Hapishâneler evimiz, tımarhâneler bahçemiz
Hapishâneler ve tımarhâneler vazgeçilmez iktidar enstümanlarıdır. İhtiyaç hâlinde rehin alınacak “aşırı”lar, kalabalığa hedef gösterilecek “kaçkınlar” ve “marjinaller”, iktidarın varlığını perçinlemesinde kritik ve karşılıklı dramatik bir öneme sahiptirler. Bu hâlde, tarihin ötekileri, aykırıları, aşırıları ya da kaçkınları kendi varlıklarını nasıl onurlu kılar ve onların onurlu yurttaşlığı tarihin akışını nasıl değiştirebilir?
Hamza Celâleddin/hamzacelalettin@gmail.com
İlanihaye bir gerileme olarak “insan”, nahif ve zarif yeryüzünde belireli ve onu tahrip etmeye başlayalı beri, kudreti elinde bulunduran −tekinsiz− “özne”, kendi varlığının garantisi olarak gördüğü “öteki”ni iki yolla hizaya getirmeye çalışmıştır: Erk sahibi (ki ben buna sözcüğün alt anlamıyla “çete” diyorum) için öteki; ya azgın ve bağışlanamaz bir suçludur (örneğin bir terörist, bir vatan haini, bir isyankâr, bir anarşist ya da düpedüz bir bozguncu) yâhût da aklıyla zoru olan bir bir kaçkın, bir delidir –ki tarih için; deliliğin şâhı Hölderlin, şâhenşâhı ise Nietzsche’dir−. Demokratik rejimlerde iktidar (hemen belirtmek elzemdir ki demokrasi ilkel bir faşizm türüdür, velev ki bu rejim aslında bir tür kabileciliktir) kendisini kalabalığa onaylatma ihtiyacı hissettiği zamanlarda; yani tehlikeli bir işe girişmezden evvel ya da belki işler pek de yolunda gitmiyorken (bilfarz, bir savaşa hazırlanırken ya da iktisadî bir çıkmaza düşülmüşken), tüm sorumluluğu kalabalığa yükleyebilmek adına “seçim illüzyonu” yarattığında (bkz: Evet, Hitler benim ama beni siz seçtiniz, bu yüzden asıl Hitler sizsiniz), ötekini “içeri tıkma” ya da hiç değilse onu “deliye çıkarma” yordamıyla iki şey başarmış olur: Bu “iktidar kurnazlıkları”, uysal muhalifler ve ılımlı aykırılar için bir gözdağı niteliği taşımalarının yanında, zaman içinde yorgun düşmüş ve sönükleşmiş kalabalığı yeniden canlandırma, onların körelmiş intikam, nefret ve düşmanlık hislerine âb-ı hayat verme işine de yarar. Hapishâneler ve tımarhâneler bu yüzden vazgeçilmez iktidar enstümanlarıdır. İhtiyaç hâlinde rehin alınacak “aşırı”lar, kalabalığa hedef gösterilecek “kaçkınlar” ve “marjinaller”, iktidarın varlığını perçinlemesinde kritik ve karşılıklı dramatik bir öneme sahiptirler. Bu hâlde, tarihin ötekileri, aykırıları, aşırıları ya da kaçkınları kendi varlıklarını nasıl onurlu kılar ve onların onurlu yurttaşlığı tarihin akışını nasıl değiştirebilir?
Bir siyasî rehin olarak hapishâneye düşmek ve bir hedef olarak deliye çıkmak, “öteki” için artık bir zûl ya da imtina edilmesi gereken bir varlık durumu değildir. Bilakis bu, onun için bir şeref madalyası bile sayılabilmektedir. Çünkü tarih, trajik insanın rolünü bu minvalde kesinleştirmiştir: Trajik insan, kendisini endişe ve direniş hâlinde vâr eder; anlamlı endişeden, incelikli itirazdan ve zarif direnişten yoksun bir varoluş; anlamsız, içi boş ve nafile bir varoluştur. Bütün bir yeryüzünü yurt olarak belleyen öteki (ben buna “yeryüzü yurttaşlığı” diyorum ve başka türden bir yurttaşlığı tanımıyorum), iki tür direnişten birisiyle yaşamını onurlandırır: Ya cezaî ehliyete sahip bir suçlu olarak hapishâneyi –iç huzurunu yakalayabileceği− evi ya da cezaî ehliyetten yoksun bir kaçkın olarak tımarhaneyi −gökyüzünü seyre dalabileceği− bahçesi olarak beller. Cervantes’ten Dostoyevski’ye, Servetus’tan Hölderlin’e, Boethius’tan Nietzsche’ye, Spinoza’dan Lorca’ya değin tarih; suçlunun, aşırının, kaçkının, sapkının, ötekinin ve elbette trajik insanın tarihidir. Onları rehin alan ya da sapkın ilan eden iktidar sahipleri, tarih için ya birer kara leke olarak varlıktadır ya da hiç değilse yok hükmünde, isimsizdir (diyelim ki, Dostoyevski’nin idamına hükmeden, Galileo’yu meşhur iddiasından vazgeçmeye zorlayan ya da Servetus’u esir eden yargıçların isimlerini bugün kim bilmektedir?).
Gel gelelim bugün üzerinde yaşadığımız coğrafyada (kabaca dağıtılan) bu tarihsel roller pratik gizemini yitirmiş ve tarihsel durumun sanatsal motivasyondan yoksun bir hulâsası olarak apaçık karşımızda belirmiştir. “Demokrasi aşkına” kurban seçilen siyasî rehinler, kriminalize edilen ve şeytanlaştırılan azınlıklar, saygıdeğer sapkınlar, muhterem aşırılar, muteber kaçkınlar ve bütün bunların üzerine basarak iktidarının idamesini sağlayan incelik yoksunu, zorbalık varsılı erk sahipleri… Kendi kimliğini oluşturamamış ve öteki düşmanlığı, öteki nefreti üzerinden kendi varoluşunu tanımlamaya, anlamlandırmaya çalışan koca koca yığınlar ve o yığınlara en azından bir aidiyet kimliği vadederek onların bayağı varoluşunun derin sancısını örten, öteleyen lâkin farkında olmaksızın da derinleştiren bir kurmaca tanrısallık ya da dava birliği… İşte bu tarihsel hâlde, yazgısına teslim olmuş bugünün trajik bireyi için, nevbaharda bahçeyi, kışları ve yazları evi öneriyorum. Sonbaharda firar edip yağmurda yürürüz belki. Rüzgâr bilir, güneş bekleriz; şiir bilir, mâşuk bekleriz. Çiçek yürür, ağaç koşarız; özlem yürür, umut koşarız. Sartre sever, Beauvoir öperiz; Lotte sever, Zweig öperiz…
Hölderlin yurdunuz, Tagore göğünüz,
Camus yâr ve Nietzsche yardımcınız olsun…