Hasan Hüseyin'i yeniden okurken
Bir gün üniversitedeyken Hasan Hüseyin aradı. Hemen eve gelmemi istedi, gittim. Yalnızdı. Kitaplığın bir rafında beyaz bir güvercin duruyordu. Ağlayarak onu gösteriyor, “bu güvercin kesinlikle Bedri’nin ruhu” diyordu...
Hasan Hüseyin’le dostluğum, üniversitede okumak için 1976’da Adana’dan Ankara’ya gelmemle başladı. O yıllarda Ankara’da “Yapıt” adlı dergi yayınlanıyordu ve yeni yeni şiirler yayınladığım dergilerden biriydi. Hasan Hüseyin de bu derginin yayın kurulundaydı ve ilişkimiz böyle başladı. Üstelik o da benim gibi efsane okul Adana Erkek Lisesi’nde okumuştu ve bir demiryolu işçisinin oğluydu. İlişkimiz süreç içerisinde “sıkı bir dostluk” olarak gelişti. Gerçekten de o babam yaşındaydı ama genç yüreği nedeniyle de sıkı dostum oldu. O yıllarda ülkemiz tam bir “provakasyon” ortamı yaşıyordu. Her gün insanlar, özellikle üniversite öğrencileri öldürülüyordu. Ahmet Erhan’ın “Bugün de ölmedim anne” dizesinin kaynağı olan yıllardı. Örneğin Cumhuriyet Gazetesi her gün ölüm bilançosu yayınlıyordu. Ülke “sağ-sol” olarak keskin biçimde ayrılmıştı. Hükümetler ülkeyi yönetmekte yetersiz kalıyor, bir türlü Cumhurbaşkanı seçemiyordu. Karanlık güçler kahvehane, dernek, öğrenci yurdu basıp bombalıyor, silahla tarıyordu. Yani tam bir “darbe koşulları hazırlama faaliyeti” yürütülüyordu. Hasan Hüseyin’le bu ortamda tanıştım.
1927’de Sivas’ın Gürün ilçesinde doğan Hasan Hüseyin’in trajik ve yoğun yaşam öyküsüne kısaca bakmazsak, onun şiirindeki öfkenin, yüksek dozdaki itirazın nedenlerini anlamakta zorlanırız. Çünkü gerçekliği estetize etme işi olan şiir yazma süreci, ister istemez şairin kendi somut gerçekliğinin etkilerini taşıyacak, hatta şiirindeki imge dünyası onda yaşamsal karşılık bulacaktır. Hasan Hüseyin, ilkokulu bitirdikten sonra, demiryolu işçiliğinden ayrılıp Ziraat Bankası’nda çalışmaya başlayan babasının yanında işe başlar. Ortaokulu bitirince, tekrar Ziraat Bankası'na girer. Tahsildar olarak çalışır. Gazi Eğitim Enstitüsü’nün Edebiyat Bölümü'nü bitirdikten sonra Ankara Kurtuluş Ortaokulu’nda Türkçe ve Müzik öğretmeni olarak başlar. Maraş’ın Afşin Ortaokulu’na tayin olur. 1950’de Maraş’ın Göksun İlçesi’ne sürgün edilir. 1951’de komünizm propagandası yapmak suçundan tutuklanır.Yedi ay yirmi beş gün Göksun, Elbistan ve Nevşehir cezaevlerinde yatar. Nevşehir Cezaevi’nde Aziz Nesin’le tanışır. Asker kaçağı olarak askeri hapishanede yatar. Askerliği yirmi yedi ay sürer. Askerliği bitince İstanbul’a gider. İş bulamayınca Sivas’a döner. Arzuhalcilik, Tabelacılık ve Dava Vekilliği yapar. 1960 yılına kadar Sivas’ta tabela ressamlığı yaparak yaşamını sürdürür. İstanbul’a gider, oradan Ankara’ya gelir. 1961 –1967 yıllarında Akis Dergisi’nde çalışır. 1964, 1965,1969 yıllarında, o dönemin önemli siyasal partilerinden olan Türkiye İşçi Partisi (TİP) Çorum ve Ankara Milletvekili adayı olur. 1967’de Kızılırmak adlı şiir kitabından dolayı tutuklanır. Kırk gün cezaevinde kalır. 1968’de üç yıl ağır hapis ve sürgün cezası alır.1968 – 1970 yıllarında Forum Dergisi'ni çıkarır. 1978 yılında dönemin Kültür Bakanı Ahmet Taner Kışlalı tarafından sendikanın Onur Kurulu’na seçilir. Uzun yıllar çeşitli dergi ve gazetelerde çalıştıktan sonra, 1982’de çalıştığı Yenigün Gazetesi’nden emekli olur. Almanya’ya, Goethe Enstitüsü’ne gider. 1974’de Irak’a, Basra’ya Mirbet şiir festivaline katılır.1980’ de Almanya İşçi Federasyonu’nun daveti ile Batı Almanya’ya gider. TİP, TGS, Ankara Gazeteciler Cemiyeti üyeliği, Basın İş Sendikası yöneticiliği yapar. 1984’de, Ankara’da geçirdiği beyin kanaması sonrasında yaşama veda eder.
