Beklendiği gibi HDP’nin cumhurbaşkanı adayı olarak Selahattin Demirtaş’ın adı öne çıkıyor. Bir yandan sosyal medyada #CumhurbaşkanımıTahliyeEt hashtagi açılırken bir yandan da HDP’nin olası bir ceza ihtimaline karşın Demirtaş’ın adaylığına ilişkin açıklamayı son ana kadar bekleteceği konuşuluyor. Demirtaş’ın adaylığı kesinleşirse Türkiye tarihinde tutukluyken seçim kampanyası yürüten ilk siyasetçi olacak. Daha önce tutukluyken milletvekili seçilen siyasetçiler oldu. Ancak partilerin değil, adayların önde olduğu bir seçim cumhurbaşkanlığı seçimi. Tahliye edilmezse, bir cumhurbaşkanı adayının miting yapamadan, medyada yer bulamadan, seçmene seslenemeden kampanya yürütmesine tanık olacağız. Türkiye absürtlükler ülkesi. Olmaz olmaz demeyin. O kadarı da olmaz dediğimiz her şey oluyor. Bir milletvekili, bir parti eş genel başkanı meclis kürsüsünde söylediği sözleri başka bir yerde tekrarladığı için tutuklanabiliyor, cezalandırılabiliyor örneğin. Bir milletvekilinin hakaret suçundan vekilliği düşürülebiliyor. Gazeteciler, sadece haber yaptıkları için terör örgütü propagandası yapmakla suçlanıp çok ağır cezalara çarptırılabiliyorlar. Bir öğretmen, bir şov programına canlı bağlanıp çocuklar öldürülmesin dediği için, sadece bu sözlerinden dolayı terör örgütü propagandası yapmaktan ceza alıp bebeğiyle birlikte hapse girebiliyor. Akademisyenler, devleti insan hakları ihlalleri yapmamaya davet eden bir metni imzaladıkları için aynı çağrıyı terör örgütüne yapmamakla suçlanıp ceza alabiliyorlar. Evet, terör örgütünü insan hakları ihlali yapmamaya davet etmemek gibi oksimoron bir suçlama ile terör propagandası yapmış sayılıyorlar.
İşte böyle tuhaflıkların yaşandığı bir ülkede, olmaz olmaz demeyin, belki de dünyada hapisteyken seçim kampanyası yürüten ilk aday ve kim bilir hapisteyken seçilen ilk cumhurbaşkanını çıkarma unvanı da Türkiye’ye düşecek. Nihayetinde söz konusu aday, 10 Ağustos 2014’te Türkiye tarihinde ilk kez yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde iktidar partisinin adayı Recep Tayyip Erdoğan ve anamuhalefet partisi CHP ile MHP’nin çatı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu karşısında dört milyona yakın oy alarak yüzde 9,76’lık bir oy oranına ulaşmıştı. Demirtaş’ın bu büyük başarısında, yürüttüğü seçim kampanyasının da önemli bir payı vardı. Demirtaş, bu kampanyasıyla ilk kez mevcut iktidarın ve oyunu onun kurallarıyla oynamaktan kendini alamayan muhalefet partilerinin karşısına başka türlü bir siyaset anlayışı ile çıkıyordu. İktidarın ve ona uyan muhalefetin hamaset üreten, kutuplaştırıcı, seçmenle arasına aşılması güç bir mesafe kuran, tek tip bir yurttaşlık, homojen bir Türklük veya onun yerine geçen bir din kardeşliği talep eden, milliyetçilik ve dinsellikte birbiriyle yarışan adaylarının karşısında, seçmene birlikte, farklılıklarıyla beraber ve barış içinde yaşamanın mümkün olduğunu ilan ediyordu. Üstelik bunu yukarıdan bakan, sizin için en iyisini ben bilirim, ben olmasam size şimdi neler neler olurdu diye korkutan bir dille değil, mizahla yapıyordu. Erdoğan’a “seni başgan yaptırmayacağız” diye seslenirken de, eski sevgilinizden bile oy isteyin derken de, tüm adaylara böylesine eşit bir mesafeden ve hakkaniyetle yer verdiği için TRT’ye teşekkür ederken de dudağının kenarındaki muzip gülümsemeyi bir kenara bırakmıyordu. Bir yandan da insanlara onlardan biri olduğunu hissettiriyordu. Eşine bir first lady gibi değil, kendi mesleği ve kimliği olan özgür bir kadın olarak davranılmasını istiyor, kızlarına kahvaltı hazırlıyor, ekrana çıkıp saz çalıyor, türkü söylüyordu.
