Çok uzun zamandır üzerinde çalıştığım bir kitap var. Geçtiğimiz günlerde son noktayı koydum, vedalaştım; basılacağı günü bekliyorum. Çok yakın zamanda okuyucu karşısına çıkacak ama ben şimdiden duyurmuş olayım: “Hayat Dudaklarda Mey”. Overteam Yayınları tarafından basılacak kitabın adından ilerleyerek içeriği hakkında fikir yürütmek mümkün ama lafı dolandırmayayım, yekten söyleyeyim: Memleket müziğinde yer etmiş anason kokulu şarkıların hikâyelerinden müteşekkil bir kitap bu. Çok zamandır farklı yerlerde benden istenen bir şeyi yaptım ve çilingir sofrasında dinlenecek şarkıları art arda sıraladım. Bununla yetinmedim, onların hikâyelerini anlattım. Kitapta beş ayrı türde [(daha ziyade Türk sanat müziği olarak anılan) alaturka, (bir dönem Türkçe sözlü hafif Batı müziği denilen) pop, halk müziği, arabesk ve rock] beş ayrı “liste” var. Bir de o listeleri oluşturan şarkıların tek tek hikâyesi. Daha fazla anlatmayayım, çıkınca nasılsa anlatırım, hevesimi o zamana saklayayım. Kitabı (kimi görüntülü/sesli mecralar dışında) yazılı olarak ilk kez buradan duyuruyorum; uzun zamandır severek yazdığım duvaR’da bunu yapmak güzel. İçinde, buradan oraya sızan yazılar da var ama bugün tersini yapacağım ve kitapta paylaştığım hikâyelerden birini (tadımlık olarak) buraya alacağım.
Dinlediğim anda beni vuran, asla bıkmadığım, hiçbir zaman bıkmayacağım bir şarkıdan söz açmak isterim… Kitabın çatısını kurarken kenara ilk ayırdığım şarkılardan: Şanar Yurdatapan’ın yazdığı, Melike Demirağ’ın seslendirdiği “İstanbul’da Olmak”. Sürgün günlerinde yazılmış bu şarkıyı ayırmamın sebebi, biraz da günle alakalı. Bundan 31 yıl önce, bir 29 Temmuz günü, Yurdatapan–Demirağ ikilisinin Almanya’da yaptığı “İstabul’da Olmak/Anadolu” başlıklı kaset, Bakanlar Kurulu kararıyla yasaklandı. Ada Müzik tarafından basılan kasetin üzerindeki yasak sonradan kalktı, “İstanbul’da Olmak/Anadolu” biraz gecikmeli olarak dinleyiciyle buluştu ama beklemeye değdi: Bir dönemin mükemmel albümlerinden biri bu. Aynı zamanda bir hasrete konulmuş nokta. Hoş, hasret bitti ama yaşanan kötü şeyler bitmedi, sonrasında başka şeyler de yaşandı. Yine de, bu kaset, 12 Eylül yasaklarının son deminde gündeme gelen, o yasakları bize (unutmamak üzere) bir kere daha hatırlatan bir aracı.
Dönemi bilen biliyor ama bilmeyenler için küçük bir şey söyleyeyim… Her şeyin tuhaf işlediği bir dönemdi bu. Devlet, görünürde bir şeyi yasaklamıyordu ama yasak yetkisi pek çok kuruma verilmişti. Bunlardan biri, en önemlisi, valilikler. Bir vali, bir kasetin il sınırları içinde dağıtımını ve satılmasını yasaklayabiliyordu. Zülfü Livaneli’nin “Zor Yıllar”ı, Selda Bağcan’ın “Özgürlük ve Demokrasiyi Çizmek” başlıklı albümü, Ahmet Kaya’nın “Yorgun Demokrat” ve “Başkaldırıyorum” başlıklı albümleri, Grup Yorum’un “Haziran’da Ölmek Zor”u, 1987-88 yıllarında çeşitli valiliklerce art arda yasaklanan albümler. Bir de Kültür Bakanlığı’nın bandrol kurumu vardı. Gizli bir denetim mekanizmasıydı bu. Albümün içindeki kimi şarkılara ya da sözlere takılıyor, değiştirilmediği taktirde albüme bandrol vermiyordu. Bulutsuzluk Özlemi, bu yüzden “solda güneş yükseliyordu” dizesini “yolda güneş yükseliyordu” şeklinde söylemiş, hard rock grubu Devil’in “Özal Devri Kızları” adlı şarkısı “Atom Devri Kızları”na dönüşmüştü. Hikâye çok, zaman zaman yazılarımda bunları anlattım, anlatıyorum. Uzatmadan asıl hikâyeye geleyim ama gelmeden önce, Gaziantep Valiliği’nin rekorundan söz edeyim. Cumhuriyet’in 30 Temmuz 1988 tarihli nüshasına göre, yılın ilk yedi ayında Gaziantep sınırları dahilinde yasaklanan on kaset var! Onu, Antalya ve Bilecik izliyor… Konser yasakları cabası: Kaseti yasaklanan şarkıcı ve topluluklar o ilin sınırları dahilinde şarkı da söyleyemiyor.
