Hasta adamlar değil kadınları öldüren olağan erkeklik
Dünyadaki araştırmalar gösteriyor ki kadınları öldüren 'psikopatlar'ın sayısı, evdeki ya da telefonun öbür ucundaki 'tanıdık cellat'lardan, 'tanırım, yapmaz' adamlarından çok daha az. Bu nedenle de katiller tedavi merkezlerine yollanmak yerine hak ettikleri gibi hüküm giyip cezalarını çekiyorlar, dünyanın gün yüzü gören yerlerinde…
Geçen hafta 23 yaşında bir kadın, Şebnem Şirin, Furkan Zıbıncı adlı erkek tarafından boğazı kesilerek öldürüldü. Tanıdığım, sanırım pek çok kişinin de sosyal medya aracılığıyla gülen yüzüne aşina olduğu sevgili Selda Tokat’ın yeğeni… Kadın cinayetleri artık bu ülke için çok yakın, çok beklendik bir hal alsa da işin içine tanıdıklık unsuru girince giderek daralan çember daha da boğaz sıkar hale geliyor. Ateş düştüğü yeri kül ediyor elbette ve biz her gün uzak, yakın kadınların gülen fotoğraflarını bir cinayet haberinde görmeye devam ediyoruz.
Bugün Pınar Gültekin davasının 7. duruşması yapıldı. Bir önceki duruşmada katilin büründüğü “katil miyim ben yani?” tuhaf hallerine, bir kadını diri diri yakıp betona gömen bir adama bunu söyletebilecek ailevi, toplumsal ve siyasal zemine dair fikirlerimi yazmıştım. Pınar’ın duruşması bir kez daha hukuki açıdan geçerli, bize absürt, yakınlarına ise muhakkak dayanılmaz gelen bir gerekçeyle ertelendi.
Yürek yakan gülüşleriyle gencecik kadınların haberleri daha çok öne çıksa da her yaştan, her toplum kesiminden kadın, çoğunlukla tanıdıkları adamlar tarafından öldürülüyor. Bir adamla birlikte olmayı reddettikleri ya da bir adamdan ayrılmak istedikleri için. Yeni bir hayat kurma arzuları nedeniyle ya da bir alternatifleri olmadığında bile artık yaşadıkları hayatı sürdürmeye dayanamadıkları için. Özetle bir adamı başta, ortada, sonda, herhangi bir açıdan reddettikleri, “erk”e karşı geldikleri için, çoğunlukla. Medyanın kirden bir türlü arınmayan dili bu cinayetleri sıklıkla aşk, sevgi kisvesine büründürüyor ısrarla. Aşk şiddete, cinayete gerekçe olamayacağı gibi sevgi mevgi de değil bu. Hayır cevabını hazmedemeyen erkekler kadınları taciz etmeye, dövmeye, öldürmeye devam ediyor.
Bu ilişkisel bahanelerden çok daha basit şeyler, mesela sofraya “bin kez söylendiği halde” yine soğuk gelen çorba bile cinayet sebebi bu ülkede, bin yıldır. Son zamanlardaki artışın elbette ki kadınların artık kendilerine biçilen rollere daha çok itiraz etmesiyle ilgisi var. Sosyoekonomik nedenlerin rolü var. Ama en çok da aile, toplum ve siyaset işbirliğiyle küçük yaşlardan beri her şeyi kendinde hak, kadınları kendi malı gibi gören olağan erkeklik anlayışının payı var. Önlenebilecek olan önlenmiyor, kadınlar her gün katlediliyor.
AK Parti MYK toplantısında Ömer Çelik, Şebnem Şirin cinayetiyle ilgili bir soruya “politik bir mesele değildir, politikleştirmeyelim,” biçiminde bir yanıt verdi. Politik değilse bu alanda mümkün en iyi koruyucu çerçeveyi çizen İstanbul Sözleşmesi neden, ne amaçla feshedildi? Katiller, tacizciler neden yaptıklarından sıyrılacağını düşünüyor? Hayatı da ölümü de kapsamıyorsa bu “politik”in karşılığı nedir?
