On iki yıl sonra Hatay’ın demografik olarak elimizden gideceğine, Suriyeli bir başkana teslim edileceğine ve uzun vadede aynısının Türkiye genelinde de geçerli olacağına, yeni doğan dört çocuktan üçünün Suriyeli olmasından ötürü Türklerin azınlığa düştüğüne dair Hatay belediye başkanı Lütfü Savaş’ın açıklamalarıyla sığınmacı meselesi yeniden alevlendi.
Alevlenmekle kalmadı, devasa bir ırkçı nefret bulutu tüm kenti, ardından da ülke gündemini esir aldı.
Bu polemiğin ardından, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın sığınmacıları göndermeyeceklerini açıklaması, ana muhalefet partisi milletvekillerinin ise sığınmacıları davulla zurnayla göndereceklerini ısrarla dile getirmeleri ise, iki görüş arasındaki kutuplaşma hatlarının ne kadar kesinleştiğini gözler önüne serdi.
Sığınmacılar konusunda herkes yerleşik söyleme, kalıplara ve davranışlara sıkı sıkıya bağlıyken, artık yeni bir söylemin inşasına odaklanmak gerekiyor. Ve bunda siyasi iktidar kadar muhalefete de önemli görevler düşüyor. Önümüzde ise birkaç temel sorunsal var.
Kimisi isteğe bağlı kimisi de istem dışı koşulların sonucunda göç etmiş olan sığınmacılar, bir ülkenin demografik yapısını bozan bir beka sorunu mudur, yoksa sığınmacıların topluma entegrasyonuna yönelik doğru ve sürdürülebilir modellerin geliştirilmemesinin tehlikesini mi tartışmaya açmak gerekir?
Suriyeli çocukların Türk eğitim sistemine entegrasyonunun desteklenmesi yönündeki projelere yapılan harcamalar, Suriyelilerin kendilerini bu toplumun birer ferdi olarak görmeleri, yaşadıkları ülkenin dilini bilmeleri ve mekânsal algılarını çeşitlendirmeleri doğrultusunda atılmış olan değerli adımlardır ve bu ve benzeri projeleri bu kutuplaşma girdabında feda etmemek gerekir.
Öte yandan, girdi maliyetlerinden dolayı, Hataylı çiftçilerin yüzde 75’i bu mesleği bırakmışken ve Suriyeliler onların tarlalarını kim bilir hangi zorlu koşullar altında işleyecekken, ucuz emek, insanca yaşam koşulları, tarımın geleceği, yeni tarım düzeni, devletin çiftçiye destek modelleri gibi kavramların zaman içinde hangi noktaya evrileceğini konuşmalıyız aslında...
Hatay kaymakamı Suriyelilere çilek ekimini öğrenmeleri için fon bulup onları yerel ekonomiye dahil ederken, bunu kötü bir şey olarak mı sunmalıyız, yoksa aynı Suriyeli akşam evine ekmek getirecek gelirden yoksun olduğunda doğuracağı kriminalite sorununu mu düşünmeliyiz?
Çilek ekmeyi öğrenme!
Çocuğun, sınıfımızda çocuklarımızla aynı sırayı paylaşmasın!
Ama bir yandan da dilimizi, kültürümüzü bilmediğin konusundaki yergilerimize muhatap ol!
Kendi topluluğuna yönelik restoranlar açma! Yerel yemeklerini pişirme! Yerel müziğini uluorta dinleme!
İşimizi elimizden alma, evinde otur!
Ama komşumuz olma!
Hastanelerimizde kuyruk oluşturma, bize sıra gelmiyor!
Çocuk doğurma, ama bir yandan da mobilya dükkanlarımızda kayıtdışı çalıştıracağımız ucuz işgücüne ihtiyacımız olduğunu unutma!
Ama bir yandan da asayişi bozma!
Mümkün mü? Karşımızda duygusuz bir taş değil, tüm duygularıyla biricik, öfkeli, inatçı, kaygılı, zaman zaman kindar, zaman zaman da kırılgan bir insan var.
Konuya farklı bir coğrafyadan yaklaşalım. 20 milyonun üzerinde göçmene ev sahipliği yapan Almanya’da, Türkiye kökenli bir belediye başkanı olması, Almanya’nın demografik yapısını bozar mı?
Hollanda’da Başbakan Mark Rutte başkanlığında bu sene başında kurulan 4 partili koalisyon hükümetinde Türkiye kökenli iki bakanın görev alması hepimizi gururlandırıyor.
