Gergerlioğlu'na parmak sallayanlar hem devlet geleneğinin en geri, en canavarca âdetlerini hem de Türkiye sağının tüm fraksiyonlarında mevcut, insani değerlerden ve ilke’den yoksun acımasızlığı, o soğukkanlı pişkinliği neşrediyor. 90’larda berkitilen bu şiddet devleti, o günlerde bir embriyon halindeki AKP iktidarının da geleneğidir. 28 yıl önce bugün katledilen Harun Çetin’i ve işkence kurbanlarını hatırlamak, o doğrusal hattı gözden kaçırmamak; tüm bunlarla mücadelede ‘yanılmamak’ için önemli.
Bundan tam 28 yıl önceydi. Harun Çetin, 15 Mart 1993 günü, henüz
20 yaşında bile değilken, okulunun bahçesinde, İstanbul
Üniversitesi Avcılar Kampüsü’nde arkadaşı Özer Yüce ile birlikte
gözaltına alındı. Avcılar karakolunda polisler kendisine sopa ve
kalaslarla işkence ederken korkunç ve ölümcül şekilde yaralandı.
Şakağına vurulan bir inşaat kalası kafatasını çökertmişti.
Polisler, bilincini kaybeden Harun’u hastaneye götürmek zorunda
kaldı. Beyin kanaması geçirmiş, solunum dışındaki bütün yaşam
fonksiyonları durmuş, yaşama tutunması bir mucizeye kalmıştı.
Sürekli bakım gerektirecek şekilde bitkisel hayata girdi.
Doğumundan itibaren başlayan sayısız ve ölçüsüz engelleri aşarak
Batman’dan –kırlarında savaşın ve yanan köylerin, sokaklarında
devlet destekli Hizbul-Kontra(1) örgütünün gerçekleştirdiği ve
istikrarlı şekilde ‘faili meçhul’ kalan vahşi cinayetlerin olduğu
Batman’dan gelmişti İstanbul’a, Jeofizik Mühendisliği okumaya. Ama
doğduğu toprakları kavuran yangın da uğursuz bir gölge gibi izledi
onu. Newroz gösterileri öncesi yapılan operasyonlarla toplanan Kürt
gençlerden biri oldu. Duygusunu, tarihini, dilini, kendisini arayan
genç bir adamken, İstanbul banliyösündeki bir karakolda kalasla
işkence edilerek öldürülmesine yol açan bir yangın… Cerrahpaşa’daki
hastane odasında bilinçsiz şekilde yatarken çekilmiş ve sağ
kulağının üstünde, bütün bir şakağını içeri doğru çökertmiş olan
kalas darbesi izinin göründüğü bir fotoğraf karesi kaldı Harun
Çetin’den geriye. Bu fotoğraf, 90’lı yıllarda nasıl bir devletle
karşı karşıya olduğumuzu gösteren en güçlü, en ürkütücü kanıtlardan
biriydi bizim için. Yarı karanlık bir odada, ‘devletin elinden
geriye kalmış’ haliyle, bilinçsiz ve zayıf yatarken, Batman’dan
İstanbul’a, Şırnak’tan Ankara’ya ülkenin her yerini sarmış karanlık
ve acımasız bir dönemin bilincini veriyordu bize.
Harun Çetin ve babası...
