Türkiye’de yayımlanan ilk müzik kitaplarından biri, Oğuz Alplâçin imzalı “Dünya Sarsılıyor / Rock’n Roll”. Ekicigil Yayınları bünyesinde çıkartılan “Aktüalite Kitapları Serisi”nin 1 numaralısı olarak 1956 yılında basılmış. Alplâçin, yazdığı giriş yazısında 1955 yılında Venedik Film Festivali’nden geri çekilen bir filmi anıyor ve şu soruyu soruyor: “Başrolünü Glenn Ford’un oynamış olduğu ‘Karatahtalı Orman / Blackboard Jungle’ isimli bu filmin fon müziğinin günümüzde bir baştan bir başa dünyayı sarsacak çılgın bir ahengin kıvılcımı olacağını o zamanlar kim tahmin edebilirdi?” Sonrasında filmin özetini de okuyucuyla paylaşıyor: “Amerika’da bir okulda bazı kayıtlara ve sosyal değerlere karşı kafa tutan asi ruhlu öğrencilerin ibret verici hikâyesi.” Filmin “gayet hızlı, alışılmamış ahenkte” müziği ve özellikle “Saatin Etrafında Sallantı / Rock Around a Clock” adlı şarkının “şaşırtıcı bir rağbet” gördüğünü söyleyen yazar, “tez zamanda birçok müzisyen”in “aynı esas üzerine sayısız şarkı” bestelediğini de yazıyor ve bu tuhaf modanın peşine düştüğünü, kitabı bunun için yazdığını söylüyor ve bu sunuşu şu cümlelerle sonlandırıyor: “Musiki değerlerini ve yapılarını ilerideki sayfalarımızda inceleyeceğimiz şarkılarla “Sallan ve Yuvarlan / Rock’n Roll” denilen yepyeni bir dansın ateşli raşeleri de dünyayı sarıyordu. (…) Mayfair’in gece kulüplerinden tutun da Roma’nın düşük seviyeli dansinglerine kadar binlerce kilometrekarelik bir çevre, aynı sihirli kelimelerin garip ahengine kapılmış gibiydi.”
Oğuz Haluk Alplâçin, memleketin gördüğü enteresan isimlerden. Çok kişiyle tanışmış, dönemin önemli isimleriyle yolu kesişmiş olmasına rağmen yokmuş gibi davrandığı için ona yakıştırılan Hayalet lakabı, biraz da kişiliğinin tarifi. Neredeyse herkesin, üstelik yaşadığı dönemin şair ve yazarlarının tanıdığı bir insan hakkında bugüne kadar ulaşan bilginin sınırlı olması, bundan. Yolumu onunla geç kesiştirmem de öyle. Adını, Sezer Duru ve Orhan Duru tarafından derlenen “O Pera’daki Hayalet” (YKY, 1996) adlı kitapta duymuş, o kitabın sonuna eklenen “Dünya Sarsılıyor / Rock’n Roll”u heyecanla okumuştum. Tezer Özlü’nün bir hikâyesine adını veren “Hayalet Oğuz”un o olduğunu da böylelikle öğrenmiştim. Sonrasında hakkında başka bilgilere ulaşmak istedimse de dergilerde kalmış birkaç yazı ve bir-iki şiir dışında bir şeye ulaşamamıştım. O yıllarda Ankara’da Müzük adlı dergiyi çıkartıyorduk; orada yazdığım yazılardan birinde kitaptan söz etmiş, kitabın sonundaki “Rock’n Roll Müziği ve Dansı Konusunda Genç Sanatçılarımızın Düşündükleri” başlıklı bölümden kimi cümleleri alıntılamıştım. Sonra hayat beni başka bir yere savurdu, müziğin peşinden gittim ve Hayalet’i (her zaman anmakla birlikte) orada bıraktım.
