Hasan Âli Yücel, yaşadığı dönemin diğer önemli simaları gibi, bir 'kuruluşun' mimarlarından. Dönemin hemen tüm eğitimlilerinde gözlemlenebilen, yeni bir şey inşa edenlere özgü azim ve heyecana sahip. Dolayısıyla 'Cumhuriyet' ile onu kuran ve rejime bağlı 'insanları' ayrı düşünmek, kolay değil; olumlu ve olumsuz anlamda.
Yazmayı çok isteyip üstesinden gelemeyeceğimi düşündüğüm için
cesaret edemediğim türlerden biri, biyografi. Bir insan hakkında
yazmak. Bana kalırsa olabilecek en zahmetli ve çetrefil deneme.
Kişi hakkındaki muhtelif bilgiyi alt alta sıralamaktan değil, o
insanı 'yazmaktan' söz ediyorum.
Belki daha zoru, insanın kendisi hakkında yazmasıdır. Kendisi
hakkında, neyi, nasıl ve hangi anları görmezden gelerek anlatabilir
insan? Dürüst olabilir mi? Hep iyi yanlarını mı görür, haksızlık mı
eder, insan kendisini nasıl görür de değerlendirir? Gerçi, saf bir
dürüstlük şart mıdır, ondan da emin değilim. Biraz görmemeyi, biraz
üstelememeyi, biraz da haksızlık yapmayı göze almadan kendi
hikâyesini anlatabilir mi insan?
'Biyografi' de benzer bir güçlük barındırıyor, biyografi yazarı
o güçlüğü 'göze alıyor' bana kalırsa. Okuduğum her biyografide,
öncelikle ülkenin (en geniş anlamda) 'kültürünün', yazarın
satırları üzerinde ne ölçüde etki yapmış olabileceğini düşünüyorum
gayriihtiyari. Bir İskandinav'ın insan anlatımıyla, bizden birinin
anlatımı, yöntemi, bakacağı yerler, o yerde görmeyi ya da görmemeyi
tercih edeceği, farklı olur haliyle. Örneğin, 'haksızlık'
dediğimizde, aynı şeyi mi kastederiz?
Türkiye'de az sayıda biyografi ve otobiyografi yazılıyor
olmasının gerekçesi ne olabilir? Gerçi pek çok alanda büyük
boşluklar var, ancak her alanda bunca önemli ve renkli insan
yetiştirmiş bir ülkede nasıl böyle nadir bulunur, ilginç değil mi?
İş insanları ya da siyasetçilerin 'yazdırdığı' reklam amaçlı,
'nasıl böyle mükemmel biri olabildim' nevi gülünçlükleri hesaba
katmıyorum, tahmin edebileceğiniz gibi. Hikâyelerini anlatmalarını
çok istediğim kimi tanıdıklarım, hiç kimseye haksızlık etmek
istemediklerini, bazı şeyleri hatırlamayı tercih etmediklerini,
anlatamayacakları konular olduğunu söylemişti. Hepsinin
gerekçelerini anlayabiliyorum tabii. Ancak şu var ki, bazı anılar
yalnızca yaşayanı değil, herkesi ilgilendirir nitelikte. Burada
'özel olan', 'bilmemiz gereken' ve 'bilmeye hakkımız olan' ayrımına
geliyoruz sanırım. Keşke, hayat ve katkıları yalnızca kendilerini
ve yakın çevrelerini değil, ülkesini anlamaya çalışan herkesi
ilgilendiren insanların her birinin serüvenini bilebilsek.
Biraz da ülke koşullarıyla ilgili olabilir söz konusu 'kıtlık.'
Türkiye'de, bırakın diğer herkesi, devletin kurucusu Atatürk
hakkında yazılmış kaç kitap var! Belki her konuda olduğunu gibi,
insan hikâyesi anlatmanın da demokrasiyle temas eden bir yanı var.
