Türkiye’de yayımlanan ilk müzik kitaplarından biri, Oğuz
Alplâçin imzalı “Dünya Sarsılıyor / Rock’n Roll”. Ekicigil
Yayınları bünyesinde çıkartılan “Aktüalite Kitapları Serisi”nin 1
numaralısı olarak 1956 yılında basılmış. Alplâçin, yazdığı giriş
yazısında 1955 yılında Venedik Film Festivali’nden geri çekilen bir
filmi anıyor ve şu soruyu soruyor: “Başrolünü Glenn Ford’un oynamış
olduğu ‘Karatahtalı Orman / Blackboard Jungle’ isimli bu filmin fon
müziğinin günümüzde bir baştan bir başa dünyayı sarsacak çılgın bir
ahengin kıvılcımı olacağını o zamanlar kim tahmin edebilirdi?”
Sonrasında filmin özetini de okuyucuyla paylaşıyor: “Amerika’da bir
okulda bazı kayıtlara ve sosyal değerlere karşı kafa tutan asi
ruhlu öğrencilerin ibret verici hikâyesi.” Filmin “gayet hızlı,
alışılmamış ahenkte” müziği ve özellikle “Saatin Etrafında Sallantı
/ Rock Around a Clock” adlı şarkının “şaşırtıcı bir rağbet”
gördüğünü söyleyen yazar, “tez zamanda birçok müzisyen”in “aynı
esas üzerine sayısız şarkı” bestelediğini de yazıyor ve bu tuhaf
modanın peşine düştüğünü, kitabı bunun için yazdığını söylüyor ve
bu sunuşu şu cümlelerle sonlandırıyor: “Musiki değerlerini ve
yapılarını ilerideki sayfalarımızda inceleyeceğimiz şarkılarla
“Sallan ve Yuvarlan / Rock’n Roll” denilen yepyeni bir dansın
ateşli raşeleri de dünyayı sarıyordu. (…) Mayfair’in gece
kulüplerinden tutun da Roma’nın düşük seviyeli dansinglerine kadar
binlerce kilometrekarelik bir çevre, aynı sihirli kelimelerin garip
ahengine kapılmış gibiydi.”
Oğuz Haluk Alplâçin, memleketin gördüğü enteresan isimlerden.
Çok kişiyle tanışmış, dönemin önemli isimleriyle yolu kesişmiş
olmasına rağmen yokmuş gibi davrandığı için ona yakıştırılan
Hayalet lakabı, biraz da kişiliğinin tarifi. Neredeyse herkesin,
üstelik yaşadığı dönemin şair ve yazarlarının tanıdığı bir insan
hakkında bugüne kadar ulaşan bilginin sınırlı olması, bundan.
Yolumu onunla geç kesiştirmem de öyle. Adını, Sezer Duru ve Orhan
Duru tarafından derlenen “O Pera’daki Hayalet” (YKY, 1996) adlı
kitapta duymuş, o kitabın sonuna eklenen “Dünya Sarsılıyor / Rock’n
Roll”u heyecanla okumuştum. Tezer Özlü’nün bir hikâyesine adını
veren “Hayalet Oğuz”un o olduğunu da böylelikle öğrenmiştim.
Sonrasında hakkında başka bilgilere ulaşmak istedimse de dergilerde
kalmış birkaç yazı ve bir-iki şiir dışında bir şeye ulaşamamıştım.
O yıllarda Ankara’da Müzük adlı dergiyi çıkartıyorduk; orada
yazdığım yazılardan birinde kitaptan söz etmiş, kitabın sonundaki
“Rock’n Roll Müziği ve Dansı Konusunda Genç Sanatçılarımızın
Düşündükleri” başlıklı bölümden kimi cümleleri alıntılamıştım.
Sonra hayat beni başka bir yere savurdu, müziğin peşinden gittim ve
Hayalet’i (her zaman anmakla birlikte) orada bıraktım.

“Kurdeşen” ve “Ari Erk Cetveli” adlı kitaplarıyla tanıdığımız
Kaya Tanış benim gibi yapmamış, Hayalet’in izini sürmüş ve
öğrendiklerini “Burası Orası Değil (Hayalet Oğuz Kitabı) / Oğuz
Haluk Alplâçin – Yaşamı ve Eserleri” başlıklı kitapta toplamış. Son
dönemde beni en çok heyecanlandıran kitaplardan biri bu. Kırmızı
Kedi Yayınevi tarafından okura ulaştırıldı. Künyesinde, bir başka
değerli isim var: Kitabın editörlüğünü Çağlayan Çevik yapmış.