Bir de memlekete giremeyenler var –ki “İstanbul’da Olmak”, tam da bunu anlatan bir şarkı. 29 Temmuz’da kabul edilen karar, “Türk vatandaşlığından çıkarılmış olan ve Türkiye aleyhinde propaganda faaliyetlerine yurtdışında devam eden" kişilere ait her türlü yazılı eser, resim, kartpostal, plak, video ve ses bantlarının Türkiye'ye sokulması ve dağıtılmasını yasaklıyor. Yasak, 1989 yılının 12 Aralık günü Danıştay kararıyla kaldırıldı ve önce kaset memlekete geldi, sonra yaratıcıları… Bu noktada, kitaptaki “İstanbul’da Olmak” maddesine bağlanayım ve hikâyeyi, biraz kısaltarak oradan buraya alayım…
“İstanbul’da Olmak”, hasretin notalara dökülmüş hâli: “Ak telli bulut olsam, bir rüzgâra kapılsam / Varsam bizim ellere, yağmur olup dökülsem… // Yayılmışız dünyanın dört bir yanına / Kimisi ta Kopenhag’da kimiyse Paris / Bedenimiz orada burada dolanır ama / Çok hem de çok uzak yerde kalbimiz…”
Şarkıda geçen çok uzaktaki yer, İstanbul. Bir süre sonra vurucu kısım başlıyor; insanları gurbette ağlatan, hasreti çoğaltan, her dinleyişimizde boğazımıza bir yumru takılmasına sebep olan kısım: “Aaah, şimdi İstanbul’da olmak vardı anasını satayım / Püfür püfür bir vapurun yan tarafında / Şu anda İstanbul’da olmak vardı anasını satayım / Yeni Cami’de mısır atmak kuşlara / Köprüde balık-ekmek yemek / Dolmuşa ‘çek dostum’ demek / Ver elini Kadıköy, ver elini Kalamış, Moda / Şu anda oralarda olmak vardı ya // Aaah, şimdi İstanbul’da olmak vardı anasını satayım / Boğaz’da köhne bir iskelenin yamacında / Tabakta kavun-peynir, kadehte buz gibi rakı / Dilimde yarı acı yarı tatlı bir şarkı, aah / Şu anda İstanbul’da olmak vardı…”
Yaptıkları politik şarkılarla ‘70’li yılların ikinci yarısına damgasını vuran, memleket müziğine güler yüzlü bir soluk ve umut getiren Melike Demirağ–Şanar Yurdatapan ikilisinin Almanya’daki mecburi ikameti sırasında yazılmış olan bu şarkı, o yıllarda farklı sebeplerle memleketine dönemeyen insanların sesi olmuştu.
O dönem, kasetlerin üzerinde gördüğümüz “Danıştay kararıyla” ibaresi, şaşırtıcı değildi. Yurdundan uzakta olanın, vatandaşlık hakkı zorla elinden alınanın hasretini dillendirmesi de… Hasret, şarkılara yansıdı, tarihe kazındı. Cem Karaca, “Hep Kahır”da “bana İstanbul’u anlat, nasıldı / Şehirlerin şehrini anlat, nasıldı” sorusunu takiben şunları söylüyordu: “İnsanlar gülüyordu de / Trende, vapurda, otobüste / Yalan da olsa hoşuma gidiyor, söyle…” Karaca, şarkının sonunda isyanını dile getiriyor: “Hep kahır, hep kahır, hep kahır / Bıktım be!”