Harun 6 ay sonra, 1993 yılının 4 Eylül’ünü 5 Eylül’e bağlayan
gece İstanbul’da öldü. Aynı gün Batman’da DEP milletvekili Mehmet
Sincar silahlı saldırıyla öldürülmüş, katilleri ‘kaçmış’tı. Harun,
8 Eylül’de, “sadece yakın akrabalarının katılmasına izin verilen”
bir cenazeyle Batman’da toprağa verildi. İHD aynı gün bir açıklama
yayınladı: “Harun Çetin'in ölümüne neden olan işkenceci polisler
hakkında dava açılmamasını protesto ediyor, en temel insan hakkı
olan yaşama hakkının devlet eliyle ihlal edilmesine son verilmesini
istiyoruz.” Gözaltına alınan diğer genç Özer Yüce gördüğü
işkencelerle ilgili olarak adli tıptan bir hafta iş göremez raporu
almış, Harun’u muayene eden doktor, ailesine, başına ölümcül sopa
darbeleri aldığını söylemişti.(2) Karakolda işlenen vahşi
cinayetin, işkencenin bütün kanıtları apaçık ortadaydı. Ama devlet,
bu kadar açıkça ortada olan suçu, adeta cinayeti üstlenen bir
cüretkârlıkla örttü. İşkenceci polisler hakkında ailenin ve İHD’nin
yaptığı suç duyuruları soruşturulmadı. Dönemin İçişleri Bakanı
Nahit Menteşe, Meclis’te konuyla ilgili bir soru önergesine
Harun’un ölümünden aylar sonra verdiği yanıtta şöyle
söylüyordu:
“Harun Çetin rahatsızlandığını beyan etmesi üzerine anında
[hastaneye] sevk edilmiş, beyin tomografisi çektirilmiş, ameliyata
alınmıştır. Bir müddet sonra tedavisi biterek taburcu edilmiş ise
de daha sonra yine bilinmeyen nedenlerle rahatsızlanarak hastaneye
tekrar yatırıldığı ve 6.9.1993 günü hayatını kaybettiği
anlaşılmıştır. Harun Çetin'in yakalayan ve sorgulamasını yapan
görevliler hakkında Bakırköy 1 inci Ağır Ceza Mahkemesinde dava
açılmış olup, devam etmektedir.” (3)
Bu neredeyse, “Harun’un öldürülmesinden biz sorumluyuz ve bunu
doğru düzgün yalanlamaya bile gerek duymuyoruz” açıklamasıydı. Daha
karakoldayken bitkisel hayata giren Harun Çetin’in “tedavisi
biterek taburcu edildiğini” ve daha sonra “bilinmeyen nedenlerle
yeniden rahatsızlandığını” söylüyordu Nahit Menteşe. Devletin bu
denli suçüstü ve ölümle sonuçlanmış bir vakada bile işkence
karşısındaki tutumu, onu sistemli bir metot olarak benimsediğinin
teyidi ve kullanmaya devam edeceğinin ilanı gibiydi. Bu cüretkâr
özensizlikteki inkârlar, işkence sistematiğinin bir fonksiyonu
haline gelmişti.
Harun Çetin’in işkencede katledilmesiyle ilgili bu açıklamayı
İçişleri Bakanı olarak Nahit Menteşe yapmıştı. Çetin işkenceli
sorguya alındığında ise İçişleri Bakanı İsmet Sezgin’di. Her ikisi
de Süleyman Demirel’in sadık çekirdek ekibinden. 1972’de Deniz
Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idam kararları Meclis’te
faşistlerin “intikam” naralarıyla oylanırken idam lehine iki elini
birden kaldıran Demirel’in arkasındaki sıralardan onların da elleri
havaya kalkmıştı. Üç devrimci gencin devletçe öldürülmesini faşist
bir ayine çeviren bu Adalet Partililerin elleri, yaklaşık 20 yıl
sonra, Harun’un işkencede öldürüldüğü 1993’te, yine gençlerin
yakasındaydı. Bu kez Doğru Yol Partisi’nde idiler. 1991’de, “Kürt
realitesini tanıyoruz”, “Konuşan Türkiye”, “Her şey su gibi berrak
olacak” türü söylem ve sloganlarla, büyük çerçevede
“demokratikleşme” vaadiyle yeniden iktidar olmuşlardı. Seçim öncesi
