Gömülmeyen, gömüldükten sonra necismiş gibi dışarıdaki huzursuzluğa fırlatılan her ölü, yaşayan herkese bu pisboğaz saldırganlığın eski bir merhametten türemiş olabileceğini söyler.
Eskiden yağmura tapardım. Kürtçe dışındaki bir dilde adlarını öğrenmeyi reddettiğim çiçekler, otlar arasında yarı deli bir çocuk. Türkiye’nin üç tarafı denizle kaplıdır denirdi ders kitaplarında, ben dört tarafı tepelerle kaplı köyümü düşünürdüm. Kendine yukarıdan bakma terbiyesinin o tepelerle bir ilgisi olmalı. Şu yaşıma geldim de köye her gidişimde o tepelerden birine çıkıp hâlâ evim olan evime bakmadan duramam. Meğer bu terbiye oğluma da geçecekmiş. Köye gelebildiği her mevsimde o tepelerden birinden o eve doğru yürür ve “bavo, ben eve doğru yürürken fotoğrafımı çeker misin” diye sorar. Zaten altı yaşındaydı bu, bir yaz, babasının çocukluğunu yaşar gibi damda, yanı başımda yatıyordu. Yıldızlara yeni açmış bir karanfil gibi bakarken, “bavo, sanırım benim kalbim buralarda bir yerde gömülü” demişti de bir gün Rachmaninoff’la karşılaşacağı belli olmuştu.
Eskiden toprağa tapardım. Karıncaların, köstebeklerin, adlarını başka dillerde öğrenmeyi reddettiğim böceklerin karıştığı toprağa karışan yarım akıllı bir çocuk. Ama köy büyüyüp de bahçeler yapılıp ev temelleri kazılınca kemiklerin çıkmaya başladığını fark etmiş olmalıyım. Yıllar önce ölmüş birini görmek, toprağa sığamamış ya da toprak altındaki huzuru bozulmuş biriyle karşılaşmaktır. Ancak bundan da önemlisi, bir koldan, dizden, göğüsten kalan o kemiğin de haram veya helal olabilmesiydi. Oradan biri çıkar, “Ermeni kemiği o, haram kemik, dokunmayın” derdi. Ve o “necis” kemik tekmelenerek ya da uzun bir çubukla itilerek temelden, bahçeden, arktan çıkarılıp toprağın iyice dışındaki huzursuzluğa atılırdı.
Uzaktan bile görmediğim Hayko Bağdat’a yönelik linçi görünce, kuşların başka dillerdeki adını öğrenmeyi reddetmiş, aklı olan bitene ermez bir adam olarak toprak üstündeki huzuru kaçırılmış güvercinlerle göz göze geldim. Hrant’ın güvercinleri gibi. Şöyle paçalı, şeş, hatta şıhşelli güvercinler ile bu güvercinlerin kalbine ekilmiş bir korkunun dile gelmesine hınçla saldıran bir kültür. Peki ektiğiniz bu korkunun meyvesini nasıl alırdınız; az daha cesur, az daha tedirginlik üstü ihtiyat?
Hayatımda tanıdığım en şık insan olan büyük amcam Hecî Evdirehman, vefatından iki yıl önce, devletin 27 akraba ve komşusuyla birlikte kurşuna dizdiği babası hakkındaki stranı, tam 85 yıl sonra kaydetmeme izin verirken, 1941’e kadar komşuları ve kardeşleri olan Ermenileri nasıl sakındıklarını da anlatmıştı. “Kereke barkirî di nav malên me re derbas nedibû” (Evlerimizin arasından yüklü bir dişi eşek geçemezdi) demişti, yakınlığı anlatmak için. Bir ara Reşikê köyünden birileri bir Ermeni'nin köpeğine taş atmış da bunlar gidip kavgaya tutuşmuş, “onların köpeği için” kafalarını kırdırmışlar. Ancak işte devlet varmış. Kıtlık da varmış. Onları Suriye sınırından geçirip yer üstündeki bir huzura kavuşturmak için denkleri sıkılarken hararın birinden yere çil çil sarı buğday akmış da bir tanesini almadan geri koymuşlar.
Elbette “bizim” iyilik hikâyelerimiz, “onlar”ın felaket anılarının karşısında güçsüz, hatta bazen anlamsız kalıyor. Çünkü Hecî Evdirehman’ın sarı bir gül gibi büyüdüğü köylerde, yüklü bir dişi eşeğin ayıramadığı komşuların kemikleri haram sayılacaktı, uzun olmayan yıllardan sonra. Mezarlıkları tarla olacak, boyuna haram kemiklerle dışarı fırlayıp ölü huzuru esirgenmiş ölülere döneceklerdi. Üstelik bu köyler, vahşetin en koyu günlerinde onları sarmalamış, birinin burnunun kanamasına izin vermemiş bir bölgeydi. Ama bugün bu “merhamet”ten söz etmek bile ezici, hatta buyurgan sanki.
“Onlar”ı sevmeniz için sürekli doğru, sevimli ve hatta iyi birer insan olmak zorunda olmaları bile o kadar ezici, vahşi, barbarca bir talep ki. Hemen herkes, insanlığın devamı sorunu olsa ilaç diye kendini gösterirmiş gibi, güçlü tarafta olmanın pisboğaz iştahıyla hizaya çekmeye kalkıştı Hayko Bağdat’ı. Ne var ki hem, kendini başkalarının da olduğu bir aynanın içinde görmüş, belki de ilk kez. Kendini ait saymış, ait sanmış. İçimizde en çok korkutulmuş olan güvercin o. Bu yüzden herkesten daha kaygılı olacak tabii. Hem zaten söylediği şeyler, olmamış şeyler mi? Kızı diye eline siyah bir poşet içinde 3 kilo kül tutuşturulan anneler gördük, daha iki yıl önce.
Eskiden suya tapardım. Başka hiçbir dilde adlarını öğrenmediğim balıkların arasında soluğu çabuk kesilen cılız bir çocuk. Yerin ve göğün taşıdığı haberler vardır, bunu hep bildim. En günahkâr bedenler toprak olabilirken, ölüsünü gömmemiş, onunla vedalaşmamış mazlumların geride bıraktığı bir seda, bir iz, bir yankı vardır her yerde. Gömülmeyen, gömüldükten sonra necismiş gibi dışarıdaki huzursuzluğa fırlatılan her ölü, yaşayan herkese bu pisboğaz saldırganlığın eski bir merhametten türemiş olabileceğini söyler. Böyle ölüm gibi böyle yaşamanın da başka hiçbir dile çevrilemeyen bir yankısı vardır. Benim gibi yankıya tapan yarım akıllı biri bile anlıyorsa, linç meraklısı güruh gibi kusursuz insanların anlaması daha kolaydır. Hele Hayko Bağdat’ı süzme bir faşistle birlikte anarak eleştirmeye kalkan akıllı biri, dört tarafı çukur bir tepede yaşayıp yazabiliyorken.