“Kurdeşen” ve “Ari Erk Cetveli” adlı kitaplarıyla tanıdığımız Kaya Tanış benim gibi yapmamış, Hayalet’in izini sürmüş ve öğrendiklerini “Burası Orası Değil (Hayalet Oğuz Kitabı) / Oğuz Haluk Alplâçin – Yaşamı ve Eserleri” başlıklı kitapta toplamış. Son dönemde beni en çok heyecanlandıran kitaplardan biri bu. Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından okura ulaştırıldı. Künyesinde, bir başka değerli isim var: Kitabın editörlüğünü Çağlayan Çevik yapmış. Kitap, kapağında Duygu Sağıroğlu imzalı bir Hayalet portresiyle bizi karşılıyor ve merak ettiğim o dünyanın içine alıyor. Kitabın arka kapağına bakarsak, “yıllara yayılan (belki hâlâ devam eden) bir iz sürmenin neticesi bu. Nitekim, kitaba “giriş niyetine” yazdığı “Hakikatten Hayalet’e yahut Bir İhanetin Peşinde” başlıklı yazıda bu iz sürmenin hikâyesini, hiç değilse büyük kısmını okumak mümkün. Tanış, kendini ve Hayalet hakkındaki hislerini saklamamış, alabildiğine açık davranmış. Bu, kitabı okumaya girişirken arkamıza aldığımız büyük teşvik.
Bu noktada, sözü geçen kitabın yaşamöyküsü ve hatıralar dışında pek çok belgeyi önümüze getirdiğini söyleyeyim. Bunlar arasında gazete kupürleri, fotoğraflar, Alplâçin imzalı kitapların kapakları ve Hayalet’in bizzat yazdıkları var. Eksiksiz bir derleme olduğu söylenemez ama yeni bir şey bulunana kadar eksiksiz kabul etmek durumundayız. Bu anlamda, (yazdığı / hazırladığı kitapları bir kenara bırakacak olursak) elimizdeki, bir Oğuz Haluk Alplâçin külliyatı aynı zamanda. Üstelik bu külliyatın ucuna “Dünya Sarsılıyor / Rock’n Roll” da eklenmiş. Tanış, bir de sürpriz yapmış ve ilk baskıda yer almasına rağmen YKY baskısına alınmayan fotoğraflar ve bu fotoğraflara dair yazıları da kitaba eklemiş. Böylelikle, memleketin (belki de dünyanın) ilk rock’n roll kitabı, yayımlanışının 65. Yılında eksiksiz olarak okura ulaştırılıyor.
Kitap ve Hayalet Oğuz namıyla maruf Oğuz Haluk Alplâçin hakkında çok şey söylenebilir ama ben, Tanış’tan aldığım ilhamla Hayalet’in açtığı yoldan ilerleyecek, memlekette kurulan ilk rock’n roll orkestrasının hikâyesini anlatacağım. Enteresandır, bu “uygunsuz” tür, Deniz Harp Okulu öğrencileri tarafından memlekete sokuluyor. Okul orkestralarının yavaş yavaş kurulduğu dönemde, kolaylıkla Türkiye dışına çıkan ve yanlarında getirdikleri plakları, enstrümanları gümrüğe takılmadan “içeriye” sokan bu gençler, Avrupa’da gördükleri dansı ve bu dansa eşlik eden ezgileri hiç vakit kaybetmeden memlekete getirmiş. Hikâyeyi anlatırken zaman zaman araya gireceğim ama asıl anlatıcı, orkestranın kurucuları. 1999 yılında ekiple bir araya gelmiş, uzun söyleşiler yapmıştım. Yazıda, bugüne dek yayımlanmamış bu söyleşilerden yola çıkarak ilerleyeceğim. [Kimi meraklı gözlerden kaçmayacaktır: Bundan birkaç yıl önce Musikimani adlı bir portal girişiminde bulunmuş, bu söyleşilerin küçük bir kısmını orada yayımlamıştım. Yazık ki artık ne o portala ulaşılabiliyor ne de orada yayımlanmış yazılara. Bunun için, “bu söyleşiler burada ilk kez yayımlanıyor” cümlesini kurabilirim.]
Hayalet Oğuz’a kitap yazdıran rock’n roll rüzgârı, 1957 yılında Heybeliada’dan doğru esmiş ve Deniz Harp Okulu bünyesinde müzik yapan ekip ortalığı sallamış, yuvarlamış. Lise yıllarında tanışan, birlikte müzik yapmaya o dönemde başlayan, sonrasında bunu pekiştirenler Erkan Gürsal şefliğinde yola koyulan Güngör Yücel, Ersin Yüce, Durul Gence ve Erkut Taçkın. Komşu okuldan çalışmalara katılan Yalçın Ateş, cabası! Bu anlamda, anlatacağım hikâye ‘60’lı yıllara da ışık tutacak: Dönemin iki büyük rakibinin, Durul Gence 5 ve Yalçın Ateş 6’nın kurucularının yan yana geldiği bir ekip bu.