Kitap, kapağında Duygu Sağıroğlu imzalı bir Hayalet portresiyle
bizi karşılıyor ve merak ettiğim o dünyanın içine alıyor. Kitabın
arka kapağına bakarsak, “yıllara yayılan (belki hâlâ devam eden)
bir iz sürmenin neticesi bu. Nitekim, kitaba “giriş niyetine”
yazdığı “Hakikatten Hayalet’e yahut Bir İhanetin Peşinde” başlıklı
yazıda bu iz sürmenin hikâyesini, hiç değilse büyük kısmını okumak
mümkün. Tanış, kendini ve Hayalet hakkındaki hislerini saklamamış,
alabildiğine açık davranmış. Bu, kitabı okumaya girişirken arkamıza
aldığımız büyük teşvik.
Bu noktada, sözü geçen kitabın yaşamöyküsü ve hatıralar dışında
pek çok belgeyi önümüze getirdiğini söyleyeyim. Bunlar arasında
gazete kupürleri, fotoğraflar, Alplâçin imzalı kitapların kapakları
ve Hayalet’in bizzat yazdıkları var. Eksiksiz bir derleme olduğu
söylenemez ama yeni bir şey bulunana kadar eksiksiz kabul etmek
durumundayız. Bu anlamda, (yazdığı / hazırladığı kitapları bir
kenara bırakacak olursak) elimizdeki, bir Oğuz Haluk Alplâçin
külliyatı aynı zamanda. Üstelik bu külliyatın ucuna “Dünya
Sarsılıyor / Rock’n Roll” da eklenmiş. Tanış, bir de sürpriz yapmış
ve ilk baskıda yer almasına rağmen YKY baskısına alınmayan
fotoğraflar ve bu fotoğraflara dair yazıları da kitaba eklemiş.
Böylelikle, memleketin (belki de dünyanın) ilk rock’n roll kitabı,
yayımlanışının 65. Yılında eksiksiz olarak okura ulaştırılıyor.
Kitap ve Hayalet Oğuz namıyla maruf Oğuz Haluk Alplâçin hakkında
çok şey söylenebilir ama ben, Tanış’tan aldığım ilhamla Hayalet’in
açtığı yoldan ilerleyecek, memlekette kurulan ilk rock’n roll
orkestrasının hikâyesini anlatacağım. Enteresandır, bu “uygunsuz”
tür, Deniz Harp Okulu öğrencileri tarafından memlekete sokuluyor.
Okul orkestralarının yavaş yavaş kurulduğu dönemde, kolaylıkla
Türkiye dışına çıkan ve yanlarında getirdikleri plakları,
enstrümanları gümrüğe takılmadan “içeriye” sokan bu gençler,
Avrupa’da gördükleri dansı ve bu dansa eşlik eden ezgileri hiç
vakit kaybetmeden memlekete getirmiş. Hikâyeyi anlatırken zaman
zaman araya gireceğim ama asıl anlatıcı, orkestranın kurucuları.
1999 yılında ekiple bir araya gelmiş, uzun söyleşiler yapmıştım.
Yazıda, bugüne dek yayımlanmamış bu söyleşilerden yola çıkarak
ilerleyeceğim. [Kimi meraklı gözlerden kaçmayacaktır: Bundan birkaç
yıl önce Musikimani adlı bir portal girişiminde bulunmuş, bu
söyleşilerin küçük bir kısmını orada yayımlamıştım. Yazık ki artık
ne o portala ulaşılabiliyor ne de orada yayımlanmış yazılara. Bunun
için, “bu söyleşiler burada ilk kez yayımlanıyor” cümlesini
kurabilirim.]
Hayalet Oğuz’a kitap yazdıran rock’n roll rüzgârı, 1957 yılında
Heybeliada’dan doğru esmiş ve Deniz Harp Okulu bünyesinde müzik
yapan ekip ortalığı sallamış, yuvarlamış. Lise yıllarında tanışan,
birlikte müzik yapmaya o dönemde başlayan, sonrasında bunu
pekiştirenler Erkan Gürsal şefliğinde yola koyulan Güngör Yücel,
Ersin Yüce, Durul Gence ve Erkut Taçkın. Komşu okuldan çalışmalara
katılan Yalçın Ateş, cabası! Bu anlamda, anlatacağım hikâye ‘60’lı
yıllara da ışık tutacak: Dönemin iki büyük rakibinin, Durul Gence 5
ve Yalçın Ateş 6’nın kurucularının yan yana geldiği bir ekip
bu.
