Türkiye’nin başkanlık rejimi “hard kapitalizm”den beslendiği gibi onun yeniden üretimi için de tasarlanmış bir caudilloculuk. Rejimin kitleleri lidere tabi kılma yöntemi daha fazla tüketim ve güç gösterisinden geçiyor, bu da en güçlü tarafı gibi görünmekle birlikte zayıf karnını teşkil ediyor. Ancak tam da bu nedenle, rejimin kendisini var eden hayali koalisyonun dağılmaya yüz tutması daha fazla güç gösterisini tetikliyor.
Sömürü düzeni içindeyiz. Ama içinde olduğumuz, emekçinin canını alan, canını alana kadar da dünyaya geldiğine pişman eden versiyonu. Yol Tv’den Özge Uyanık’ın uzattığı mikrofona konuşan Azadî Kaya’nın feryadı duyulmaya değer. “Bu devlette hard kapitalizm var, leşçi, can alıcı” diyordu yenilenen İstanbul seçimi öncesinde.
İtiraz edilebilecek nokta şu olabilir, önceki dönemlerle karşılaştırıldığında aşırı sömürü ve köleci emek biçimlerini dirilten, mülteci emeğinden beslenen, bağlı emek sözleşmeleriyle zirve yapan sömürücülük buraya ait değil. Türkiye’dekinin kendine has özellikleri bulunsa da benzerleri küresel Güney’in dört bir tarafında. Bir başka nokta da şu olabilir belki; kapitalizme içkin eğilimlerden bahsediyoruz. Karşısında verilen mücadele yetmediğinde hukuksal kazanımlar, iş güvencesi benzeri hayaller suya düşüyor. Sadece son birkaç yıla dair değil, on yıllara dair bir mesele yaşadığımız. Bununla birlikte son yıllarda tempo kazandığı aşikar.
'HERKES BAŞIMIZA KAPİTALİST OLMUŞ'
Borçlanarak yaptığı tüketimle sınıfsal ayrım sergilemek isteyenler, kapitalist tüketim hülyalarının bedelini, uzun çalışma saatleriyle ödemeye zorlanıyor (Türkiye’de her üç çalışandan biri haftada 50 saatten fazla çalışıyor). Önündekinin sırtına basarak yükselmek gündelik yaşamın normu haline geldikçe örgütlenme ve mücadele zemini zorlaşıyor. Küresel ölçekte kayışın vardığı nokta bazı temel hakların tamamen askıya alınmasına kadar uzanabiliyor.
Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu Küresel Haklar Endeksi 2019 raporu inceledikleri 145 ülkenin yüzde 85’inde grev hakkı ihlallerinin görüldüğünü, bazı ülkelerde grevlerin toptan yasaklandığını, ülkelerin yüzde 80’inde toplu pazarlık alanında gerilemeler olduğunu belirtiyor. Konfederasyonun, işçiler için Dünyada en kötü koşulların olduğu ülkeler sıralamasında Suudi Arabistan ve Bangladeş gibi olağan şüpheliler yanı sıra Brezilya ve Filipinler ile birlikte Türkiye de ilk 10’da yer alıyor.
Nasıl yer almasın. Otoriter ve plebisiter rejimin bütün makroekonomik göstergeleri kötüye götürmesi kadar önemli bir değişim de Türkiye’de çalışma yaşamının daha zorlaşması. Bu süreçte, emeğin iktidara tabi kılınması çabası, bireyselleştirme ve örgütsüzleştirme uğrakları vesilesiyle iş güvenliğini ortadan kaldırıyor, alınan önlemler bireysel alana sıkıştırılıyor. Son yıllarda Türkiye’de her gün en az beş kişi yaşamını iş cinayetlerinde kaybediyor, örneğin. Sloganlarından birisi “Can Güvenliği İstiyoruz” olan İş Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin raporlarına göre 2019 yılında da iş cinayetleri hız kesmeden devam ediyor. İşyeri denetimine giden müfettişin denetim sırasında öldüğü bir ülkede yaşıyoruz. Ama konu bireysel hatalar ve bilinç meselesinin ötesinde. Ses çıkarmaması, her denileni yapması, uzun saatler çalışması istenen işçiler, altını tekrar çizmek gerekirse, öldürülüyorlar.
