Gözümüzü savaş haberlerine, ambargolara ve dünya liderleri arasında karşılıklı sert demeçlere açtığımız son günlerde emek tarihi açısından önemli kırılmalar yaşanıyor. Önce Trendyol Express çalışanlarının “turuncu grevi” dikkatleri çekti. Kendilerine enflasyonun altında zam yapıldığını söyleyerek “kontak kapattılar”, Maslak’taki genel merkez önünde toplandılar ve “hakkımızı alana kadar buradan ayrılmama kararı aldık” dediler.
Sanki onları on yıllar öncesinden gözlemlercesine,
“Taş kesilmişti açlığından işçinin biri
Evine doğru yürürken
Sağ elinde aylığı vardı çil çil
Sol elinde anası, karısı, dört çocuk
Gelen geçen:
İşverene yanıt dediler”, demişti İlhan Berk, “Taş Kesilen İşçi” şiirinde...
Sosyal medya üzerinden görünürlüğü artan eylemler ve pazarlıklar sonuç verdi, istedikleri oranda zam ve aylık hak edişlerinde düzenleme yapıldı. Turuncu montlarından portakal kokulu bir zafer yükseliyordu.
Ardından Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın da desteğini ardına alan BBC İstanbul bürosunda yerel sözleşmeyle çalışan gazeteciler, toplu sözleşme görüşmelerinin tıkanması ve resmi enflasyon oranının çok altında zam önerisi getirilmesi karşısında kar, soğuk, yağmur dinlemeden kararlı bir şekilde grevlerini sürdürdüler. BBC’nin Türkiye’den video ve haber üretimi ile içerikleri bu süreçte epey etkilendi. Yoldan geçenler korna çalarak onlara destek oldu, esnaf soğukta içleri ısınsın diye çorba ikram etti.
Sosyal medyanın gözü önünde günlerce süregiden bu “medyatik” grev de yüzlerdeki muzaffer gülümsemeyle sonuçlandı ve BBC emekçileri yıllık zam oranlarında, özel sağlık sigortasında, günlük yemek desteği ve gözlük yardımında taleplerini kabul ettirdiler. “Bu kazanımlarımız, haklarını elde edemeyen herkesi harekete geçirmek için önemli bir motivasyon kaynağı olur umarız” dediler.
Sonraki aşamada Esenyurt Migros depo işçileri ile Yemeksepeti kuryelerinin “pembe montlu haykırışları” ve net ücret talepleri katıldı bu dalgaya... Onlar da kazanabileceklerini gösterdiler. Onlar için de bizler için de büyük zaferlerdi bunlar. Konu sadece ay sonunu getirmek de değildi, konu yaşama onurlarıydı, yoksulluğa karşı tek ses olabildiklerini gören farklı kesimlerin ortaklaşmasıydı, içseslerini kendilerinin bile daha gür duymalarıydı.
Can Yücel’i anımsarsak, “Hava döndü işçiden, işçiden esiyor yel.” Eylemlerde Haluk Levent’in arabuluculuk yapması ise, birçok ezberi bozdu, dayanışma paydasını genişletti. İşveren-emekçi arasındaki ilişkinin kibir veya sömürü değil emeğe saygı üzerinden değerlendirilmesi isteniyordu.
Gayeleri; işten atılan arkadaşlarının duyulmayan sesi olmak ve onların işlerine geri dönmelerini sağlamak; iş güvenliği, işçi sağlığı, ücret artışı gibi konularda insana yaraşır çalışma koşullarına herkes için, hatta kendilerinden sonraki nesiller için de erişebilmek, öncü olabilmekti.
Son zam oranları sonucu asgari ücret ile eşitlenen maaşlarıyla yaşamalarının mümkün olmadığını görmüşlerdi. Maaş, prim ve yan haklarının artırılmasını, hak arayan hiçbir motokuryenin işten atılmamasını, iş kollarının derhal taşımacılığa geçirilmesini ve sendikal faaliyetlerinin güvence altına alınmasını istiyorlardı. Sefalet koşullarında yaşamayı istemiyorlardı. Hele ki pandemi gibi kırılma dönemleriyle birlikte kendi iş kollarına toplumsal ihtiyacın ve talebin bu denli arttığı koşullarda, sadece patronu zengin etmeyi değil, evde ailesine et yedirebilmeyi, yılda bir kez memleketine bir hafta da olsa tatile gidebilmeyi, insanca yaşamı deneyimlemeyi istiyorlardı. Bu hak talepleri de sanatçılar, akademisyenler, yazarlar ve siyasetçilerden destek görüyordu.
Hedefleri; “Bu direnişin kazananı, birliğine ve haklılığına inanmış işçiler ve her türlü yaratıcı dayanışmayı sergileyen halkımız ve dostlarımızdır” diyebilmekti. Ve çocuğuna süt alamadığı için ağlayan babanın vicdanları yaralayan şekilde ters kelepçeyle götürülmesine karşı vicdan çağrısı yapabilmekti. “Grev halayı zafer halayına dönüşecek” sloganı atabilmekti.
Emekçilerin eylemlerinin gücü, Türkiye işçi sınıfı hareketinin belki de en “efsanevi” olaylarından biri olan ve 70 bin maden işçisinin katıldığı 1991 yılındaki Büyük Madenci Yürüyüşü’ne benzetildi. Belki o dönemden önemli bir farkı da bu eylemlerin sosyal medya üzerinden anlık takip edilmesi, emekçilerin taleplerini yurtiçi ve yurtdışı basına daha yaygın şekilde iletebilmesiydi.
