Muktedir, mağdurluktan bu defa ABD’ye kafa tutan Maduroluk aşamasına geçerken, muhalefetin düşünsel sefaleti parıl parıl önümüzde duruyor. Harekâtın ikinci kaybedeni daha yoksullaşacağı ve eşitlikçi, katılımcı demokratik gelecek umudundan daha uzaklaşacağı belli olan bizlerken, anamuhalefetin lideri de bizlerden ışık hızıyla uzaklaşıp karanlıkta gözden kayboldu.
Şimdilik oyunu kuran, oyunun temposunu ve tonunu belirleyen Erdoğan. İçeride de, dışarıda da. ABD’de yalpalayan, ne dediği ne yaptığı anlaşılamayan bir başkan var. Önce telefonda yeşil ışık yakıp, sonra kimsenin bilmediği -ve aslında olmayan- “kurallara” uyulmadığı takdirde ülkemizi ağır ekonomik yaptırımlarla hizaya getireceğini iddia ediyor. Oysa Erdoğan’ın ona “DAEŞ’le mücadele ve DAEŞ tutsaklarının sorumluluğunu üstlenme” zokasını yutturduğu çok belli.
Hariciye kayıp ama hariciye vekili ön planda: Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu harekâtın 120 km. genişlik (yani Akçakale/Tel Abyad ile Ceylanpınar/ Ras El Ayn arası) ve 30 km. derinlikle kısıtlı olacağını açıkladı. Bu durumda, ne DAEŞ’le çatışma ne DAEŞ'li tutsakların sorumluluğunu üstlenme keyfiyeti söz konusu olmayacak demek.
Eğer, TSK kendi bildik gittiği yere gitmek ve siyasi talimatla değil alanın elverdiğine göre hareket etmek şiarlarınca davranmayacaksa kısa süre sonra ve belki 29-30 Cenevre Anayasa Yazım Komitesi’nin ilk toplantısından önce harekatın bu çerçevede ve “ilk aşama” adı altında sona erdiğini görebiliriz.
Belki bilmediğimiz ve şimdi Trump’ı Ankara’ya karşı efelenmeye iten, içeriğine tam vakıf olamadığımız malum telefon görüşmesinde iki lider arasında varılan uzlaşının parametrelerinin zaten Çavuşoğlu’nun çizdiği kısıtlı çerçeveye yakın olduğudur. Bize izletilen ise, yine belki, sadece el yapımı bir sis perdesinden ibarettir.
Ancak Kongre de işin aslından diğer herkes gibi bihaber olduğu cihetle, çifte parti destekli ağır bir yaptırım paketi masaya konuldu bile. “Barış Pınarı” adı ve öncesinde Erdoğan’ın pek çok anıştırmalarıyla fazlaca 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı çağrışımı içeren güncel operasyonun sonunda o günlerdeki gibi ambargoyla karşılaşırsak, “ABD’ye kafa tutan” ve Putin’den edinme “refahından feragat edip, haysiyetini kazanan ülke” söylemi köşebaşında bizi bekliyor olacak.
Bu senaryoda, çok kuvvetle muhtemeldir ki, CHP lideri Kılıçdaroğluu “çık görüşmenin içeriğini açıkla, elini kolunu tutan mı var, neden yürümüyorsun?” diye sormayı “sert ve milli muhalefet”, “silkelemek” sanacak. “Biz en başından beri Kürtlerin tepesine emperyalist ABD’nin piyonu olarak değil, Şam’la anlaşarak binelim’ demiştik” de diyecek.
Avrupalılar ise zaten Suriye’de özne değil, nesne konumunda. Olağanüstü BMGK toplantısının ardından titreşerek AB’nin arkasına saklandılar. AB adına Mogherini hiçbir “dişi” olmayan diplomatik zevzekliklerin arasına, kurulacak tampon bölgede yürütülecek olası imar/iskân faaliyetine maddi kaynak ayrılmayacağını ve Türkiye’nin meşru güvenlik kaygılarının giderilmesi yolunun askeri değil diplomatik yollar olduğu gibi iki adet anlam içeren tümce sıkıştırmış.
Söz konusu açıklamanın belki biricik akılcı unsuru “Türkler, Kürtler yüzlerce yıldır azılı düşmandır” gibi turumpesk safsatalara yer vermemesi. Ne var ki AB, bu kadarla dahi Erdoğan’dan yanıtını almakta gecikmedi: “lan, bombayı sen attın” ve “bak salarım üç milyon sığınmacıyı” mealinde. Tam da gri Brüksel’deki, gri bürokratların anlayacakları dilden.
BMGK’nin olağanüstü toplantısında ise ABD’nin askeri yerine diplomatik yöntemler kullanılma çağrısı içeren bildiri taslağı Rusya ve Çin tarafından veto edildi. (“Perinçek bunu beğendi” diye eklemeli mi, “nereden nereye” diye yerinmeli mi?) Üzerine Şam’dan SDG ile diyaloğa kesin bir ret sesi yükseldi. Tüm bu karmakarışık durum, kişisel olarak ne düşündüğümüz saklı kalmak kaydıyla, münhasıran Ankara penceresinden bakıldığında Suriye’ye üçüncü askeri harekât için zamanlamanın ideal olduğunu anlatıyor.