Aynı şekilde 2019 yılında Almanya / Hannover Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen Yeşiller partisinden Türkiye kökenli Belit Onay’ın, ırkçılığın artışa geçtiği bir dönemde “Almanya bizim ülkemiz” demesi de son derece değerli. Onay’ın ailesinin de Almanya’ya ilk geldiklerinde dışlanmış olmaları, mikro ölçekte ırkçılığa en azından söylem düzeyinde maruz kalmış olmaları muhtemel.
Ama tüm bunların üst perdeden, sistematik olarak onları dışlayan ve Türkiye’ye dönmelerini öğütleyen bir tonda yapılması durumunda Belit Onay, şu andaki konumuna gelmezdi, gelemezdi. Ona ve onun gibi birçok göçmene şans tanındı, bu şansı eğitim, fırsat eşitliği ve toplumsal kurallara saygı temelinde kullananlar ise, ırkından, dilinden, dininden, geldiği ülkeden bağımsız olarak toplumda statü elde ettiler, prestijli bir meslek sahibi olamayanlar ise toplumun eşit fertleri olarak yaşamlarını asgari uyum ve saygı temelinde sürdürüyorlar.
Ne Almanya ne de Hollanda, Türkiye kökenli kişilerin yönetici pozisyonlara yükselmesiyle bir bozulma yaşadı. Tam tersine demokrasiye ve çok kültürlü yaşama dair inançlar tazelendi, göçmen kökenli kişilere yönelik toplumsal dışlama her ne kadar gerçekse de artık marjinal düzeyde kalabildiğini gösterdi. Zira örneğin 1970’li yıllarda Almanya’ya göç eden bir ailenin çocuğu olan Belit Onay, kenti olan Hannover’de sokağa çıktığında bir “kahraman” muamelesi görüyor.
Burada sığınmacıların günah keçisi haline getirilmesi üzerinden evrilen ve medyanın sorumsuz aktarımlarının da etkisiyle çok tehlikeli uçlara savrulan tartışma, aslında sığınmacıların toplumdaki dengeleri bozup bozmaması üzerine değil, toplumun ırkçılığa karşı nasıl eğitileceği, sosyal medyada gördüğü tek bir cümlelik demeçle yan komşusuna sırf Suriyeli olduğu için saldırmakta beis görmeyen insanların nasıl demokratikleştirileceği olmalıdır.
Öte yandan, Senatör seçilirse Türk vatandaşlığından çıkacağını geçtiğimiz günlerde açıklayan Mehmet Öz’ün bu tavrıyla göçmenlere yönelik önyargıları neredeyse meşrulaştırması da birçok toplumda bu habis ırkçılığın kişileri kimliklerine yönelik taarruzlar karşısında nasıl boyun eğdirdiğini göstermesi açısından anlamlı bir örnek oldu.
Yabancı düşmanlığı öyle güçlü bir virüs ki, bir noktada kişiyi kendine yabancılaştırır, kendi kimliği dışındaki herkesi kalın duvarlar örülü bir zindana iter ve bu üstünlükçü bakış açısıyla aynı zamanda kendi yaşamını da zindana çevirir. Bu zihinsel bir tutukluluktur aslında.
Lanetlenmiş bataklıklara saplanır insanlık. Portakal ağaçlarından çevreye yayılan kokuları duyumsayamaz, zeytin ağaçlarının fısıldadığı kardeşliğe kapar kulaklarını; sevmez, sevdirmez, öfkeli ruhlar cehennemine çevirir etrafını.
Yabancı düşmanlığı, diğerini görmemek, algılamamak, iletişim kuramamak, nasır bağlamış ruhlar içinde ötekine söylenecek hiçbir sözü olmadığı için nefret kusmaktır. Oysa ne hayat tek kişilik veya tek perdelik bir oyundur, ne de yaşadığımız coğrafya teksesliliğe alışkındır.
İşinden ve aşından olma endişesi, kriminalitenin artabileceği korkusu, kamu hizmetlerinden yararlanma süresi ve etkinliğinin azaldığına dair eleştiriler ve kimlik kaybına ilişkin duyulan çekinceler, bu düşmanlığı besleyen genelgeçer endişelerdir.
Ancak Türkiye özelinde kendilerini ucuz işgücü olarak konumlandırıp kayıtdışı ekonomide bir alan açan ve orada çalışan, şimdilik kriminalite oranlarını alarm verici düzeye getirmeyen bir sığınmacı gerçekliğini de kabul etmemiz gerekiyor. Suriyelilerin yoğun yaşadığı illerde Adalet ve Kalkınma Partisi’nin son on yılda ortalamanın altında bir oy kaybı yaşaması ise, bu memnuniyetsizliğin yerel halkın oy verme davranışına yansımadığını gösteriyor.