'KIZILIRMAK TÜRK EDEBİYATINDA EŞİ BULUNMAYAN BİR GERÇEKLEŞTİRİMDİR'
Hasan Hüseyin’le tanıştığımda çok popülerdi. Kitapları baskı üstüne baskı yapıyordu. Anadolu halkının değerlerini şiirlerinde yansıtırken, fabrika işçilerinin duyarlılığı ve sorunları da şiirlerini biçimlendiriyordu. Zaten ilk kitabı Kavel de işçi direnişiyle öne çıkan bir fabrikanın adıydı. Çok sevdiği, “kardeşim” dediği Bedrettin Cömert’in onu Nazım Hikmet ile karşılaştırması bazı şiir çevrelerinin hoşuna gitmemişti. Bir yıl sonra benim de göreve başlayacağım Hacettepe Üniversitesi’nde öğretim üyesiyken, bir öğrenci olayını soruşturmakla görevli olduğu günlerde, 1978’de, silahla vurularak katledilen Doç.Dr.Bedrettin Cömert, belki de biraz duygusal davrandığı eleştirilerinde, Hasan Hüseyin’i zamanın şiir çıtasının en tepelerine yerleştiriyordu. Bu da bazı şiir otoritelerini kızdırmakla kalmıyor, Hasan Hüseyin’i görmezden gelmelerine neden oluyordu. O yılların çiçeği burnunda ve umut verici eleştirmeni, sanat tarihçisi Bedrettin Cömert, örneğin “Yansıma” dergisinde yayınladığı “Hasan Hüseyin Şiirine Giriş” adlı yazısında, Hasan Hüseyin’in “Kızılırmak” adlı uzun şiiriyle, Nazım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları” adlı uzun şiirini Hasan Hüseyin lehine karşılaştırırken şu yaklaşımları öne sürecekti: “… Kızılırmak yalnızca ozanın sanat hayatında köklü bir aşama değil, aynı zamanda Türk edebiyatının gelişim çizgisinde eşi bulunmayan bir gerçekleştirimdir. Edebiyatımızda ilk büyük destan yaratılmıştır. Bu “modern” destan, (…) ne de Nazım Hikmet’in Şeyh Bedrettin Destanı’na veya İnsan Manzaraları’na benzer; çünkü bu saydıklarımız ‘büyük bir şiir olmaktan çok, birer destan, birer hikayedir (….) Oysa Kızılırmak, tıpkı Kızılırmak gibi yolunu yalnız kendisi belirleyen bir kan dolaşımı, bir ciğer gücüdür…”
1982’de, bir gün üniversitedeyken Hasan Hüseyin aradı. Hemen eve gelmemi istedi. Gittim. Yalnızdı. Kitaplığın (evin salonu tamamen kitaplıktı) bir rafında beyaz bir güvercin duruyordu. Ağlayarak onu gösteriyor, “bu güvercin kesinlikle Bedri’nin ruhu” diyordu. Bir gece önce, Ankara’da, “Papazın Bağı” adlı gazinoda otururlarken, bu güvercin gelip Hasan Hüseyin’in beyaz ve gür saçlarıyla kaplı başına konmuş ve gitmemiş. Ta geceyarısı eve gelene kadar kafasının üstünden uçmamış. İşte, şimdi şurada yatıyordu. Çok şaşırdım ve neredeyse ben de inandım. Gerçekten bu güvercin Bedrettin Cömert’in ruhu muydu?