'SEN BENİM HİSSETTİKLERİMİ HİSSEDEMEZSİN'
Marx iş gününün uzatılmasıyla sömürünün yoğunlaşmasını, sermayedar ne kadar emek kazanırsa “ben de özümden o kadar kaybederim” diyerek özetler. Bu gerçeğin çölünün iyi bir tasviri. Türkiye’nn krizi bağlamında emekçilerin özünden kaybetmeye zorlandığını biliyoruz. Emeğin durumunu ayrıntılı tartışmak bu yazının kapsamını aşar, ancak bildiğimizin altını çizelim: AKP döneminin temel özelliği daha fazla emekçileşme ve daha fazla borçlanma. İstihdam edilenler içinde ücretli ve yevmiyeli payı bu dönemde hızla arttı, yüzde 70’e dayandı. Çalışma ve Toplum Dergisinin 2019 yılı ilk sayısında, Serdal Bahçe ve Ahmet Haşim Köse’nin hane halkı bütçe anketleri üzerinden sundukları veriler de AKP dönemindeki emekçileşmeye işaret ediyor. Yedek işgücü ordusunu ve ücretsiz emekçileri kattığımızda emekçilerin toplamın yüzde 67’sini oluşturduğunu görüyoruz. Ancak, hem onların hem de Özgür Orhangazi’nin hesaplamaları, AKP döneminde reel ücret artışlarının oldukça sınırlı olduğunu da gösteriyor. Söz konusu artışın kriz koşullarında tamamen erimesini bekleyebiliriz.
Ücreti reel anlamda gerileyen, uzun saatler çalışan, yıllar önce hissettiği hafif maddi rahatlama elinden alınan, istihdam olanağı azalan ve bununla birlikte sınırlı iş için komşularıyla, hısımlarıyla kıyasıya rekabete giren emekçi öfkesini çeşitli kanallarla gösterecek. Kaçınılmaz. Ancak hakkını aramaya kalktığında yanında güçten düşürülmüş sınıf örgütleri, karşısında ise baskıcı bir başkanlık rejimi buluyor. Bulmaya da devam edecek.
Türkiye’nin başkanlık rejimi “hard kapitalizm”den beslendiği gibi onun yeniden üretimi için de tasarlanmış bir caudilloculuk. Rejimin kitleleri lidere tabi kılma yöntemi daha fazla tüketim ve güç gösterisinden geçiyor, bu da en güçlü tarafı gibi görünmekle birlikte zayıf karnını teşkil ediyor. Ancak tam da bu nedenle, rejimin kendisini var eden hayali koalisyonun dağılmaya yüz tutması daha fazla güç gösterisini tetikliyor.
Siyasal rejim tartışmasını kişisel hırslar mevzuundan koparmamız, rejimin ideolojik özlemlerle alışverişini emeğin kapsanması, idaresi, sevki ve bastırılması konusuna bağlamamız gerekiyor. Aksi havanda su dövmek. İstanbul seçimi sonrasında havamız farklılaşmışsa da yakıcı çalışma yaşamı koşullarını değiştirmek için uğraşmadıkça umutlar sönmeye yüz tutacak.
'BİR BARDAK SUYUN YARISI VERGİ'
Sermaye örgütleri 23 Haziran seçimi sonrası “acil reform yapılmalı” cümleleriyle teranelerini tekrarladılar. Somutlaştıralım, kısa vadede iki temel vurguları bulunuyor: Belirsizlikleri azaltarak kemer sıkmaya başlayın. Kredi yapılandırması ve kurtarma sürecini tamamlayın. Cafcaflı reform söylemi bundan ibaret.
2019 yılı ilk 5 ayında 66,5 milyar TL’lik bütçe açığı verilmesi, cari transferlerin bir önceki yılın ilk 5 ayına göre 2019’da aynı zaman zarfında yüzde 70 artış sergilemesi, borçlanma limitinin 2017’de olduğu gibi tekrar aşılma ihtimalinin güç kazanmış olması gibi gelişmeler Türkiye tarihinin en ağır kemer sıkma programlarından birisinin kapıda olduğunu zaten gösteriyor. Lakin böyle bir kemer sıkma ekonomik daralmayı derinleştirme ihtimalini beraberinde getiriyor; büyük ölçekli sermayenin arzuladığı program da AKP’nin tabanında daha fazla erime yaratabilecek unsurlar barındırıyor. Enerji ve gayrimenkulde sorunlu kredilerin yapılandırılması ise düşünüldüğünden çok daha netameli.
AKP’nin krizin başında ilan ettiği programa karşın harcama temposunda bugüne kadar ısrar etmesinin arkasında ekonomik daralmayı hafifletme isteği kadar dağılmayı geciktirme telaşı da yatıyordu. Görünüşe bakılırsa sadece bir devrin değil, bu ertelemenin de sonuna geldik. Niteleyici özelliklerini kentli ve emekçi şeklinde sıralamamız gereken bir toplumda olsak da içinden geçtiğimiz devri kapatmak kolay değil. Çünkü Türkiye’deki rejimin cenderesinden kurtulmakla “hard kapitalizm”de gedikler açmak arasında doğrudan bir bağ bulunuyor.