Melike Demirağ, hasretini hafifletmenin yolunu eski bir alaturka şarkıya sığınmakta bulmuş. Bu, Cem Karaca’ya verilmiş en güzel cevaplardan biri: “Sabret gönül, bir gün olur bu hasret biter / Çekilen acılar cânım gün olur geçer…” Dışarıdan her şey çok kolay görünüyor ama acıların geçip geçmediğini çekene sormak gerekiyor. Şarkılar şüphesiz her derde deva ama zaman zaman onlar da yetmiyor.
Derya Bengi’yle birlikte Roll adına Şanar Yurdatapan’ın kapısını çalmış, uzun söyleşimizi iki bölüm hâlinde dergide yayımlamıştık. İkinci bölüm, sürgün yıllarını anlatıyordu. Besteci, “12 Eylül” dediğimiz anda anlatmaya başlamış, kimi zaman efkârlanmış, kimi zaman öfkelenmişti: “12 Eylül’ün geleceği gözüküyordu artık. Hazır bekliyorduk. Darbenin yapısını da doğru tahmin etmişiz: Her tarafa saldırmayacaktır, önce karşısındaki kuvvetleri yok edecektir, ondan sonra da yapacağını yapacaktır. Böyle düşünüyorduk. Gene de yüzde yüz bilemiyorduk; binlerce kişinin katledildiği Endonezya örneği vardı önümüzde. Ama burada ani katliamlarla başlanacağını sanmıyorduk. Susup otursak, herhalde başımıza bir şey gelmezdi, çünkü bir politik partinin, örgütün üyesi değildik. Ama ‘71’deki gibi susup oturmanın azabını yaşamak istemediğimiz için aramızda karar aldık, pasaportlarımızı ayarladık. Başka sanatçı arkadaşlarla da konuştuk: Çıkalım dışarıya… Yunanlı sanatçıların darbe zamanı yaptıklarını biz de yapabiliriz. Bizim, Yunanlıların olduğu gibi bir Avrupa hinterlandımız yok. Ama bambaşka bir şey var, bir ikinci Türkiye var Almanya’da. Gerçi orada da politik parçalanma olduğunu biliyoruz. TKP ayrı havadan çalıyor, Dev-Sol, Dev-Yol ayrı havadan. Hiçbirinin emir ve komutasında olmadan, acaba DEMAR’ı dışarı taşıyabilir miyiz? Sorup soruşturduğumuzda çok olumlu cevaplar aldık. Erken davranayım da, Melike’ye turne hazırlayayım, üç-beş kuruş para biriktirmiş olalım diye 2 Eylül’ü 3 Eylül’e bağlayan gece gittim Almanya’ya. On gün sonra, Berlin’de haberi aldım. Sınırlar açılınca Melike, bir yaşındaki Zeynep’i alıp geldi Almanya’ya. Böyle başladı Almanya macerası.”
Cümle arasında geçen DEMAR, Şanar Yurdatapan ve arkadaşlarının kurduğu Demokratik Sanatçılar Topluluğu’nun kısaltması. ‘60’lı yıllarda kurulan Türkiye Müzisyenler Sendikası ve yine Şanar Yurdatapan’ın içinde olduğu Hafif Müzik Derneği’nden sonra bu alanda kurulmuş üçüncü örnek. Yazık ki sonrası yok. Yurdatapan, POPSAV’ın internet sitesine yazdığı bir yazıda, bu girişimi şöyle tanıtıyor: “Dönemin sosyal içerikli çalışmalar yapan sanatçılarını barındıran DEMAR, alışılmış yapının dışında, bir ‘ortak sekreterlik’ gibiydi.” 1979 Dünya Çocuk Yılı’nda, Edip Akbayram, Zülfü Livaneli, Rahmi Saltuk, Sadık Gürbüz, Esin Afşar gibi sanatçıların katılımıyla hazırlanan “Çocuklarımıza”, bir DEMAR “işi” olarak müzikseverlere ulaştırıldı ama darbe, sonrasına izin vermedi. DEMAR, Almanya’ya da taşınamadı. Yurdatapan ve arkadaşları orada farklı kanallardan ilerlediler ve memleketi anlatan işler yaptılar. Bu arada memleket hasreti kendini gösteriyordu. “İstanbul’da Olmak”, tam da bu hasretin depreştiği günlerde yapıldı.
