1636 yılında ABD’nin Massachusetts eyaletinde kuruldu. Bugün dünyanın en iyi üniversiteleri sıralamasında her daim ilk üçte yer alıyor.
Mark Zuckerberg’den Bill Gates’e, Barack Obama’dan Al Gore’a, Henry Kissinger’a dek, hepimizin yaşantısına bir şekilde dokunmuş birçok “parlak” ismi mezun etmiş bir eğitim kurumu...
Hatta bir saniyede 300 milyon hücreyi tarama ve böylelikle kanserin yayılma hızını izleyerek hücreler arasında kanserli olanları ayırma tekniğini geliştiren Sağlık Bilimleri ve Teknolojileri Enstitüsü profesörü Prof. Mehmet Toner’in bilimsel araştırmalarına da ev sahipliği yapıyor.
Hiç tanışmadığı dedesinin 28 yaşında kalp rahatsızlığı nedeniyle öldüğünü çocuk yaşta öğrendikten sonra artık ne yapmak istediğine karar veren, giyilebilir kalp pili başta olmak üzere birçok tıbbi atılımın mucidi, fizik mühendisi Prof. Canan Dağdeviren’i geçtiğimiz sene Genç Akademi üyeliğine seçerek hepimize bu yüzyılda kadın ve bilim insanı olmanın değerini anımsatmıştı.
Can Dostum adlı filmde üstün zekalı temizlik görevlisi gencin (Matt Damon), kampüste temizlik yaptığı bir akşam, sınıf tahtasında yazılı olan matematik sorusunu rahatlıkla çözüp sessizce ortadan kaybolmasının ardından, bu “imkânsız” problemi yazan profesörün (Robin Williams) onu keşfetmesi ve ardından gelişen olay örgüsüyle Oscar heykelini kapan filmin çekildiği mekân...
Sincaplarıyla, huzur dolu ağaçları ve devasa çimenlik alanıyla, meydandaki heykelin sol ayağına dokunduğunda çocuğunun da “oralı” olacağına inanan velileriyle adeta sihirli bir bilim yuvası...
Harvard Üniversitesi’nden söz ediyorum.
Geçtiğimiz günlerde, geçmişiyle hesaplaşan, bunu da dünyaya örnek olup yol açacak şekilde yapan Harvard’dan...
Önceki yüzyıllarda, kölelikle ve ırkçılıkla olan bağlarını inkar etmek yerine, tam tersine, “Harvard ve Köleliğin Mirası” ismiyle 14 kişilik bir akademisyen topluluğuna 134 sayfalık bir rapor hazırlatan, üniversite kampüsünde Karayiplerden getirilen kölelerin çalıştırıldığı ve kölelikle bağlantılı endüstrilerden yararlanıldığını kabul eden ve “ahlaksız uygulamalar” olarak nitelendirdiği bu sürecin tazminatı olarak da 100 milyon dolarlık, tamamen “ahlaki” motivasyonlu bir fon oluşturan Harvard’dan...
Köleliğin doğurduğu psikolojik ve fiziksel etkilerin maddi olarak telafisi pek mümkün olmasa da, bu fon, ABD’de köle olarak kullanılan kişilerin doğrudan soyundan gelip Harvard’da eğitim gören torunlarına eğitim ve diğer desteklerin sunulması için kullanılacak.
Üniversitenin kolonyal tarihinin bir kurumsal hesaplaşması niteliğinde olan ve üzerinde üç yıldır çalışılan bu rapor ise, bir anlamda, dayanışma bursu olacak. Kurum, tamamen “beyaz, ayrıcalıklı Amerikalıların en seçkin kurumu” olma etiketinden bir nebze kurtulacak.
Öte yandan, üniversitenin bir diğer taahhüdü ise, HBCU’lar (Historically Black Colleges & Universities; yani Tarihsel Olarak Siyahi Üniversiteler) ile ortaklıklarını geliştirmek ve örneğin HBCU’ya bağlı profesörlerin düzenli olarak bir yıllığına Harvard’da misafir öğretim üyesi olmasını, HBCU öğrencilerinin de yaz dönemlerinde veya bir sömestr ya da bir yıl boyunca Harvard’daki çalışmalarına burs sağlamak yönünde oldu.
HBCU’ların büyük kısmı 19.yüzyıl sonunda kurulmuş, ilk başlarda meslek liselerine benzer müfredatla topluma işçi yetiştirmeye odaklanmış, ardından da 20.yüzyılın ikinci yarısından sonra aydın insanlar yetiştirmeye yönelmiş eğitim kurumları haline gelmişlerdi. Bu zamana kadar Martin Luther King Jr.’dan Samuel L. Jackson’a dek ünlü isimler de bu okulların mezunları arasında.