Sığınmacılar şehir yaşantısına alıştıkça, yeni nesil okullaştıkça çocuk sayısı da azalıyor ve bu süreç bir demografik dönüşüme evrilmiyor. Yaşadıkları yeni toplumun kültürel kodlarına entegre oldukça iş ve aş bulacakları, onlara ev sahipliği yapan toplumsal ortam içinde kendi kültürel özelliklerini koruyarak var olabilmenin ve bütünleşebilmenin her taraf için kazanç sağlayacağı görülüyor.
Ayrıca, belirli bir süre sonunda gereken koşulları karşılayan Suriyelilere vatandaşlık verilmesi de bu insanların kamuda idari pozisyonlara aday olmalarının önünü açıyor ve bu da kaçınılmaz şekilde vergi vermekten siyasi katılıma dek birçok vatandaşlık hak ve ödevini beraberinde getiriyor. Ama Türkiye’de toplum, sığınmacılara siyasal haklar verilmemesi talebi konusunda tüm partiler düzeyinde bir ortaklaşma içerisinde.
Şurası bir gerçek ki, mültecilik konusunu ırkçılık ve milliyetçilik kışkırtmalarının gölgesinden çıkararak evrensel insan hakları çerçevesinde çözmek, bunun için mücadele etmek gerekiyor. Mülteci statüsünü alan kişinin seçme-seçilme hakkını elde edemediğini bilmemiz gerekiyor. Türkiye’de 4 milyona yakın Suriyeli mültecinin sadece 193.293’ünün Türk vatandaşı olduğunu vurgulamamız gerekiyor.
Suriyeliler Barometresi başta olmak üzere son dönemde yapılan birçok araştırmaya göre, Türkiye’de yaşayan genç sığınmacıların yarıdan fazlası eğitimlerine ve iş yaşamlarına burada devam etmek istiyor ve ülkelerine geri dönmeyi düşünmüyor;
“Hatay bizimdir” diye ayaklanmaya da, “çok seviyorsan evinde besle” şeklindeki aşağılayıcı önermelere muhatap olmaya da hiç niyetleri yok. Çünkü “anavatan” dendiğinde Suriye yerine Türkiye'yi görüyorlar ve burada ya sığınmacı haklarıyla ya da eşit vatandaş olarak var olmaya can atıyorlar.
Dolayısıyla, bizlerin bir Suriyelinin belediye başkanı olup olmayacağını tartışmamız yerine, sorunları kompartmanlaştırıp, genciyle yaşlısıyla çocuğuyla bu sığınmacıların Türkiye'deki entegrasyonunu, sosyal uyumunu ve kamu hizmetlerine erişimini sağlamanın en etkili ve kalıcı yollarını geliştirmemiz gerekiyor.
Bu kapsamda çocuk yaşta evliliklerin önlenmesine karşı sivil toplumun farkındalık çalışmasından, aile planlaması ve erken gebelik konusunda bilinçlendirmeye dek birçok alanda toplumsal normların aktarımı da bir zorunluluk olmuştur.
Bu kördüğümün anahtarlarından biri, eşit temelde entegrasyon politikalarına ağırlık verilmesi ve mültecileri dışlayan anlayışın dönüştürülmesidir.
Bu topraklarda sığınmacı dendiğinde emek piyasasındaki sömürü, ucuz işgücü ve gayriinsani çalışma koşulları akla gelmemeli. Vatandaşlık elde ettikten sonra belediye meclislerinde, temsili kurumlarda bulunan Suriyeliler, Hatay, Kilis gibi kritik noktalarda yerel halkın içindeki sorunları, kendi halkını tanıdığı için daha doğru bir şekilde dile getirebilecek bir bağ şeklinde kurgulanabilmeli. Birkaç sene önce Türkiye vatandaşı olup ismini de Alptekin Hocaoğlu olarak değiştirerek Gelecek Partisi’nin kurucu üyelerinden olan Halid Hoca buna sadece bir örnek.
Türkiye’nin önümüzdeki yıllarda topraklarında misafir etmeye devam edeceği sığınmacılar meselesi saldırgan bir tutumla ve zorla geri gönderme tehdidiyle çözülemez. Bu tür tehditler, sorunu sadece büyütmekle ve sığınmacıları kriminalize ederek onları toplumun dışına itip dışlanmalarına yol açmakla sonuçlanır.
Ve unutmamalıyız ki, yabancı düşmanlığı en büyük beka sorunlarımızdan biridir.
Ve büyük şair Gülten Akın’ın da ifadeleriyle, “Her mültecinin içinde bir gül ağacı boylanır. Sıcağa susuzluğa dayanıklı. Ülkesizlik tüm ülkeler sayısınca genişliktir. Sınırsızlığa, sonsuzluğa dayanıklı.”