Bu hafta, hakkındaki tecavüz iddiasının ve taciz ifşasının yankısı susmadan Kanal D’de “Gelinim Mutfakta” programını sunacağı şenlikli bir fragmanla duyurulan Mehmet Ali Erbil üzerine yazacaktım. Tacizcileri ödüllendiren, kadınlarıysa ses verdikleri için her koşulda cezalandıran dayanılmaz bir düzen bu. Attığı esprili bir tweet nedeniyle “erkeklere hakaret” suçundan ceza alan Pucca… Musa Orhan’a tecavüzcü dediği için tazminat ödeyen Ezgi Mola ve Mola’ya destek çıktığı için cezalandırılan Farah Zeynep Abdullah, son dönemin hemen akla gelen popüler figürleri. Gündelik hayatın ve medyanın her alanını kaplamış bu düzenin olağan erkeklerden her gün yeni katiller yaratması tesadüf olabilir mi? Boyutları ve uyandırdıkları dehşet farklı olsa da tüm bu örnekler aynı köhne, korkunç sözleşmenin birer uzantısı.
Hal böyleyken “ailemizin psikiyatristi” Gülseren Budayıcıoğlu’nun Hürriyet’te yayımlanan bir köşe yazısını hem çok rahatsız edici hem de “riskli” buldum. Gülseren Budayıcıoğlu adı, son birkaç senedir kliniklerinden kitaplarına uzanan TV dizileriyle müthiş güçlü bir ağla, marka. Alana hala görece yabancı toplumumuzun çoğunluğunun aklına psikiyatri, psikoterapi denince Budayıcıoğlu adı geliyor. Sofra için Karatay neyse, ruh sağlığı için Budayıcıoğlu, o değerde. Baba figürü her zaman öncelikli olsa da yaşını başını yeterince almış ana figürüne de belli alanlarda gönlünde yer ayıran toplumumuzda inançla sahiplenilen “söz”leri, önem taşıyor.
Peki ne diyor Gülseren Hanım? Sorunlar başlıktan başlıyor. “Kadınlarımızı Öldüren Hasta Adamlar.” Kadınlar, kadınlarımız söylemiyle başlayan herhangi bir cümleden hayır geldiği görülmemiştir zaten. İkincisi de hasta adamlar falan değil, her gün karşılaştığımız, hepimizin çok yakınında duran olağan erkeklik öldüren, maalesef. Gülseren Hanım yazının büyük bölümünde bu “hasta” adamların sürekli buluttan nem yöntemiyle şüphe üreten, çoğunlukla paranoid kişilikler olduğunu söylüyor.
Oysa dünyadaki araştırmalar gösteriyor ki kadınları öldüren “psikopatlar”ın sayısı, evdeki ya da telefonun öbür ucundaki “tanıdık cellat”lardan, “tanırım, yapmaz” adamlarından çok daha az. Bu nedenle de katiller, tedavi merkezlerine yollanmak yerine hak ettikleri gibi hüküm giyip cezalarını çekiyorlar, dünyanın gün yüzü gören yerlerinde…
“Bu adamlar hasta,” demek, aynı zamanda “cezai ehliyetleri yok,” demek. Diyor da zaten yazısında. Yazıda neredeyse tüm çerçeve pek çok boyutu olan bir sorunu failin psikolojisi alanına kilitliyor. Bir yerde “sosyoekonomik faktörler”in de rolü olduğundan bir iki cümleyle bahsedilmiş sadece.