Raporda ilginç detaylar göze çarpıyor. Örneğin, Harvard Üniversitesi, kurulduğu tarihten eyalette köleliğin yasaklandığı 1783 yılına dek 70 kişiyi köle olarak çalıştırmış. Bu kölelerin bazıları kampüste yaşamış, Harvard rektörlerine, profesörlere ve öğrencilere gündelik yaşantılarında destek vermiş.
Ayrıca, üniversitenin bağışçılarının çoğu, 17. 18. ve 19.yüzyıllarda köle ticaretinden kar sağlamış; Karayiplerden ve Güney Amerika’dan köle satın almışlar, içlerinden pamuk tüccarı olanlar ise tekstil endüstrisinde köle çalıştırmış, böylece “dünyalıklarını” kirli ve gayri-insani yollardan elde etmişler.
O da yetmemiş; Harvard Üniversitesi profesörleri ve rektörleri zamanında öjenik (soy ıslahı) hareketini desteklemiş ve bu yönde köleler üzerinde insan haklarını hiçe sayan “bilimsel araştırmalar” yürütmüş ve dersler vermişler. Bir dönem ABD’de, on binlerce kişinin zekâ geriliğinden mustarip veya engelli olmasından dolayı zorla kısırlaştırıldığı düşünüldüğünde, Harvard’ın da bu ağır suça ortak olması son derece korkunç bir kurumsal miras olsa gerek...
Daha birkaç yıl önce Harvard Üniversitesi'nde çalışmalar yapan genetik bilimci George Church’ün, genetik hastalıkları azaltacak DNA tabanlı bir çöpçatan uygulaması üzerinde çalıştığını açıklaması üzerine, bunun bir soy ıslahı projesi olabileceğine dair kopan tartışmalar ise, bu “ruhun” üniversite kampüsünde halen diri olabileceğine işaret ediyor.
Hatta 1850 yılında Harvard Tıp Fakültesi, tarihinde ilk kez üç Siyah öğrenciyi kabul etmiş, ancak okuldaki beyaz öğrenciler ve mezunlardan bir grup buna karşı çıkınca, okulun o dönemdeki dekanı bu öğrencileri okuldan atmak zorunda kalmıştı.
Durun daha bitmedi...
1890-1940 yılları arasında sadece 160 Siyahi, Harvard’a “kabul” edilebildi. 1960 yılında ise, işler görece olarak iyileşmeye başladı. O yıl, okula kabul edilen 1212 kişi arasından sadece dokuzu (!) Siyah öğrencilerdi.
Her ne kadar raporda resmi bir “özür” yer almasa da, benzer süreçlerden geçen Georgetown Üniversitesi geçmişte kölelik uygulamalarındaki “katkılarından” dolayı açıkça özür dilemişti. Zira tüm bu adaletsizliğin tek sorumlusu Harvard değildi.
Benzer şekilde, örneğin Brown Üniversitesi öğrencileri de geçtiğimiz Mart ayında köle işçilerin soyundan gelenlere tazminat verilmesi yönünde bir oylama yapmışlardı. Benzer bir hesaplaşma sürecinden Mississippi ve Kolombiya Üniversiteleri de geçiyor.
Amaç, Afrikalı Amerikalıların elinden kölelik sonucu alınan insanca yaşam hakkını daha iyi anlamak, suçu kabullenmek, duygudaşlık geliştirmek ve en önemlisi de bunun modern çağda benzerlerinin bir daha yaşanmaması için kolektif bir tavır sergilemek...
Bir anlamda İngiliz filozof ve sosyolog Herbert Spencer’ın da dediği gibi, eğitimin amacı, eyleme geçmektir. İlerlemek de ancak geçmişle hesaplaşarak, o tarihsel yükü üzerinden bir şekilde hafifleterek mümkün.
2019 yılı mart ayında bir kadın, Harvard Üniversitesi’ne dava açmış ve ırkçılık konulu bir çalışmada kullanılan 169 yıl önce çekilmiş kölelik dönemine ait fotoğrafların atalarına, dolayısıyla kişisel aile geçmişine ait olduğunu öne sürmüş, bir diğer deyişle, söz konusu fotoğrafların kurumsal arşivden çıkarılıp aile albümünün sayfalarına alınması için hukuki süreci başlatmıştı.
Bu dava, kurumsal arşivcilik açısından birçok uzman tarafından eleştirilmiş, tarihsel ve mekânsal ilişkilerin aile kayıtlarında antika değerinde sergilenmek yerine, kurumların kalıcı arşivlerinde kamuya açık olması gerektiğini ileri sürenler olmuştu.
