Bir gazeteye mülakat veren iktidar yanlısı eski türkücü, sol ve solcular için şu sözleri sarf etmiş: "Dünyada hiçbir yerde yok artık solcular. İngiltere’de, Almanya’da, Hollanda’da, Amerika’da yoklar. Yoklar, yoklar yoklar! (Söylediğine kendini inandırma çırpınışı- İ.A.) Tüm dünyada sol hasta şu an. Hepsi hasta.” “Yoklar, yoklar, yoklar” ama “hepsi” hasta!
Egemene yaslanıp solcuları “hasta” ve “yok” olmakla itham eden zatın kendisi değil, onun teşhisinin teşhisi bizim için kayda değer olabilir. Egemen olmayanı hastalıkla ve “dolayısıyla” yoklukla tarif etmek, güç ve iktidar tapınçlığının utanç vericiliğini gizlemenin bilinen bir dışavurumu.
Nitekim türkücünün sözleri, zamanında Kürtlerin taleplerini “hastalık” olarak tanımlayarak iktidarla uzlaşmaya meyleden bir gazeteciye yanıt olarak Aralık 2015’te yazdıklarımı tekrarlamayı mecburi kılıyor:
Egemen, karşısındakini hem “hasta” yapan hem de bu “hastalığa” teşhis koyup “tedaviyi” dayatabilendir. “Hasta”, “ruh hastası”, “hasta karakter”, “bunalımlı”, “manyak”, “uyumsuz”. “psikopat”, “deli…” İktidarda olan veya onun yanında konumlanan için itaat etmeyene bu sıfatlardan herhangi birinin yakıştırılması şaşırtıcı değil. Dikkat edin; kişisel, politik veya toplumsal düzlem bağlamında, “normalle” uyuşmayan herkese bu yaftalardan birinin yapıştırılması işten bile değil. “Normal” kavramının kökeni egemenliğe dayanır. Egemen neyse, normal, “sağlıklı” odur. Normun, kuralın dışına çıkanın direncini kırmak için de kimileri haddinden epey ötesine geçip kendince psikolojik tahlillere girişiyor, karşısındakini teşhis ediyor ve tedavi yöntemini bile önerebiliyor. “Tedavi” asla “hastanın” taleplerinin karşılanmasıyla değil, “sağlıklının” arzusuna, çıkarına göre dayatılır.
Normu oluşturan güç, paradoksal bir biçimde anormali de yaratır. Dolayısıyla “hastalığın” müsebbibi bizatihi “sağlıklı” olandır. Evet, geçmişi, “norm” olabilecek kadar hınçla bezenmiş, kendisi dışındakilere hasetle saldırarak onları altetmiş, onlar üzerinde egemenlik kurmuş veya kurmaya çalışmış olandır, “hastalığın” müsebbibi. Peki onun bu boyun eğdirme, burun sürtme, ıslah etme hıncına ne demeli? Egemenlikçilik hastalığının teşhisini kim koyacak?
Egemen olan, onun yanında duran veya egemen olmaya çalışan, neden “uyumsuzun” ruh halini teşhis etmeye bu kadar hevesli? Halisane bir saikle “iyileştirmek” için mi yoksa kendisini “sağlıklı” yerde konumlandırıp karşısındakine tahakküm kurmak için mi?
Aslında “hasta” ettiğiniz kadar, teşhis ve tedavisini yapabildiğinizin de muktedirisinizdir. Çünkü onu normun içine çekebilmiş, onu tabi kılmış, hatta giderek itaat ettirmiş oluyorsunuz. Muktedir, itaat edene hasta demez. Dolayısıyla her iki halde de karşısındakini psikolojik tahlillere tabi tutmanın, ona hastalık teşhisi koymanın, otorite olma veya muktedir kalma çabasıyla doğrudan ilgisi var.