Topluluğun şefi, 2014 yılının Nisan ayında kaybettiğimiz Erkan Gürsal. 1999 başında İstanbul’daki evinde buluşmuş, orada başlayan muhabbetimizi, aynı yılın bahar aylarında (kısa bir süre sonra o yılın 17 Ağustos günü yaşanan depremde yıkılan) Gölcük Orduevi’nde sürdürmüştük. Evindeki ilk buluşmada Güngör Yücel ve Ersin Yüce de vardı. Sonrasında Erkut Taçkın’ı evinde ziyaret etmiştik. Gölcük’teki buluşmada bu kez tam kadro karşımdaydılar: Durul Gence ve Yalçın Ateş de onlara eklenmişti. İlk sözü Erkan Gürsal aldı, müziğe nasıl merak saldığını anlattı: “Askeri lisede boş zamanları değerlendirmenin pek çok yolu var. Başta spor faaliyetleri ama ben, birkaç arkadaşımla birlikte müziği seçtim çünkü okula geldiğimde zaten piyano çalıyordum. O zaman bütün dünyayı kasıp kavuran rock’n roll akımının etkisiyle yolumuzu öyle çizdik. Sadece müzik değil dans da ilgimizi çekiyordu çünkü okulda adab-ı muaşeretle birlikte dans öğretiliyordu. Deniz lisesi talebeleri her zaman en iyi şekilde dans eder, bunu çok iyi öğrenir. Biz de öğrenmiştik ve gençliğin getirdiği heyecanla yerimizde duramıyorduk. Başta ben piyano çalarken Durul (Gence) yanıma geliyordu, ikili olarak bir şeyler yapmaya çalışıyorduk ama yetmiyordu. O dönem çoksesli müziği seviyordum, Platters’ın dört sesli şarkılarını dinliyordum. Bir yandan da aklım Bill Haley’in çaldığı rock’n roll’lardaydı. Şanslıydık, yaptığımız yurtdışı yolculuklarında bu plakları daha Türkiye’ye gelmeden alıyor, dinliyorduk. Biz gidemesek sürekli Amerika’ya gidip gelen denizaltılardaki arkadaşlarımız aracılığıyla getirtiyorduk. O dönemde Amerikan Haberler Merkezi’nde çalışan arkadaşımız Sadık Hitay, duyduğu yeni şarkıları bize dinletiyordu.”
Sadık Hitay, hikâyesi yazılması gereken bir başka topluluğun, Galatasaray Lisesi bünyesinde müzik yapan İz-Caz’ın kurucularından; Arap Sadık adıyla bilinen kemancı. Yolları bir şekilde kesişmiş, ekibe kaynak sağlayan insanlardan biri olmuş. Ancak bir süre sonra dinlemek yetmemeye başlamış ve bu “yeni” şarkıları çalmak ve söylemek için yanıp tutuşmuşlar. Her biri askeri öğrenci ama serde gençlik var… Kanlarına giren rock’n roll mikrobu, yayılınca onlar için yeni bir dönem başlamış. Ona geçmeden önce sözü Durul Gence’ye vereyim, Erkan Gürsal’la yaptıkları “iş”i anlatsın: “1954 yılında birlikte çalmaya başladığımızda henüz rock’n roll Türkiye’ye gelmemişti, bilmiyorduk. Konserlerimizde o yılın sevilen tangolarını çalıyorduk. Sadece tangolar değil, repertuvarımızda rumbalar, bolerolar ve ça-ça, mambo, bugi bugi gibi dans müzikleri de vardı. Erkan Abi’yle birlikte okul çaylarına gidiyorduk, hem eğleniyor hem de eğlendiriyorduk.” Durul Gence, ekibe tesadüfen katılmış. Hayatını yönlendirecek, onu gemilerden sahnelere itecek bir tesadüf bu: “1954-1959 arası benim için müthiş bir dönem. Bambaşka bir sevdayla girdiğim Deniz Harp Okulu’nda aklımda olmayan yeni bir heyecan tattım. Çalıyorduk, söylüyorduk ama açıkçası müzisyen olmak gibi bir hayalimiz yoktu. Öyle olsaydı zaten baştan konservatuvara giderdim. Yine de aklımda müzik yapmak olmalı ki, okula girdiğimiz yıl okul orkestrası için yapılacak seçmelere