Can Dündar'ın 'Mustafa' filmi ardından yaşanan absürt tartışmaların
üzerinden çok zaman geçmedi. Mustafa Kemal'in 'karanlıkta uyumaktan
hazzetmediği' söylenen sahnenin, ekranlarda nasıl uzunca
tartışıldığını ve Dündar'ın 'Atatürk'ü korkak biri gibi göstermeye
çalışmakla' itham edildiğini hatırlıyorum. Böyle bir ülkede, insanı
olması gerektiği gibi anlatmak ve bunu dürüstçe yapmak kolay olur
mu hiç.
Tanıl Bora'nın “Hasan Âli Yücel” (İletişim, 2021) kitabını
okuyunca, bugüne dek neden biyografiye cesaret edemediğimi bir kez
daha anladım.
Cumhuriyet tarihinin en uzun süre Milli Eğitim Bakanı olmuş
Hasan Âli Yücel'in yaşamını anlatmak, ne anlama geliyor?
Hasan Âli Yücel, Tanıl Bora, İletişimYay., 2021, 532
syf.
Yirminci yüzyıl Türkiye düşünce tarihi, eğitim yaşamı ve
siyasetinin en önemli figürlerinden biri; ancak, devrin siyasal
gelişmeleri, düşünce akımları, entelektüellerinin birbiriyle
ilişkileri ve aralarındaki tartışmalar 'iyi' bilinerek
anlatılabilir. Ayrıca, anlatılan bir insan, eş, baba, arkadaş. Tüm
insani niteliklerinin ömrünün her aşamasında onu nasıl
şekillendirip dönüştürdüğünü, huy ve alışkanlıklarının, eğitim,
bürokrasi ve siyasette nasıl yönlendirdiğini çözümlemek, her eli
kalem tutanın harcı değil. Dolayısıyla kitapta salt Yücel'in
hayatını değil, Tanıl Bora'nın Hasan Âli Yücel'ini buluyorsunuz.
Baştan sona aynı özen, eksik bir yön bırakmama amacına eşlik eden
haksızlık etmeme tasası, insanın da dönemin de özgül niteliklerinin
sürekli göz önünde bulundurulması çabası... Herkesin diğer herkesi,
fırsat bulabildiği her mecrada değersizleştirmeyi marifet gördüğü
günümüzde, çok önemli bir tarihsel kişiliğin sevap ve günahlarıyla,
ama nihayetinde bir 'insan' olduğu gözardı edilmeden
anlatılabilmesinin, ayrıca, çok değerli ve öğretici, eğitici bir
'tutum' olduğu kanısındayım.
Her insan, yaşamı boyunca kendi heykelini yontar, diyor İlhan
Selçuk. Hasan Âli Yücel, yaşadığı dönemin diğer önemli simaları
gibi, bir 'kuruluşun' mimarlarından. Dönemin hemen tüm
eğitimlilerinde gözlemlenebilen, yeni bir şey inşa edenlere özgü
azim ve heyecana sahip. Dolayısıyla 'Cumhuriyet' ile onu kuran ve
rejime bağlı 'insanları' ayrı düşünmek, kolay değil; olumlu ve
olumsuz anlamda. Tek parti dönemi uygulamalarına yöneltilebilecek
eleştiriler ve pek çok alanda sergilenen gelişmeye yönelik dile
getirilebilecek övgüler, şu ya da bu ölçüde rejimle bütünleşmiş
insanlar için de geçerli. Yücel, imparatorluk bakiyesinden ve onun
enkazı üzerine doğan Türk-Sünni 'ulus devletinin' kuruluşu ve
ardından devrimler sürecinin hem yurttaşı, hem memuru. O zorlu
yılların devletinden, toplumundan, inancından, kaygı ve
kızgınlıklarından, umudundan, ideallerinden az çok bir pay var;
Yücel'in her sözünde, davranışında, siyasetinde ve insana
bakışında.