Dünyada ve şu sıralar onun karanlık bir odasına dönüştürülmeye çalışılan Türkiye’de sola yönelik “ıslah” ve “tedavinin” tarihini aktarmanın da, eski türkücünün “dünyanın hiçbir yerinde yoklar” dediği solcuların nerelerde var olduğunu sıralamanın da manası yok. Fakat yazıdaki bir soru hâlâ işlevsel: Egemenlikçilik hastalığının teşhisini kim koyacak?
Sırf bu hafta gerçekleşen birkaç vak’a, “iktidar hastalığının”, paranoyasının ne kadar metastaz yaptığını göstermeye yeterli aslında.
Mesela, eşinin ilaçlarını reçeteye yazdırmak ve evde bakım hizmeti kararının uygulanmasını sağlamak için hastaneye giden 85 yaşındaki Yusuf Topal, iddiaya göre doktorla tartıştı. Doktorun ihbarı sonucu olay mahalline gelen polisler, Topal’a biber gazı sıktı, ellerini arkadan kelepçeledi, görüntülere de yansıdığı gibi dövdü. Fenalaştığı halde sürüklenerek polis aracına bindirilen Topal kalp krizi geçirerek öldü.
Mesela, Tarsus T Tipi Kapalı Cezaevi’nde kalan 76 yaşındaki Sisê Bingöl’ün yaşadığı sağlık sorunları her geçen gün daha da ağırlaşıyor. Yaşlılığa ve cezaevi koşullarına bağlı kalp, karaciğer, mesane rahatsızlığı, yüksek tansiyon, şeker ve böbrek hastalığı tanısı konulan Bingöl’ün cezasının infazının durdurulması için avukatlarının yaptığı bütün başvurular reddedildi. Muş Devlet Hastanesi, Bingöl için “cezaevinde hayatını tek başına idame ettiremez”, Adli Tıp Kurumu ile Tarsus Devlet Hastanesi ise “cezaevinde hayatını tek başına sürdürebilir” raporu verdi.
Mesela, Ankara-Çankaya’da bulunan Kuğulu Park’ta, “kanlı ay tutulmasını” izleyenlerin sayısı artınca “olay mahalline” TOMA getirildi ve parkın içindeki polisler GBT sorgulaması yaptı.
Mesela, “Benim Varoş Hikâyem” isimli filminde Adana-Ceyhan’daki “itilmişlerin” hikâyesini aktaran yönetmen Yunus Ozan Korkut, 27 Temmuz’da şöyle bir Tweet paylaştı: “Yaptığım film yüzünden 30 Ocak 2019 tarihinde Ceyhan adliyesinde yargılanacağım. Ne diyeceğimi bilemiyorum artık.”
Gösterime de giren çok ödüllü bu filmde Çulluk Yusuf, Pele Dayı, Tiryaki Emre, Terlikçi Serap, Rokko ve çetesi, Elektroşot, Drej Hasan, Keleş Utar ve daha nice karakteri aktaran Korkut, “suçu ve suçluyu övme” iddiasıyla geçenlerde gözaltına alınmış. Keza, yapılan ihbar üzerine, filmin geçtiği mahalleye büyük bir operasyon yapılmış, film boyunca hiç konuşmayan ve sadece birkaç sahnede, elinde oyuncak tabancayla görünen genç dâhil beş film karakteri gözaltına alınmış. Mahkeme de Ceyhan’dan Adana’ya gidecek parası bile olmayan bu gençlerin hepsine yurtdışına çıkma yasağı koymuş.
Örnekler sayısızlaştırılabilir ama hepsi aynı sonucu destekliyor: Yaygın bir muhalefetin varlığı dolayısıyla, iktidarından olma korkusu muktediri paranoid bir ruh haline sokarken, onun şakşakçıları da bunca haksızlığa, hukuksuzluğa direndiği için solculara “hasta” teşhisi koymaya yeltenmek zorunda. Hem, direnen haklılara “hasta” teşhisi koymazsan, güce ve güçlüye tapınma hastalığını nasıl örtebilirsin ki?