katıldım. İlk günlerde tahtada gördüğüm bir ilan aklımı çeldi: Müzikle alakalı insanların büyük teneffüshanede toplanmaları istenmişti. Ben piyanist olmayı hayal ediyordum, küçükken piyano dersi almıştım. Söylenen günde teneffüshanenin yolunu tuttum ama ne göreyim, başta sonradan bizim ekibin şefi olacak Erkan Abi, herkes benden iyi piyano çalıyor! Etrafıma bakındım, davul için başvuranların davulla alakası yok. Hiçbiri çalamıyor, çaldıkları bir şeye benzemiyor. Bir dönem Ankara’da davulcu bir abim vardı, Nezih Özdeniz; bana davul çalmam için çok ısrar etmişti. Ben hiç tenezzül etmedim ama onun nasıl çaldığını hep dikkatle izledim. Sopaları nasıl tutar, hangi şarkıda nereye vurur… Göz hafızası dediğimiz optik belleğim kuvvetli olmalı ki hepsi gözümün önüne geldi. Bu arada ben düşünürken seçmelere katılanlar kaptırmış çalıyor ama davul hâlâ tekliyor. Çoğu üst sınıflardan, tanıdıklarım: Erkan Abi piyanoda, Tuncer Abi (Sezergil) ağız mızıkası çalıyor, Çetin Çoker vardı galiba, yanlış hatırlamıyorsam… Neden sonra beni fark ettiler, ‘A aa, biz seni unuttuk, sen ne çalacaktın?’ diye sorunca birden ‘davul çalmaya gelmiştim’ dedim. Kocaman bir yalan aslında! Kendime nasıl güveniyorsam artık… ‘Geç o zaman’ dediler, ‘çalmaya başla’. Çalış o çalış, hâlâ davulun arkasında oturuyorum!”
Gence, sadece davul değil bandoda trompet de çalmış. Söyleşinin bu noktasında adada ve İstanbul sokaklarında yaptıkları gösteri yürüyüşlerinde uzun sololar çaldığını anlatıyor… Bu, sonraki yıllarda kurduğu orkestralarda hem soloları yönlendirirken hem de çalarken çok işine yaramış ama merak ettiğimiz, kanlarını kaynatan rock’n roll’la nasıl tanıştılar? Sorunun cevabı, Durul Gence’nin anlattıklarında: “1957 yılında ‘Rock Around the Clock’ filmi Türkiye’de gösterildi. Müziği radyodan ve plaklardan duymuştuk ama görsel olarak ne ifade ediyor, bilmiyorduk. Filmi gördük, çarpıldık! O sıralarda Erkan Abi, çok sevdiği Platters’ın etkisiyle grubu genişletmenin yollarını arıyordu. Bana ısrar etmeye başladı: ‘Senin sınıfında yetenekli arkadaşlar yok mu? Şu grubu genişletelim, büyük bir vokal grubu oluşturalım ve çoksesli müzik yapalım…’ Aklıma Erkut (Taçkın) geldi. Hem eski arkadaşım, hem çok iyi bir kulağı var, hem de ritmik yeteneği fazla olduğu için güzel dans ediyor… İyi kulağı olduğunu çaldığı ıslıktan anlamıştım. Bir de Güngör (Yücel) vardı, teneffüslerde sıranın üzerinde tempo tutarak makarasına şarkılar söylerdi, ben de elime bir kitap alır, vurarak ona eşlik ederdim. Güngör’ün çok iyi şarkı söyleyeceğinden emindim ama onu derslerinden kopartıp gruba almak çok zordu, yanaşmayacağını biliyordum. Hele ki şarkı söylemek için hiç gelmezdi, ‘va-va’cı diye dalga geçiyordu şarkıcılarla! Bir hınzırlık düşündük, bandonun şefinden iki trompet aldık, ‘orkestramızda trompet eksik, gelip çalar mısınız’ diye gittik yanlarına… Erkut’la Güngör çanağa hemen düştüler ve trompet çalmak için orkestraya geldiler. Başta birkaç konserde sahiden trompet çaldırdık. İlerleyen zamanda gençliğin reaksiyonunu görünce trompeti unuttular, bizim yönlendirmemize gerek kalmadan kendi istekleriyle iki ‘va-va’cı oldular.”