Hasan Hüseyin’in ilk kitabı, bir kablo fabrikasının da adı olan Kavel’dir. İşin ilginç yanı, o yıllarda henüz grev hakkı anayasal bir hak değildir ve buna karşın işçiler grev yapmıştır. Üstelik haklarını aldıkları gibi, bu eylemleriyle Türkiye’de 1961 Anayasası'nda grev hakkının tanınmasına neden olmuşlardır. İlk kitabı yayınlandığında, Hasan Hüseyin otuz beş yaşındadır. Şiir için oldukça geç bir yaş. Demek şiirlerini kitap olarak bastırmak için hiç acele etmemiş, yeterli olgunluğa erişmelerini beklemiştir, diye düşünülebilir. Aslında ilk kitabı, Aziz Nesin’in Düşün Yayınevi'nde yayınlanmayı beklerken, çıkan yangında telef olmuştur. Kopyası da yoktur. Demek, 1964’de Yeditepe Şiir Armağanı’na değer görülen Kavel, aslında Hasan Hüseyin’in ikinci kitabıdır ama yayınlanmış ilk kitabıdır demek daha doğru olur.
KAVEL
İşime karım dedim, karıma Kavel diyeceğim.
Ve soluğum tükenmedikçe bu doyumsuz dünyada,
Güneşe karışmadıkça etim
Kavel Grevcilerinin türküsünü söyleyeceğim.
Ve izin verirlerse Kavel Grevcileri,
İzin verirlerse İstinyeli emekçi kardeşlerim,
İzin verirlerse Kavel Grevcileri,
Ve ben kendimi tutabilirsem eğer sesimi tutabilirsem
O çoban ateşinin yandığı yerde Kavel’de,
O erkekçe direnilen yerde, Kavel’de
Karın altında nişanlanıp dostlarımın arasında
Öpeceğim nişanlımı Kavel kapısında
Ve izin verirlerse İstinyeli emekçi kardeşlerim
İzin verirlerse Kavel Grevcileri
İlk çocuğumun adını Kavel koyacağım.
(1963)
Hasan Hüseyin, bildiğim kadarıyla ilk çocuğunun adını (zaten bir çocuğu vardı) “Kavel” değil, “Temmuz” koydu. Elbette bu şiiri bir metafor olarak anlamak gerekiyor. Öyle ki, emekçi sınıfın var olma mücadelesine olan sempatisini ve heyecanını, bir fabrikanın adı ile eşinin adını yer değiştirecek şiddette yansıtan bir metafor. Gerçekte “toplumcu” olarak adlandırılan ve şiire estetik işlevi kadar toplumu aydınlatıcı işlev de yükleyen “görevci” şairlerin belki de ideolojik bir sorunları yoktu. Ama çok önemli estetik bir sorunları vardı: Toplumcu dünya görüşlerinin şiirsel içeriğe taşıdığı imgeleri, sözcükleri, kavramları ve bağdaştırmaları, “toplumculuk” ile uyumlu bir biçim geliştirmek. Aslında bu sorunun, Hasan Hüseyin’i de içinde sayabileceğimiz genel olarak 1940 Toplumcu kuşağı şairleri için geçerli olduğunu öne sürebiliriz. Hatta bu anlamda toplumcu sayamayacağımız ama aynı dönemlerde şiir yazan şairler için bile öne sürebiliriz. 1940 Kuşağı şairlerinin, halkçı ve emekçi içerik ve motifleriyle yazdıkları şiirlerde, biçim olarak yine halkın ve emekçilerin geleneksel şiir biçimlerini, sözlü edebiyatın şiir formlarını kullanmayı bir yenilik, bir modernleşme olarak algıladıklarını görüyoruz. Bu bağlamda Hasan Hüseyin’in ünlü şiiri Acıyı Bal Eyledik, tam da iyi bir örnek olarak gösterilebilir:
…
kanadık toprak olduk
çekildik bayrak olduk
döküldük yaprak olduk
geldik bugüne
ekmeği bol eyledik
acıyı bal eyledik
sıratı yol eyledik
geldik bugüne…
(1973)