En acayibi de Budayıcıoğlu, uzmanlığının altını giderek çizecek biçimde, “bu hasta adamları” kendisinin ya da bir başka psikiyatristin birkaç dakikalık haberi izlerken bile teşhis edebileceğini söylüyor. Bu söylem de her kadın cinayetinden sonra hortlayan “kadınların da bu psikopatlarla ne işi var ya” sözünü andırdığı için ayrıca tehlikeli. Polisiyle dizilerde izlediğimiz FBI profilerları, bin yıllık kurt dedektifler bile birkaç dakikalık analizden “katil!” teşhisine varamıyor valla gördüğüm kadarıyla, bravo.
Bu konuda attığım tweetler üzerine sevgili Bülent Somay programında konuyu tartışmış. Psikolojinin disiplinlerarası bir alan olduğunun, sosyolojiden antropolojiye pek çok başka sosyal bilimle kesişim içerdiğinin altını çiziyor güzel bir katmanlandırmayla. Bahsi geçen yazının konuyu tıbbın/ psikiyatrinin alanına hapsederek “medikalize” ettiği doğru. Öte yandan ekranlarımızı dolduran Budayıcıoğlu dizilerindeki psikoterapi anlayışı da kültürü, toplumu büyük ölçüde dışlayan, toplumsal cinsiyet eşitliğini gözetmek bakımından da sorunlu, parmağı büyük oranda aileye ve annelere çeviren “dar” bir bakışla hep mağduru işaret ediyor.
Diziler kolektif emek ürünleri. Üzerine üç yazı (I, II, III) yazdığım bu diziler içinde en azından bazı bölümleri hayli başarılı olanlar da var. Bizde daha önce yapılmamış bir şey yapıp terapi odasında geçen hikayeler anlatmasıyla, aile içi şiddetin, baskı altındaki kadın karakterlerin yer bulmasıyla bir örnek hikayeli dizi dünyamıza yeni bir soluk getiren yanları vardı. Ancak giderek hem dizi süreleri hem de bahsettiğim bu kasıtlı “dar bakış”ın katkısıyla bu diziler daha sorunlu bir hal aldı. “Camdaki Kız”la varılan nokta benim için bu durumun özetiydi: “Kadının mağduriyetini masumiyetle birleştiren, geçmiş travmalarla desteklense de suçun büyüğünü yine kadına yıkan, aynı peri masalını türlü tuhaflıkla bezeyerek bize “gerçek hayat hikayesi” diye anlatan bu hikâyeler masum değil bu açılardan. Bu dizilerde olup bitenlerden çok daha fazlası, toplumun her kesiminde her gün yaşanıyor. Bu acayiplikler silsileli, abartılı hale büründürülünce, farkındalık yaratmaktan çıkıyor, çoğunluğa “halimize şükür” dedirten bir masala dönüşüyor.
Bülent Somay programında her bahsini geçirdiğinde büyük tepkiyle karşılaştığını belirttiği “her erkek potansiyel bir tecavüzcüdür,” sözünden de bahsediyor ki bu da önemli. İlk kez Marilyn French’in 1977’de The Women’s Room’da kullandığına rastladığım bu söz beni de çok düşündürmüştü. “Potansiyel” vurgusuna rağmen aşırı görünebilecek bu söz, ‘her erkeğin belirli şartlarda mutlaka tecavüze kalkışabileceği’ biçiminde değil, erkek duygusal ve cinsel enerjilerinin bastırılmasından söz edilirken bile her an patlamanın eşiğinde duran bir erkeklik kodlamasının teşhisi olarak yorumlandığında, çok önemli.
Kadınlarımızı öldüren hasta adamlar değil. Bu adamlar psikopat, seri katil falan değil. Güç karşısında çoğu kez süklüm püklüm duran, birçok yerde denetleyebildikleri öfkeyi hayatlarındaki kadına sakınımsızca yönlendiren adamlar. Arkalarını kollayan kültüre ve sisteme yaslanıp çoğunlukla tanıdıkları bir kadını öldüren, olağan adamlar. Hastalık değil, giderek daha büyük bir hastalık halini alan bu erkeklik türü, öldürüyor.