Örneğin, 1920'lerle birlikte kararlılıkla 'inşa edilen' Türk
milliyetçiliğinden söz edilecekse (ki o dönem devlet dairesinde
milliyetçi olmayan yok gibi), Yücel de bir milliyetçi ve hatta
hayli 'ateşli' bir milliyetçi. Osmanlı'dan evrilen 'din' düşüncesi
üzerine konuşulacaksa, Yücel bir dindar ve yaşamının her anına yön
veren renklerden biri, belli ki annesinin de sadakati nedeniyle,
Mevlevi tekkeleri. Medeniyet üzerine düşüncesinde, Osmanlı'dan
Cumhuriyete süregiden tartışmalardan güçlü izler bulmak mümkün.
Fakat Yücel, “Batı'nın kültürünü değil ilmini alalım” korosundan
ayrı; kültür ve uygarlığı bir arada kabul eden topyekûn
modernleşmeden yana ve ancak bu şekilde gerçek anlamda 'millî'
olunabileceğini savunuyor. Eğitimciliğini sorarsanız, dönemin
tutkulu idealizmine sahip. Öğretmenlik yapıyor, felsefe kitabı uzun
süre okutuluyor. Niyazi Berkes'in İstanbul Erkek Lisesi'ndeyken
edebiyat ve felsefe dersleri aldığı, öğretmen Hasan Âli. Tanıl
Bora'nın ifadesiyle, “olağanüstü iştahlı” biri: “Yaratma, eser
verme, temayüz etme arzusu, aydınlatma-öğretme misyonuyla birbirine
dolanmıştır... Çeviriyle telifin birbirine karışması, farklı
alanlarda yayın yapma cür'eti, bunun neticesi.” Söz konusu iştah,
yaşamının her anına sirayet etmiş gibi. Ezcümle, Osmanlı'dan
Kemalist devrim sürecine giden yolda, o yolun iniş çıkışlarında
yürüyenlerden Hasan Âli Yücel.
Dedim ya, bir insandan söz ediyoruz nihayetinde. Eşinin adı pek
geçmiyor Yücel'in hikâyesinde. Görünmez gibi. Üç çocuk babası. Oğlu
Can, babasına büyük sevgi ve hayranlık duyuyor. Yaş geçip de Can
Yücel solculuğa meylettikçe gerilimin eksik olmadığı, derin bir
muhabbet. Beni çok etkileyen niteliklerinden biri, ülkenin kaderine
yön verenlerden Hasan Âli'nin 'sevilmeye' olan hevesi ve açlığı.
Bulunduğu her ortamda dikkat çeken insanlar vardır, işte onlardan
Yücel ve istiyor da zaten dikkati çekmeyi, iltifatı, herkesçe
sevilmeyi. Az buz değil ama, hakikaten 'sevilmek' başlıca hayat
gailelerinden sanki. Bazen laubaliliğe varan bir nüktedanlığı
varmış. Nitekim öyle anlaşılıyor ki, günün birinde Mustafa Kemal'in
“sıfır” ile ilgili sorusu üzerine bir türlü yanıt beğendiremeyip
sonunda; “Efendimiz... daima arkanızda ve solunuzdayım. Sıfır işte
efendimizin solunda olan bendenizim” deyişi de dalkavukluktan
değil, bu huyundan. O gün bugündür memleket sağcısının diline
düşmesine neden olan cümle. Talihsizlik, demek gerekir
herhalde.
Uzun bakanlığı döneminde özellikle iki büyük atılımın mimarı
oluşu, etkisinin kuşaklar boyu sürmesine neden oldu: Batı
klasiklerinin (içlerinde Doğu'dan eserlerin de olduğu) Türkçeye
çevrilmesi ve eşsiz bir atılım olan Köy Enstitüleri.
Bir yazıyla bitmeyecek, devam edeceğim...
Çok iyi ve etkileyici bir insan ve ülke hikâyesi, Tanıl Bora'nın
Hasan Âli Yücel'i.