Oysa bu kuşağın neredeyse varlık nedeni, kaynağı, büyük esinlenme atmosferlerini oluşturan, bu kuşaktan daha önce kendi özgün şiirini oluşturabilmiş olan Nazım Hikmet, Kemal Tahir’e 1947’de yazdığı bir mektupta şunları söyleyecektir: “ …Benim teyze oğlu şair Oktay Rıfat var, Şiirlerini okumuşsundur. Bayramda ziyaretime geldi. Bu vesileyle ‘yeni şairler’ denen neslin en istidatlı temsilcilerinden biriyle tanışabildim. Oktay son yazdıklarında bilhassa halk şiiri –köylü şiiri- ve esnaf şarkılarından azamî faydalanmak yolunu tutmuş. Şiirin içtimai ehemmiyetini bir taraftan kavramış, bir taraftan da şekilden mi muhtevaya, muhtevadan mı şekle meselesini hâlâ halledememiş. Birçok keşiflerde bulunduğuna kani, bunların çoğu çoktan keşfedilmiş nesneler ama ne de olsa delikanlı keşifleriyle öyle bahtiyar ki, bu hususta fazla üstelemedim…”
Terry Eagleton, şiirde ses tonu, ses rengi, ritim, söyleyiş, ses kuvveti, ölçü, hız, ses, hitap, doku, yapı, ses rengi, söz dizimi, ses perdesi, bakış açısı, noktalama işaretleri gibi özellikleri “form (biçim)” olarak belirlerken; anlam, olaylar dizisi, karakter, fikir, öykü, ahlâki vizyon, argüman gibi özellikleri de “içerik” olarak belirler. Eagleton bu bağlamda, şiirin, form ve içeriğin veya gösteren ve gösterilenin bu devrikliğini düzeltecek olan yazı türü olduğunu, şiirin bu özelliğinden dolayı da anlamlara ulaşabilmek için sözcükleri bir kenara itmemizi zorlaştırdığını öne sürer. Gösterilenin, gösterenlerin karmaşık bir oyununun sonucunda ortaya çıktığını belirginleştirdiğini, bunu yaparken deneyimimizin vasıtasının ta kendisini deneyimlememize izin verdiğini öne sürer. Aslında Eagleton, özet olarak şunu söylemek istemektedir: Şiir, gösterenle gösterilenin çakıştığı bir dildir. Anlamlara ulaşabilmek için, sözcüklerden vazgeçemezsiniz. Sözcükler de anlama dahildir. İşte 1940 Kuşağının bu tür şiirsel kuramlarla haşır neşir olmaya ya zamanları olmadığından ya da başka nedenlerle ilgilenmediklerinden ya da bu tür çalışmaları küçümsediklerinden, yeni içeriklere yeni biçimler bulmakta zorlandıkları söylenebilir. İşte 1940 Kuşağının “ustası” diyebileceğimiz Nazım hikmet, kendisi ile başlayan ve Türk şiiri için yeni olan bir ideolojik arka planın belirlediği içerikleri taşıyacak yeni bir biçim bulma çabasını, Kemal Tahir’e 1942’de yazdığı bir mektupta şöyle açıklayacaktır: “…Yani mesele şahsen beni hangi zaruretler bu yeni şekle getirdi? Şüphesiz ki, yeni ve hiç olmazsa o zamana kadar Türk şiirine girmemiş bir muhtevayı işlemek zorunda kalınca, yeni şekil aramak zorunda kaldım. Bu bütün iddialara rağmen Mayakofski’nin şekli değildi…”
Hasan Hüseyin’in şiir serüveninde, onun şiirsel karakterini yansıtan en önemli özelliklerden birisi de, ses ögesinin hep öne çıkmasıdır. Şiirde anlam üretmeyi sağlayan önemli bir öge olan ses, aynı zamanda ritmi de sağlar. Aslında müzik sanatının temel anlam üretme dinamiği olan ses, şiirde dengeli ve yeterli şiddette kullanılmazsa, şiirde ortaya çıkan çarpıcı ve özgün imgelerin, yeni buluşların bir ses kalabalığında yitip gitmelerine neden olabilir. Hasan Hüseyin, şiirlerinde bedelini ödemeyi göze aldığı riskler taşıyan içeriklere yer verirken, ses ögesini kullanmada da şiirin dışına çıkma riskini göze alır.