Yurdatapan, şarkının bestelenme aşamasını şöyle anlatmıştı: “Karşımda Kızkulesi duruyordu. Son sekiz sene kaldığımız ev, bir köyün en uçtaki sokağında, göz alabildiğine yeşil, önünden bir de dere akan bir yerdi. Oranın yarı bodrum katına home stüdyo gibi bir şey kurmuştum. Tam karşımda beyaz bir duvar vardı. Dia makinesini oraya kurardım, karşımda İstanbul diaları, öyle çalışırdım… Yapılabilecek en kötü şey, hemen döneceğim hayaliyle yaşamak. İlk zamanlarda bavulunu pek açmıyorsun. Sonra gerçekçi olup ‘uzun seneler belki buradayız’ diye düşünüyorsun, Yunanlılarınki yedi yıl sürmüş, Şilililerinki daha fazla… Böyle çelişkiler işte… İlk sene oğlum Arda ve kızım Meriç gelebilmişlerdi. Sonra onlara da pasaport vermemeye başladılar. Nâzım ‘oğlum fotoğraflarda büyüdü’ der, benimki de telefonlarda büyüdü. Haftada bir görüşüyorduk, bir hafta görüşmedik, 15 gün sonra ‘aloo’ diye kart bir ses! İnsan kötü oluyor. O çocuk gitmiş, sanki başka biri karşında!” Fikir aniden gelmiş, şarkı hızlı çıkmış ama sonrası acılı: “Fikir bir saniyede geliyor akla: Şimdi İstanbul’da olmak vardı anasını satayım!.. O laf melodiyi getirdi işte. Epey küfür yedik o parça yüzünden. Politik göçmenler Almanya’nın her tarafında. Herkesin bulunduğu şehrin bir yerinden muhakkak bir dere, bir su akıyordur. Onun kenarındaki bir lokantaya Boğaz adını takıyor ve hafta sonları mutlaka Boğaz’da kafa çekiyordu herkes. İşte onlardan geliyordu küfürler. Bir yandan da şarkıyı dinleyip efkârlanıyorlarmış. ‘Allah belanı versin, senin yüzünden dünyanın içki parasını ödüyoruz.’ [diyorlardı]”
“İstanbul’da Olmak”, 1991 yılında yayımlanan Suavi albümü “Deli Gönlüm”de yer aldı; ertesi yıl, Emel (Müftüoğlu) tarafından “Faka Bastın” albümünde yorumlandı. Şarkı, 2013 yılında yeniden karşımıza çıktı: Gezi direnişi sırasında, kendilerine New York’lu Çapulcular adını veren bir topluluk, bu şarkıyı güncelleştirilmiş sözlerle yorumladı ve “Diren Türkiye” sloganıyla, 12 Haziran 2013’te YouTube üzerinden paylaştı.
Melike Demirağ, bu şarkıyı 30 Nisan 1993’te POPSAV tarafından düzenlenen “Türk Pop Müziğinde 35 Yıl 35 Besteci” konserinde Garo Mafyan’ın yönetimindeki canlı orkestra eşliğinde ilk kez İstanbul’da seslendirdi. Atatürk Kültür Merkezi’nde (AKM) yapılan konserin sunucusu Halit Kıvanç, onu sahneye şu sözlerle davet ediyordu: “Gelin bırakalım anasını babasını satmayı, nasılsa biz onlara kavuştuk, onlar İstanbul’a kavuştu. Ama ne kadar çok özlemişiz, değil mi? Güçlü imza Şanar Yurdatapan, güçlü yorum Melike Demirağ! Şimdi İstanbul’da …lar.” Şarkı, “Bu şarkı burda bitmez!” cümlesiyle bitiyordu; Demirağ, o gün sahnede “Bu şarkı burada da bitmedi” cümlesini kurdu.
Memleket dışında memleketine özlem duyan insanlar olduğu sürece bu şarkı bitmeyecek, bitirilemeyecek. Ben hikâyesini yazdım ama bu bitmemiş hikâye dilden dile anlatılacak, kuşaktan kuşağa uzanarak döneminin ayıbını hatırlatacak. Şarkılar, memleketin ortak hafızasını canlı tutuyor. “İstanbul’da Olmak”, bunun en çarpıcı örneklerinden biri.