Bu noktada, mikrofonu “va-va”cılardan birine uzatmak elzem… Güngör Yücel anlatıyor: “Lise döneminde okulda kimi aktiviteler var ve bu aktiviteler içinde başarılı olduğunuz zaman ön planda oluyorsunuz. Bu güzel bir şey. Benim ön planda olduğumu hissettiğim konulardan biri, okulun boru takımındaki yerim. Boru çalıyorum, üstelik iyi de çalıyorum. Hatta bir ara okulun boru takımının başına bile geçtim. Benim iyi boru çaldığımı gören Erkan Gürsal, ‘boruyu bu kadar iyi çalıyorsa trompeti hayli hayli çalar’ demiş çünkü perdelere basmadan üflediğiniz bir enstrüman, boru; ‘trompetin perdeleri var, onlara basarak çok daha iyi üfleyeceğiniz aşikar’ diye düşünmüş… Bir gün Durul’la geldi, Erkut’la benim elime birer trompet tutuşturdu, ‘bunda başarılı olursunuz, hadi bizimle konsere gelin’ dedi. Gittik, bir müddet onu çaldık. Sonrasında Erkan’la Durul bizi çaktırmadan vokale yönlendirdi. Nasıl oldu, ne arada oldu bilmiyorum ama kendimizi birdenbire grubun vokalisti olarak bulduk!”
Hikâyenin kırılma noktası, ekibin tamamlandığı zaman. Ersin Yüce’nin de onlara katılmasıyla bambaşka bir yola giriyorlar. Yüce, ekibe son dakikada bir emirle katılıyor. Hikâyenin bu bölümünü kendi anlatsın: “Ben ekipte değildim ama hepsinden önce okulda müzik yapmaya başladım. Enteresandır, katılmam emirle oldu! Deniz Lisesi ikinci sınıf öğrencisiyken arkadaşlarımın arasında şarkı söylüyordum. Bunu o dönem okul orkestrasının şefliğini yapan değerli abimiz Tuncer Sezergil’e söylemişler; beni çağırttı ve dinlemek istediğini söyledi. Ben sıkıldım tabii, hiç böyle şeylere alışık değilim. Yine de gittim, söyledim. Beni çok beğendi ve o zamanki mütevazı okul orkestrasına solist olarak aldı. Erkan Gürsal şefliğinde kurulan yeni orkestraya kadar okul orkestrasının tek solistiydim. Elbette bu çok zevkliydi ama hiçbir zevk, grupta yaptığımız çoksesli vokalin yanına erişemez. O bambaşka bir şey.”
Okul sathında fırtına gibi estikleri yıllarda başka okullardan onları dinlemeye gelenler yeni bir hareket yaratmış ve Deniz Harp Okulu Orkestrası adıyla kurulan topluluğu önce ismen sonra cismen okul dışına taşımış. Söz, Durul Gence’de: “Her dönem farklı okullardan öğrenciler okulu ziyarete gelirdi. Bunlar arasında heyecanla beklediklerimiz, kız okullarından gelen ziyaretçilerdi. Geldikleri zaman okuldaki faaliyetleri gösterme babında her seferinde biz de konser verirdik. Elbette kızlar geldiğinde hünerimizin hepsini gösterirdik. Böyle böyle ünümüz okul dışına taştı, İstanbul’a ulaştı ve oradaki okullardan konser davetleri almaya başladık. Arnavutköy Kız Koleji, Üsküdar Amerikan Lisesi, Galatasaray Lisesi gibi salonu olan okullar ısrarla bizi çağırmaya başladı.”