Topluluğun şefi, 2014 yılının Nisan ayında kaybettiğimiz Erkan
Gürsal. 1999 başında İstanbul’daki evinde buluşmuş, orada başlayan
muhabbetimizi, aynı yılın bahar aylarında (kısa bir süre sonra o
yılın 17 Ağustos günü yaşanan depremde yıkılan) Gölcük Orduevi’nde
sürdürmüştük. Evindeki ilk buluşmada Güngör Yücel ve Ersin Yüce de
vardı. Sonrasında Erkut Taçkın’ı evinde ziyaret etmiştik.
Gölcük’teki buluşmada bu kez tam kadro karşımdaydılar: Durul Gence
ve Yalçın Ateş de onlara eklenmişti. İlk sözü Erkan Gürsal aldı,
müziğe nasıl merak saldığını anlattı: “Askeri lisede boş zamanları
değerlendirmenin pek çok yolu var. Başta spor faaliyetleri ama ben,
birkaç arkadaşımla birlikte müziği seçtim çünkü okula geldiğimde
zaten piyano çalıyordum. O zaman bütün dünyayı kasıp kavuran rock’n
roll akımının etkisiyle yolumuzu öyle çizdik. Sadece müzik değil
dans da ilgimizi çekiyordu çünkü okulda adab-ı muaşeretle birlikte
dans öğretiliyordu. Deniz lisesi talebeleri her zaman en iyi
şekilde dans eder, bunu çok iyi öğrenir. Biz de öğrenmiştik ve
gençliğin getirdiği heyecanla yerimizde duramıyorduk. Başta ben
piyano çalarken Durul (Gence) yanıma geliyordu, ikili olarak bir
şeyler yapmaya çalışıyorduk ama yetmiyordu. O dönem çoksesli müziği
seviyordum, Platters’ın dört sesli şarkılarını dinliyordum. Bir
yandan da aklım Bill Haley’in çaldığı rock’n roll’lardaydı.
Şanslıydık, yaptığımız yurtdışı yolculuklarında bu plakları daha
Türkiye’ye gelmeden alıyor, dinliyorduk. Biz gidemesek sürekli
Amerika’ya gidip gelen denizaltılardaki arkadaşlarımız aracılığıyla
getirtiyorduk. O dönemde Amerikan Haberler Merkezi’nde çalışan
arkadaşımız Sadık Hitay, duyduğu yeni şarkıları bize
dinletiyordu.”
Sadık Hitay, hikâyesi yazılması gereken bir başka topluluğun,
Galatasaray Lisesi bünyesinde müzik yapan İz-Caz’ın kurucularından;
Arap Sadık adıyla bilinen kemancı. Yolları bir şekilde kesişmiş,
ekibe kaynak sağlayan insanlardan biri olmuş. Ancak bir süre sonra
dinlemek yetmemeye başlamış ve bu “yeni” şarkıları çalmak ve
söylemek için yanıp tutuşmuşlar. Her biri askeri öğrenci ama serde
gençlik var… Kanlarına giren rock’n roll mikrobu, yayılınca onlar
için yeni bir dönem başlamış. Ona geçmeden önce sözü Durul Gence’ye
vereyim, Erkan Gürsal’la yaptıkları “iş”i anlatsın: “1954 yılında
birlikte çalmaya başladığımızda henüz rock’n roll Türkiye’ye
gelmemişti, bilmiyorduk. Konserlerimizde o yılın sevilen
tangolarını çalıyorduk. Sadece tangolar değil, repertuvarımızda
rumbalar, bolerolar ve ça-ça, mambo, bugi bugi gibi dans müzikleri
de vardı. Erkan Abi’yle birlikte okul çaylarına gidiyorduk, hem
eğleniyor hem de eğlendiriyorduk.” Durul Gence, ekibe tesadüfen
katılmış. Hayatını yönlendirecek, onu gemilerden sahnelere itecek
bir tesadüf bu: “1954-1959 arası benim için müthiş bir dönem.