…tepemde bir de çınar»
demişti on yıl önce
demek ki on yıl sonra
demek ki sabah sabah
demek ki «manda gönü»
demek ki «şile bezi»
demek ki «yeşil biber»
bir de memet'in yüzü
bir de güzel istanbul
bir de «saman sarısı»
bir de özlem kırmızısı…
Hasan Hüseyin’in şiirlerinde, özellikle 1950-1960 yıllarında şiir ortamını derinden etkileyen İkinci Yeni şiir anlayışının etkileri de yer yer görülür. Gerçekte şiirimiz için önemli bir olanak olan bu şiir anlayışı, toplumcu şairler tarafından pek ilgi görmemiştir. Gerçekliğin sürrealist kavranışından başka bir şey olmayan İkinci Yeni anlayışı, dönemin birçok şairi tarafından temel poetikalarını oluşturan bir amaç olarak görülmüştür. Oysa Hasan Hüseyin’de kendine özgü şiirini kurarken, yararlanılmış bir olanak olarak karşımıza çıkar: “Yıkık bir ud tiryakiliği antika cumbalarda”, “benim bütün şarkılarım iri kuşlardır al ve şafakleyin”, “akdeniz’de mor bir deniz burjuva gitarlarında”, “develeşip develeşip dönüşmesi gökdelenlere”, “bırakın işte gözleriniz alın işte yumruklarınız”. “günebakan akşam diyor birazdan sular kokacak”, “köprülerin bıçak açmıyordu ağızlarını”. Şunu belirtmeliyim ki, Hasan Hüseyin’in şiirindeki sürrealist ögeler onun genel şiir atmosferinin güçlenmesine hizmet ediyor. Oysa dönemin birçok şairinin ürettikleri metinlerde sürrealist anlayış genel şiir atmosferini oluşturuyor. Bu şairlerin şiir için gerekli olanın da üstünde geniş imge dünyaları var. Ama ne yazık ki, ürettikleri metinler bütünlüklü bir yaşantı bölüğü, okurda karşılığını bulabilecek ve onun yeniden üretebileceği bir imgesel evren sunmuyor. Metnin içerdiği geniş imge dünyası birbiriyle bağlantısız, dağınık, uzak, yer yer şematik ve yapay kalıyor. Şu da var: imgesel ilgi alanları, onu şiir diline dönüştürebilmek için çok usta bir şiir becerisi, çalışması ve mühendisliği gerektiriyor. Çünkü şiir eni konu yoğunlaştırılmış anlamdır. Bu nedenle, anlamsal yoğunluğu zaten kendi başına şiddetli olan nesne, imge, sözcük ve bağdaştırmalarla şiir yazmayı tercih ettikleri için, bu malzemeler şiir olmamak için, kendi özgürlüklerini korumak için direniyorlar. Ayrıca, şiiri destekleyecek, ona bütünlüklü olması için yön verecek bir yaşam projeleri, ütopyaları, ideolojileri yetersiz kalıyor. Yani kumaş çok iyi ama onu elbiseye dönüştürecek ustalık yetersiz. Sonuçta ortaya düş gibi, sayıklama gibi metinler çıkıyor. Nitekim “İkinci Yeni şairleri” olarak adlandırılan şairlerin çoğunun, daha sonra kendi doğal şiir yataklarına döndüklerini görüyoruz.
Hasan Hüseyin’in şiiri, başlangıcından sonuna kadar aşağı yukarı çizgisel bir gelişim gösteriyor. Oysa Melih Cevdet Anday, Oktay Rıfat gibi şairlerin şiirlerinin bir yelpaze biçiminde, değişen farklılıklarla, sürekli estetik arayışlarla geliştiğini görüyoruz. Belki de Hasan Hüseyin’in diğer şairlerden farklı olarak, sürekli sıcak politik ortamın içinde olması, örneğin milletvekili adayı olması, onun kendi somut, reel ve güncel toplumsal ortamından şiirsel duyarlılığını oluşturmasına neden oluyor. Çünkü bu tür bir şiirsel tavır, daha çok “toplumsal hayata müdahale etme” istencini diri tutuyor ve şairi popüler bir düzleme çekebiliyor. Popüler düzleme çekilmiş bir şair ise, kitlelerle arasında geniş bir “onaylama-onaylanma” alanı yaratarak, “anlaşılmamak” pahasına deneysel çabalara girmiyor ve sürekli kitlelerin hazır duyarlılığını onaylayabiliyor. Hasan Hüseyin şiiri için daha birçok şey söylenebilir belki ama şiirimizin bu yiğit sesini, “Akarsuya Bırakılan Mektup” adlı şiirine ait aşağıdaki dizeleriyle selamlayalım:
“Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç
Ağaçlar bükmesinler n'olursun boyunlarını
Neden akşam oluyorum tren kalkınca
Kırlangıçlar birdenbire çekip gidince
Mendiller sallanınca neden tıkanıyorum
Öyle çok acımasız ki öyle birdenbire ki
Az önceki çiçekler nasıl da diken diken
Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç
O sularda çimdik, bitti; köprüleri geçtik bitti
O elmanın tadı orda, o kuş çoktan öttü, bitti
Artık çocuk değiliz, susarak da bir şeyler diyebiliriz
Günler devlet alacağı, yıllar bir kadehcik buzlu rakı
Oyunlar oyuncaksı, oyuncaklar eski şarkı
Kavaklara oklu yürek çizip duran o çakı
Nerde şimdi nerde şimdi, nerde o kan sarhoşluğu
Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç”