte büyümeyi tercih ettik. Yoksa
enflasyonu düşürmek için çok sert tedbirler alabilirdik. Yüksek
faiz artışı yapardık. O zaman üretim dururdu. Kur korumalı TL’ye
geçerek bir yandan doları frenledik. Diğer yandan üretimi ve
büyümeyi tercih ettik. Bu sistemden dar gelirliler hariç
üretici firmalar, ihracatçılar kâr ediyorlar. Çarklar dönüyor.
Büyümeyi tercih ettiğimiz için büyüme rakamları iyi geliyor, büyüme
istihdama da olumlu olarak yansıyor. Ama biz dar gelirli
vatandaşlarımıza yönelik gelirlerini arttırıcı düzenlemeler
yapıyoruz. Böylece onları enflasyonun karşısında korumaya
çalışıyoruz”.
İkincisi, döviz nispeten istikrarlı tutuldu. Türkiye’de kriz
algısı, döviz fiyatıyla ilgilidir. Dolar yükseldi mi ülkede kriz
yaşanıyor diye düşünülür. Bunun sebebi aslında şu: Döviz yükselir,
bu ithal edilen malları pahalılaştırır ve enflasyona yansır. Yani
enflasyon-devalüasyon sarmalı yaşanabilir. İktidarlar bunu önlemek
için faiz artışına giderler. Faiz artışı krediyi pahalı hale
getirir, yatırımlar durur, işsizlik artar, talep yavaşlar. Yani
doların artması, ekonomik durgunluk için bir ön göstergedir. Ancak
yukarıda belirttiğim gibi, 2021 sonrasındaki para politikası
deneyinde hem TL’nin değersizleşmesi kısmen de olsa durdurulabildi
hem de faiz artırılmadı. Bu süreci, döviz-faiz kıskacının bir
süreliğine askıya alınması olarak tanımlıyorum. Detaylarını ileriki
yazılarda açacağım.
Üçüncüsü, herkesin tenceresi eşit derecede azalmıyor. Kira, gıda
ve ulaşım harcamalarının, harcanabilir gelir içindeki payı büyük
şehirlerde diğer şehirlerden farklı. Büyük şehirlerde harcanabilir
gelir daha çok azalırken diğer şehirlerde kira ve ulaşım
harcamaları nispi olarak daha düşük olduğu için enflasyonun farklı
şehirlerde yaşayanlara etkileri aynı olmadı.
Dördüncüsü, tıpkı Nebati’nin açıklamalarının son iki cümlesinde
belirttiği gibi, seçim konjonktürüne girildiğinde enflasyonun
yıkıcı etkileri kısmen telafi edilmeye çalışıldı. Enflasyon, baz
etkisi ve dövizin tutulması nedeniyle bir önceki yıla göre yarıya
inmişti, hem de asgari ücret artışı, EYT ödemeleri, yeni kamu
personel alımı, emekli maaşlarının artırılması ve diğer sosyal
harcamalar yoluyla en kötüsü geride kaldı beklentisi oluştu. Bunu
tüketici güven endeksinden anlıyoruz. Bu indeks neredeyse tüm
kamuoyu araştırmalarından daha istikrarlı bir şekilde iktidarın oy
oranıyla uyumlu ilerliyor. Aşağıdaki grafikte görüldüğü gibi,
2021’de başlayan para politikası deneyi sonrası enflasyonun
patlamasıyla tüketici güveni hızla geriliyor. Ancak 2022’in ikinci
yarısından itibaren başlayan toparlanma 2023’te hızlanıyor ve seçim
konjonktüründe, 2018 krizi öncesi seviyelere dönüyor.
BOŞ TENCERE DEĞİL TOPLUMSAL
MUHALEFET
Son olarak, genellikle atlanan bir konuyu belirterek kapatayım.
Geçmişte, boş tencere bir iktidarı götürdü dendiğinde, o sürecin
içinde onlarca miting, eylem, grev, gösteri, bu konuda yapılmış
paneller, toplantılar, yazılmış yazılar ve tüm bu birikimi kendi
örgütlenmesi için kullanan toplumsal hareketler ve bunların
oluşturduğu bir kamuoyunun değiştirici gücünden bahsediyoruz
esasında.
Şunu da vurgulamama izin verin: Bu aslında gerçekleşebilirdi.
Geçtiğimiz yıl enflasyon patladığında, pek çok sektörde işçi
eylemleri başladı. O dönemde muhalefetin stratejisi, aman sokağa
çıkmayın, ses çıkarmayın, seçimi bekleyin, oldu. Dolayısıyla
kaybeden, herhangi bir toplumsal mücadeleye dayanmayan, siyaseti
elitler arası mücadeleye indirgeyen, teknokratik ve apolitik bir
siyaset anlayışıdır.