Bambaşka bir sevdayla girdiğim Deniz Harp Okulu’nda aklımda olmayan
yeni bir heyecan tattım. Çalıyorduk, söylüyorduk ama açıkçası
müzisyen olmak gibi bir hayalimiz yoktu. Öyle olsaydı zaten baştan
konservatuvara giderdim. Yine de aklımda müzik yapmak olmalı ki,
okula girdiğimiz yıl okul orkestrası için yapılacak seçmelere
katıldım. İlk günlerde tahtada gördüğüm bir ilan aklımı çeldi:
Müzikle alakalı insanların büyük teneffüshanede toplanmaları
istenmişti. Ben piyanist olmayı hayal ediyordum, küçükken piyano
dersi almıştım. Söylenen günde teneffüshanenin yolunu tuttum ama ne
göreyim, başta sonradan bizim ekibin şefi olacak Erkan Abi, herkes
benden iyi piyano çalıyor! Etrafıma bakındım, davul için
başvuranların davulla alakası yok. Hiçbiri çalamıyor, çaldıkları
bir şeye benzemiyor. Bir dönem Ankara’da davulcu bir abim vardı,
Nezih Özdeniz; bana davul çalmam için çok ısrar etmişti. Ben hiç
tenezzül etmedim ama onun nasıl çaldığını hep dikkatle izledim.
Sopaları nasıl tutar, hangi şarkıda nereye vurur… Göz hafızası
dediğimiz optik belleğim kuvvetli olmalı ki hepsi gözümün önüne
geldi. Bu arada ben düşünürken seçmelere katılanlar kaptırmış
çalıyor ama davul hâlâ tekliyor. Çoğu üst sınıflardan,
tanıdıklarım: Erkan Abi piyanoda, Tuncer Abi (Sezergil) ağız
mızıkası çalıyor, Çetin Çoker vardı galiba, yanlış hatırlamıyorsam…
Neden sonra beni fark ettiler, ‘A aa, biz seni unuttuk, sen ne
çalacaktın?’ diye sorunca birden ‘davul çalmaya gelmiştim’ dedim.
Kocaman bir yalan aslında! Kendime nasıl güveniyorsam artık… ‘Geç o
zaman’ dediler, ‘çalmaya başla’. Çalış o çalış, hâlâ davulun
arkasında oturuyorum!”
Gence, sadece davul değil bandoda trompet de çalmış. Söyleşinin
bu noktasında adada ve İstanbul sokaklarında yaptıkları gösteri
yürüyüşlerinde uzun sololar çaldığını anlatıyor… Bu, sonraki
yıllarda kurduğu orkestralarda hem soloları yönlendirirken hem de
çalarken çok işine yaramış ama merak ettiğimiz, kanlarını kaynatan
rock’n roll’la nasıl tanıştılar? Sorunun cevabı, Durul Gence’nin
anlattıklarında: “1957 yılında ‘Rock Around the Clock’ filmi
Türkiye’de gösterildi. Müziği radyodan ve plaklardan duymuştuk ama
görsel olarak ne ifade ediyor, bilmiyorduk. Filmi gördük,
çarpıldık! O sıralarda Erkan Abi, çok sevdiği Platters’ın etkisiyle
grubu genişletmenin yollarını arıyordu. Bana ısrar etmeye başladı:
‘Senin sınıfında yetenekli arkadaşlar yok mu? Şu grubu
genişletelim, büyük bir vokal grubu oluşturalım ve çoksesli müzik
yapalım…’ Aklıma Erkut (Taçkın) geldi. Hem eski arkadaşım, hem çok
iyi bir kulağı var, hem de ritmik yeteneği fazla olduğu için güzel
dans ediyor… İyi kulağı olduğunu çaldığı ıslıktan anlamıştım. Bir
de Güngör (Yücel) vardı, teneffüslerde sıranın üzerinde tempo
tutarak makarasına şarkılar söylerdi, ben de elime bir kitap alır,
vurarak ona eşlik ederdim. Güngör’ün çok iyi şarkı söyleyeceğinden
emindim ama onu derslerinden kopartıp gruba almak çok zordu,
yanaşmayacağını biliyordum. Hele ki şarkı söylemek için hiç
gelmezdi, ‘va-va’cı diye dalga geçiyordu şarkıcılarla! Bir
hınzırlık düşündük, bandonun şefinden iki trompet aldık,
‘orkestramızda trompet eksik, gelip çalar mısınız’ diye gittik
yanlarına… Erkut’la Güngör çanağa hemen düştüler ve trompet çalmak
için orkestraya geldiler. Başta birkaç konserde sahiden trompet
çaldırdık. İlerleyen zamanda gençliğin reaksiyonunu görünce
trompeti unuttular, bizim yönlendirmemize gerek kalmadan kendi
istekleriyle iki ‘va-va’cı oldular.”