Ancak, davanın simgesel önemi, kurumun geçmişindeki kölelik temellerinin bir kez daha belleklere yerleştirilmesi oldu.
Biraz da Türkiye’ye bakalım mı?
ABD’de de uygulanan “Doktora tezine alternatif olarak üç adet özgün araştırma makalesinin doktora tezi olarak kabul edilmesi” gibi önerileri tartıştığımız, üniversitelerde makaleler başta olmak üzere bilimsel üretimlerin kalite denetim mekanizmasının eksik olduğu yönündeki eleştirilerin arttığı bir dönemde, Harvard Üniversitesi’nin bu ezber bozan adımı hepimize üniversitenin bir eğitim kurumu olarak üstlenmesi gereken öncü rolü ve bunu destekleyen üst yapıların da önemini anımsatıyor.
Boğaziçi Üniversitesi akademisyenlerinin nöbeti 500.gününe yaklaşırken, birkaç hafta önce Londra merkezli yükseköğretim derecelendirme kuruluşu Quacquarelli Symonds (QS), 45 ülkeden bin 543 önde gelen üniversiteyi inceledi ve Alanlarına Göre En İyi Üniversiteler sıralamasında Sanat ve Beşeri Bilimler alanında en iyi Türk Üniversitesi olarak Boğaziçi’ni belirledi.
Öte yandan, geçtiğimiz yıl 67 Türk üniversitesi 10'dan fazla bilim alanıyla, 130 Türk üniversitesi ise en az bir alanda dünya sıralamalarına girdi.
Sayıları denetimsiz şekilde artan tabela üniversiteleri, hiç uluslararası yayını olmayan rektör ve öğretim üyeleri, nitelikli akademisyen açığı, standardizasyon sorunları, son teknolojilerle donatılmış afili binaların içinde insan sermayesinin zayıflığı, açılan onlarca hukuk fakültesine rağmen adalet arayışının giderek yükselmesi, açılan onlarca yeni tıp fakültesine rağmen ülkeyi haklı gerekçelerle terk eden bilim insanlarının sayısının giderek yükselmesi, bilimsel ve özgür araştırma kültürünün zedelenmesi, üniversite mezunu ev gençleri ve genç işsizlerin emek piyasasından dışlanması, akademik özerklik gibi konuların en acı şekilde bugünümüzü ve geleceğimizi esir aldığını çıplak gözle bile görmek olanaklı.
Naif inanışlar gereği bebeklerin göbek bağının, onun ileride geleceğine yön vermesini umduğumuz üniversitenin bahçesine gömüldüğü dönemlerden geriye sadece ufak bir tebessüm kaldı. Gençlerin büyük kısmı, o göbek bağını bir şekilde koparmış, konservatuvarından teknik okuluna, tıp fakültesine dek gelecek planlarını yurtdışı üzerinden yapıyor.
Ancak çağımız da eğitim çağı. Aslolan, bilim yoluyla evrenseli kucaklamak. Eğitimi önceleyen, eğitimin özünü kavrayan kazanıyor. Şimdi buna geçmişle yüzleşmek ve geçmişteki insanlık dramlarından ders çıkarmak ekleniyor.
Bir zamanların en prestijli meslek gruplarının günden güne fakirleştiği, en az dört yıl üniversite okuduktan sonra “nitelikli yoksul” olarak nitelendirilen gençlerin yaygınlaştığı, kendi Harvardlarımızı kurma kapasitemizin ise kutuplaşmaya kurban edildiği, bilimde bile ortaklaşamadığımız bir dönemde belki geçmişimizde kurumsal olarak özür dileyeceğimiz bir köle ticareti vakası olmayabilir.
Ancak Albert Einstein’a kulak verecek olursak, “Bir ülkenin geleceği, o ülke insanlarının göreceği eğitime bağlıdır”. Ve yüzlerini güneşe dönmek isteyen ayçiçekleri misali gençlerin üniversitelere attıkları o ilk adım, birçoğunun hikayesinin aslında ilk cümlesidir.
Harvard’ın üzerinde yıllardır çalıştığı ve bilimsel bir eylem planı olarak ürettiği bu rapor ve ardından kurulan fondan hareketle, üniversitelerin kurumsal itibarının ne denli önemli olduğunu ve devasa kampüsler inşa etmek yerine, dünya klasmanına girebilen üniversitelerin nasıl bugünkü hallerine eriştiklerini düşünmek için bence geç kalınmış sayılmaz.
Ne de olsa yaşamımız yaptığımız tercihlerin toplamıdır.
O tercihler bilimden, akıldan, duygudaşlıktan ve ilerlemeden yana olunca görün bakın nasıl güzelleşiyor bu dünya...