Buna karşılık “kendi başarısının kurbanı olmak” da ihtimallerden biri -hele yürütülen kamu diplomasisini ciddiye alacak olursak: Doksan bin camide yurt sathında “fetih suresi” okutup amacın fütuhat olmadığını belirtmek. “Fetihle gidip, zaferle dönmek” başlıkları. “Zaferle değil, seferle mükellefiz” çıkışı. ÖSO’yu “Suriye Milli Ordusu” yapıp, ardından Suriye’nin toprak bütünlüğü vurgusu. Atatürk’ün ardından ikinci “Gazi” payesi arayışı. TSK için “Muhammet’in Ordusu” tanımlaması.
Üstelik yurt içinde ve yakın çevrede Kürtlere karşı husumet beslemek bir şey, Kürde karşı Arapla birlikte hareket etmek ise bambaşka bir şey. Ne demek istediğimi bölgede, cumhuriyetimizin kurucularının da bilfiil cephede yer aldığı, 1. Dünya Savaşı dönemi gelişmelerine az-çok aşina olanlar sanırım rahatlıkla kavrayacaktır. Ayrıca, hedef yumuşatma amaçlı yapılan hava ve kara bombardımanı bile şimdiden sayıları yüz bine ulaşan sivilin yurtlarından daha güneye kaçması sonucunu verdi.
Araplara gelince, Erdoğan MbS, MbZ, Sisi gibilerden alınacak ders olmadığını vurgulamakta haklı. Ancak Arap aleminde, hele yakın çevremizde atılan adımların ve o adımları desteklemek için söylenen sözlerin irredentist neo-Osmanlıcı özlemlere tekabül ettiği ve artık Müslüman Kardeşler’in de adının dahi duyulmak istenmediği de ortada. Üzerine, ihsas edilen Şengal/Sincar’a inme ve Semelka sınır kapısına hakim olmak arzuları da herhalde Bağdat’ta alıcı bulmayacak.
Ne denli öngörüde bulunmaya çalışırsak çalışalım, bu denli kaygan zeminde, hele saat farkı da dikkate alındığında, Vaşington’da kaynamakta olan kazandan çıkacakları kestirmek güç. Bu satırlar yazılırken Hazine Bakanı Mnuchin ekonomik yaptırımları Başkan Trump’ın onayladığını ancak henüz yürürlüğe koymadıklarını açıkladı. Senatör Graham’in başını çektiği yaptırım paketinin başkanın vetosunu geçersiz kılacak 2/3 çoğunluğu bulacağı anlaşıldı. Savunma Bakanı Esper ve Genelkurmay Başkanı Org. Milley harekâtın durması gerektiğini belirtti. ABD Dışişleri Bakanı Pompeo Ankara’da bulunan heyetlerinin aynı yönde yoğun çaba göstermekte olduğunu duyurdu.
Verili durumda, harekâtın ilk kaybedeninin CHP ve onun Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu olduğu açık. Kılıçdaroğlu, ortak vatan ve demokratik cumhuriyet için gelecek tasavvurundan yoksun olduğunu, eşit anayasal yurttaşlığa dayalı bir toplumsal barışı tahayyül edemediğini, seçmenle paylaşacak bir hayali bulunmadığını, ifade özgürlüğü başta hak ve özgürlükleri umursamadığını takındığı iktidara koşulsuz destek tutumuyla kanıtladı.
Muktedir, mağdurluktan bu defa ABD’ye kafa tutan Maduroluk aşamasına geçerken, muhalefetin düşünsel sefaleti parıl parıl önümüzde duruyor. Harekâtın ikinci kaybedeni daha yoksullaşacağı ve eşitlikçi, katılımcı demokratik gelecek umudundan daha uzaklaşacağı belli olan bizlerken, anamuhalefetin lideri de bizlerden ışık hızıyla uzaklaşıp karanlıkta gözden kayboldu. Uluslararası baskılara karşı, dönüp iktidara “biz buraya nasıl geldik” diye soracağı yerde, “siyaset üstü”, “devlet adamı” tutumu diye izah edeceği siyasetsizlikle iktidarın yanında saf tutacağından da kuşkum yok.
Özetle, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı çağrışımlarıyla çıkılan serüven, daha ziyade 2008 Kuzey Irak Güneş Harekâtı’nı andırır hal almaya başladı. Kobani yakınındaki Muştenur Tepesi’nde konuşlu ABD Özel Kuvvetleri’nin vurulmasına ramak kalması da kıyamet gününün kapıda olabileceğini anımsattı. Sahada harekât, Tel Abyad ve Ras El Ayn’ın “fethiyle” kalabilecek olsa da, Türkiye’nin Batı İttifakı’nı ilelebet kaybı gibi çok daha ciddi bir hasar yaratabilir. Kim bilir, belki istenen de zaten budur.