Vaatleri de farklıydı. Her şeyden önce insanlara bir arada yaşama ümidi vaat ediyordu. 7 Ağustos’taki İzmir mitinginde “ben sadece sizin bize emanet ettiğiniz ortak mesajı taşımak üzere, bu gerilim ve bu parçalanmışlık siyasetine bir son vermek üzere, Alevi’nin mesajını Sünni’ye, Türk’ün mesajını Kürde, Kürdün mesajını Çerkez’e, Çerkez’in mesajını Ermeni’ye, Süryani’ye, Ezidi’ye, Keldani’ye, kadınlara, gençlere, LGBT bireylere, çevrecilere, işçiye, en çok da ezilenlere, işsizlere taşımak üzere görevlendirildim” diyordu. Kendisine bu görevi verenler, ona göre “tüm ezilenler”di. “Ezilen emekçiler, ezilen halklar, ezilen kimlikler, ezilen kadınlar, ötekileştirilenler, mazlumlar, bütün fakirler, yoksullar, işsizler”di. Kendisi ise yalnızca onlardan birisiydi. 3 Ağustos’taki İstanbul mitinginde “ben kişi olarak aday değilim, aramızdan birinin aday olması gerekiyordu … kadınların özgürlük yürüyüşünü birilerinin emaneten temsil alması gerekiyordu. Alevilerin özgürlük mücadelesi birilerinde emaneten durmalıydı. Kürt halkının, işçisinin, Ermenisi, köylüsünün, öğrencisinin, her birinizin mücadele birikimi, yarattığı değerler bir arada buluşmalıydı. … Biz bu vesileyle umudun adresi olduk, sizler yani halkların kendisi ilk defa bizzat devletin bir numaralı koltuğuna aday olarak değişimin fitilini ateşlediniz.” diyordu.
Demirtaş, seçim kampanyasında seçmeni rakiplerinden farklı olarak, onu seçmezlerse başlarına gelecekle korkutmuyor ya da kendisini bir kurtarıcı figür olarak sunmuyordu. Türkiye’nin büyük tehdit altında olduğundan, her an düşmanları tarafından kuşatılmak, saldırıya uğramak, bölünmek, yıkılmak üzere olduğundan, camilerin yıkılıp Ezanların susturulacağından söz etmiyor, insanların kendilerini tekinsiz, korku içinde, sürekli bir tehdit altında hissetmelerine yol açmaksızın, onlara ümit dağıtıyordu. Daha iyi bir geleceğin mümkün olduğunu, bu gelecekte daha özgür ve daha eşit olabileceklerini, bir arada yaşayabileceklerini söylüyordu. Ona göre gerekli olan şey bütün halklar, bütün ezilen kimlikler için çoğulcu demokrasiyi savunmak, herkese haklarını vermek, barışı Türkiye’nin bütün halkları için istemekti. Demirtaş’ın başarısının ardında, bütün diğer etmenlerin yanı sıra bu pozitif, insanlara daha iyisinin mümkün olabileceği ümidini aşılayan, onlardan biri olduğunu hissettiren kampanyasının önemli bir rolü vardı. Halkın arasından bir siyasetçi çıkmış, insanlara onlar için en iyiyi bildiğinden, onların adına konuşup onları tehditlere karşı koruyacağından, şundan ya da bundan kurtaracağından söz etmek yerine “korkmayın” demişti.
Bu sefer, Cumhurbaşkanlığı yarışı çok farklı şartlar altında gerçekleşecek. Olağanüstü hal altında, toplumdaki bölünme, kutuplaşma ve nefretin uç boyutlara ulaştığı bir atmosferde, korkunun insanlık onuruna baskın geldiği koşullarda bir seçim kampanyası izleyeceğiz. Demirtaş aday olsun, olmasın, seçim rekabeti çok çetin geçecek. Siyasetin dili şimdiden çirkinleşmeye başladı. Ağza alınmayacak hakaretler, fütursuzca en yetkili ağızlardan dökülmeye başladı. Her devrin yardakçısı gazeteciler, köşe yazarları muhalefete hakarette geri kalmama yarışına girdiler çoktan. Kendine sanatçı diyen kimi isimler bile yardakçılıkta bir adım öne çıkmak için yarışta. Yakında “benim oyum şuna, sen de var mısın?” videoları dolaşmaya başlar. Eğer aday olur ve tutukluluğu devam ederse, Demirtaş’ın meydanlardaki yokluğu, yalnızca başka bir siyaset vaadinin görünmez olması anlamına gelmeyecek; siyasetin giderek kabalaşan, hırçınlaşan yıkıcı dilinin karşısında incelikli ve zekice kurgulanmış mizahın, “iyi” siyasetin mümkün olduğuna dair inancın yapıcı gücünün bu dili dönüştürme imkânı da bir süreliğine ortadan kalkmış olacak.