Pandemi döneminde yaşanan ekonomik kırılganlıklar, ücretlerin yıldan yıla enflasyon karşısında erimesi, ardından yerel seçimlerde büyük kentlerin muhalefet partisi adaylarının yönetimine geçmesi ve kentlerin “tutunamayanları” için askıda ekmek, askıda fatura gibi sosyal belediyecilik uygulamalarının gerçekleştirilmesi birçok kademede farkındalık yarattı.
Ay sonunu zor getirirken bir yandan da pandemide maaşı kesilen veya bir anda kapı önüne konan emekçi, belediyenin kurduğu hayırseverler ağı tarafından su veya elektrik faturasının ödendiğini gördü ve bu dayanışma ağı ona o ay ve sonraları rahat bir nefes aldırdı; toplumdaki o çok özlenen yardımlaşma bağlarının henüz yok olmadığı kanıtlandı.
Bir yandan da işçi sınıfı profil değiştirdi; atanamayan öğretmen de, üniversite mezunu olup kendi sektöründe liyakat temelli istihdam gözetilmediği için iş bulamayan beyaz yakalı da, emeklilikte yaşa takılan da, nafakasını tahsil edemeyen kadın da motokurye oldu. Yani yeni bir işçi sınıfı kendini inşa ediyordu ve bu sınıf kendi değerler sistemini de beraberinde getirerek bu değerleri sahiplenip dillendirecek sözcüler de yetiştirmeye başlamıştı.
Sektörel bazda değişkenlikler gösterse de, temel bir itirazları vardı: Ürettikleri katma değere rağmen sömürü düzeni içerisinde çalışmamak, sosyal medya üzerinden gelişmiş ülkelerde nasıl yaşadıklarını gördükleri meslektaşlarıyla benzer çalışma koşullarına ve alım imkanlarına kavuşmak... Kendi ayakları üzerinde duran, kimseye bağımlı olmadan yaşayabilen, emekleri takdir gören bir sınıf olmaktı hedefleri. Var eden, üreten, ama yine de acı çeken, iş cinayetlerine kurban giden olmak istemiyorlardı.
Toplumsal muhalefete sırtını dayayabileceklerini anlamışlardı, çünkü emekçinin hakkının yendiğine dair somut kanıtları gören tüketiciler bir markayı bir anda boykot edebiliyordu. Hak taleplerinin demokratik bir insan hakkı olduğunu ve kolektif bir toplumsal bilinç etrafında bir araya gelen siyaset-üstü bir kitlenin ne kadar etkili olabileceğini sosyal medya sayesinde öğrendiler.
Çalışma koşullarına dair duydukları tepki ve öfkeyi sağlıklı ve yapıcı bir biçime dönüştürüp sınıfsal bir değişimin öncüsü olabileceklerini fark ettiler. Sosyal medya üzerinden seslerini duyurup yaşadıkları hak ihlallerini görünür kılabiliyorlardı, bu onların yeni vahasıydı.
Her insan bencil bir varlık değildi; dayanışmacı yönü de vardı, paylaşımcıydı ve güç birliği yaptığında kendi ortak yararı için değişimin öncüsü olabilirdi. İnsan emeğini düşük ücretlerle sömüren markayı tüketmemek, sömürülen işçilere destek olmak demekti. Öte yandan işçiler örgütlü oldukça, sendikalar güçlendikçe toplumsal hareketler de somut değişim yaratabilirdi.
Bir süredir devam eden, kimi zaferle sonuçlanan, kimi halen sonuç bekleyen bu itiraz dalgasının ardından karşımızda yeni bir emekçi sınıfın yükseldiğini fark etmeliyiz. Bu sınıf artık çalışma yaşamında karşılaştıkları düzensizliklere, hukuksuzluklara, hak gasplarına sessiz kalmıyor. Toplumsal muhalefetin ve sosyal medyanın verdiği güçle dilediği anda üretimi, depolamayı veya sevkiyatı durdurabiliyor, çünkü üretim çarkları içinde aslında ne kadar önemli ve vazgeçilmez bir rol üstlendiklerinin bilincine varmış durumdalar.
Burada yapılması gereken, değerler sistemini, işçi sınıfı için Batılı normlar ışığında yeniden düzenleyen, onurlu bir yaşam idealini, sürdürülebilir, makul ve sağlam bir modeli geliştirmektir. Bir süredir farklı toplumsal sınıflar için gündeme getirilen “yurttaşlık geliri” veya diğer ismiyle “evrensel temel gelir” bu tartışmalardan biri olabilir. Çünkü her ay devletten sırf vatandaş olduğu için almaya hak kazandığı temel gelir, kişiye vahşi sömürü koşullarında çalışmayı reddetmesi için bir güç verir, ona onurlu yaşam standartları sağlayan iş kollarına ve şirketlere yönelme “lüksü” sağlar. Bu da birçok açıdan işverenin üretim ve hizmet döngüsünü sürdürebilmek adına çalışanına Batılı standartlara uygun çalışma koşulları sunması için bir özendirme olur.
Dolayısıyla biz pembe veya turuncu montluların öfkesini konuşurken ve buna yönelik önlemlerin özel sektör tarafından alınmasını beklerken, bir yandan da devlet tarafından yurttaşlık geliri veya benzeri bir modelin Türkiye koşullarında kalıcı ve ivedi bir çözüm olarak tasarlanması gerekiyor. Emek mücadelesi ise, süreç odaklı, uzun soluklu bir mücadeledir.
Yoksa mont rengi değişir ama zamanın ruhuna göre şekillenen neoliberal politikalar bağlamında emeğe verilen değer düzeni bir gecede değişmez. Ne de olsa hayatın kendisi başlı başına bir emektir.
Emek mücadelesini dizelerinde şiirselleştiren büyük şair Nazım Hikmet’i anımsayalım: “Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir, haklı günler, büyük günler, gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan...”