Çağırılmak güzel ama işin bir de resmi tarafı var. Askeri öğrencilerin bu tip organizasyonlarda yer alması pek hoş karşılanmıyor ve bu tarz davranışlar, okulun disiplinini bozan hareketler olarak değerlendiriliyor. Ama gençlerin kanı kaynıyor, durdurmak ne mümkün! Hemen çözüm bulunmuş. Buldukları cinliği, orkestranın şefi Erkan Gürsal’da: “Cumartesi günleri, izin günümüzde, farklı okullardan öğrencilerin katıldığı çaylarda çalardık. Okul dışındaki ilk faaliyetimiz bu. Sonra başka okullardan da davet almaya başladık ama resmi olarak çalmamız mümkün değildi, okul dışında bir şey yapmamız yasaktı. Yöneticilerimiz bu müziği tasvip etmiyor, çalacaksak klasik müzik çalmamızı istiyordu. Bu elbette çok güzel ama okulumuz bir konservatuvar olmadığı için bunu yapmamız zaten mümkün değildi, çok emek ve zaman ayırmamız gerekiyordu. Onun için bildiğimiz yoldan ilerledik ve büyüklerimizin istemediği müziği yaptık. Deniz Harp Okulu Orkestrası adını kullanamayacağımız için, kendimize yeni bir isim aradık. Sadece orkestranın ismi değil, bizimkiler de değişmek durumundaydı. Düşündük, önce Somer ismi çıktı. Tamer dedik olmadı, az değiştirdik oldu. O zaman sevdiğim kızın –ki sonra eşim oldu– soyadı Atasoy’du. Onu tersine çevirdim, Soyata yaptım. Oldu mu adım Somer Soyata! Diğer arkadaşlara da takma isimler bulduk ve yolumuza devam ettik.”
Topluluğun resmî kuruluş tarihi, 13 Mart 1957. Piyano ve vokalde yer alan Somer Soyata [Erkan Gürsal] dışında diğer elemanlar (kimi değiştirilmiş isimleriyle) şöyle: Ersin Erdeli [Ersin Yüce] (elektrik gitar, vokal), Taçkın Kuter [Erkut Taçkın] (vokal), Yücel Görgün [Güngör Yücel] (vokal), Tuğrul Tamero [Durul Gence] (davul), Özden Uluece (gitar, vokal), Aksel Foksel (elektrik gitar), Eray Turgay (bas), Erdal Sun [Yalçın Ateş] (alto saksafon), Okan Pelikan [Gürkan Bilgütay] (tenor saksafon). Somer Soyata ve Arkadaşları, dönemin gazetelerinde “müziklerini yaparken gelincik renkli kıyafetleri ve küçük küçük gösterileriyle” dikkat çeken bir topluluk olarak anılıyor.
Son sözü, topluluğun şefi Erkan Gürsal’a bırakayım: “Biz bu işin öncüsüyüz. O dönem bir tek Erol Büyükburç vardı, konserlerde genellikle onunla birlikte olurduk. Bizden sonra ortaya bizim izimizi süren Kuyrukluyıldızlar çıktı. Onu takiben diğer gruplar art arda sökün etti. Bu işe başladığımız yıllarda orkestralar klasik düzende çalardı: Şef önde olurdu, ayakta enstrümanını çalarken orkestrayı yönetirdi, diğer elemanlar notaların arkasına oturup enstrümanlarını çalardı. Biz, hepimiz bir anda ayağa kalktık ve sahneye yeni bir sistem getirdik, hareketlendirdik. Ben piyanoyu ayakta çalıyordum. Kimi şarkılarda hepimiz aynı anda aynı hareketleri yapıyorduk. Bu, alışılmış bir şey değildi. Müzik zaten bambaşkaydı, rock’n roll’u ilk kez bizden duydular. Sonrasında hem yaptığımız müzik hem de hareketlerimiz diğer orkestralara sıçradı, yeni bir dönem başlamış oldu.”
Gürsal’ın “diğer orkestralar” dediği, Erkin Koray’ın Alman Lisesi’nde, Barış Manço’nun Galatasaray Lisesi’nde, Şanar Yurdatapan ve arkadaşlarının İstanbul Üniversitesi’nde kurduğu “genç” topluluklar ama bu, bambaşka bir hikâye… Kim bilir, belki bir gün Gökçen Kaynatan’dan Cem Karaca’ya, Cahit Oben’den Süheyl Denizci’ye uzanan bu hikâyeyi de tanıklıklarıyla yazarım. Bu yazı, Hayalet Oğuz’a kendimce bir saygı duruşu olarak burada dursun. Bu vesileyle, Kaya Tanış’a bir kere daha teşekkür edeyim. Kitabı elinize aldığınızda bırakamıyorsunuz; şu kötü günlerde evden çıkmamak için şahane sebep!