gazetelere verilen tam sayfa DYP ilanlarında Demirel, dev
puntolarla yazılmış “Şeffaflık” sloganı ve parantez içindeki “Bütün
karakol duvarları camdan olacak” vaadinin altında, bir eli
cebindeyken boydan göründüğü resmiyle duruyordu. Camdan karakol
vaadinin ne anlama geldiğini, yani ülkede yaygın ve sistematik
işkence olduğunu herkes biliyordu. Demirel ve onun şahsında sağ
fırsatçılık da, böyle, işkence sözcüğünü dahi telaffuz etmeden,
vaat saçmıştı. Oysa tabi oldukları Devlet, siyasetle aynı fikirde
değildi. Bu vaatlerin hiçbiri gerçekleşmedi. Aksine, Türkiye,
tarihinin en karanlık tünellerinden birine girdi. Mehmet oğlu, 1973
doğumlu Harun Çetin, o paralı ilanların gazetelerde
yayınlanmasından sadece 15 ay sonra, 15 Mart 1993’te, duvarları
halen kalın kara taştan olan bir karakolun içinde kalasla eziyet
edilerek öldürüldü. 1993’te Özal ölmüş, Demirel Köşk’e çıkmış, DYP
kongresini kazanan Tansu Çiller başbakan olmuş ve tüm bunlarla
beraber, devletin izlediği Kürt siyasetinde çok köklü ve askeri
yönde bir dönüşüm gerçekleşmişti. Koruculuk sisteminin yeniden
yapılandırılması, Özel Harekât Dairesi’nin ihdası gibi
düzenlemelerle birlikte köy yakmalar, ‘faili meçhul’ cinayetler,
gözaltında kaybetmeler; adına “topyekûn savaş” dedikleri, “93
konsepti” olarak da anılan bir yeni savaş yöntemini kuruyordu.
İşkence bu ‘konsept’in vazgeçilmez bir unsuruydu. 1993’te Emniyet
Genel Müdürü Mehmet Ağar, İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir’di.
Her ikisi de –başka birçok polis şefiyle birlikte– milletvekili ve
bakan oldu. Kiminin ömrü vefa etmedi, kimi ‘onca badire’den sonra
yeniden iktidarla hemhal oldu.
Harun Çetin için “bilinmeyen nedenle hastalandı” dediler; Metin
Göktepe için “sandalyeden düştü” dediler; işkence kurbanları için
‘intihar etti’, ‘kendini camdan attı’ gibi ucuz yalanlar ürettiler.
Bugün büyük kentlerde insanların araçlarla kaçırılması, çıplak
arama işkencesi, tahliye edildiği gün ‘başka bir dosya’dan
tutuklanıp cezaevinde intihar ettiği söylenen Kadir Aktar’ın başına
gelenler (4) ve diğer sayısız olay bu geleneğin mirasıdır.
Kocaeli milletvekili ve insan hakları savunucusu Ömer Faruk
Gergerlioğlu’nun milletvekilliğini düşürecek kesin hüküm cuma
akşamı Meclis’e gitti. Gergerlioğlu, işkenceleri dile getirdiği
için belki bugünlerde milletvekilliğini kaybedecek. Onun
iddialarına karşı parmak sallayanlar, hem Türkiye’nin devlet
geleneğinin en geri, en canavarca âdetlerini hem de Türkiye sağının
tüm fraksiyonlarında mevcut, insani değerlerden ve ilke’den tamamen
yoksun acımasızlığı, o soğukkanlı pişkinliği neşrediyor. 90’larda
berkitilen bu şiddet devleti o günlerde bir rüşeym halindeki AKP
iktidarının da geleneğidir. Harun Çetin’i ve tüm işkence
kurbanlarını hatırlamak, o doğrusal hattı gözden kaçırmamak, tüm
bunlarla mücadelede ‘yanılmamak’ için önemli.
(1) “JİTEM’i ben kurdum” diyen emekli albay
Arif Doğan, Kürt Hizbullahı olarak da anılan örgütü böyle
adlandırıyordu.
(2) Harun Çetin dosyasını uzun yıllar takip
eden Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın raporlarında
ayrıntılar ve belgeler bulunuyor.