Bu noktada, mikrofonu “va-va”cılardan birine uzatmak elzem…
Güngör Yücel anlatıyor: “Lise döneminde okulda kimi aktiviteler var
ve bu aktiviteler içinde başarılı olduğunuz zaman ön planda
oluyorsunuz. Bu güzel bir şey. Benim ön planda olduğumu hissettiğim
konulardan biri, okulun boru takımındaki yerim. Boru çalıyorum,
üstelik iyi de çalıyorum. Hatta bir ara okulun boru takımının
başına bile geçtim. Benim iyi boru çaldığımı gören Erkan Gürsal,
‘boruyu bu kadar iyi çalıyorsa trompeti hayli hayli çalar’ demiş
çünkü perdelere basmadan üflediğiniz bir enstrüman, boru;
‘trompetin perdeleri var, onlara basarak çok daha iyi üfleyeceğiniz
aşikar’ diye düşünmüş… Bir gün Durul’la geldi, Erkut’la benim elime
birer trompet tutuşturdu, ‘bunda başarılı olursunuz, hadi bizimle
konsere gelin’ dedi. Gittik, bir müddet onu çaldık. Sonrasında
Erkan’la Durul bizi çaktırmadan vokale yönlendirdi. Nasıl oldu, ne
arada oldu bilmiyorum ama kendimizi birdenbire grubun vokalisti
olarak bulduk!”
Hikâyenin kırılma noktası, ekibin tamamlandığı zaman. Ersin
Yüce’nin de onlara katılmasıyla bambaşka bir yola giriyorlar. Yüce,
ekibe son dakikada bir emirle katılıyor. Hikâyenin bu bölümünü
kendi anlatsın: “Ben ekipte değildim ama hepsinden önce okulda
müzik yapmaya başladım. Enteresandır, katılmam emirle oldu! Deniz
Lisesi ikinci sınıf öğrencisiyken arkadaşlarımın arasında şarkı
söylüyordum. Bunu o dönem okul orkestrasının şefliğini yapan
değerli abimiz Tuncer Sezergil’e söylemişler; beni çağırttı ve
dinlemek istediğini söyledi. Ben sıkıldım tabii, hiç böyle şeylere
alışık değilim. Yine de gittim, söyledim. Beni çok beğendi ve o
zamanki mütevazı okul orkestrasına solist olarak aldı. Erkan Gürsal
şefliğinde kurulan yeni orkestraya kadar okul orkestrasının tek
solistiydim. Elbette bu çok zevkliydi ama hiçbir zevk, grupta
yaptığımız çoksesli vokalin yanına erişemez. O bambaşka bir
şey.”
Okul sathında fırtına gibi estikleri yıllarda başka okullardan
onları dinlemeye gelenler yeni bir hareket yaratmış ve Deniz Harp
Okulu Orkestrası adıyla kurulan topluluğu önce ismen sonra cismen
okul dışına taşımış. Söz, Durul Gence’de: “Her dönem farklı
okullardan öğrenciler okulu ziyarete gelirdi. Bunlar arasında
heyecanla beklediklerimiz, kız okullarından gelen ziyaretçilerdi.
Geldikleri zaman okuldaki faaliyetleri gösterme babında her
seferinde biz de konser verirdik. Elbette kızlar geldiğinde
hünerimizin hepsini gösterirdik. Böyle böyle ünümüz okul dışına
taştı, İstanbul’a ulaştı ve oradaki okullardan konser davetleri
almaya başladık. Arnavutköy Kız Koleji, Üsküdar Amerikan Lisesi,
Galatasaray Lisesi gibi salonu olan okullar ısrarla bizi çağırmaya
başladı.”
Çağırılmak güzel ama işin bir de resmi tarafı var. Askeri
öğrencilerin bu tip organizasyonlarda yer alması pek hoş
karşılanmıyor ve bu tarz davranışlar, okulun disiplinini bozan
hareketler olarak değerlendiriliyor. Ama gençlerin kanı kaynıyor,
durdurmak ne mümkün! Hemen çözüm bulunmuş. Buldukları cinliği,
orkestranın şefi Erkan Gürsal’da: “Cumartesi günleri, izin
günümüzde, farklı okullardan öğrencilerin katıldığı çaylarda
çalardık. Okul dışındaki ilk faaliyetimiz bu. Sonra başka
okullardan da davet almaya başladık ama resmi olarak çalmamız
mümkün değildi, okul dışında bir şey yapmamız yasaktı.
Yöneticilerimiz bu müziği tasvip etmiyor, çalacaksak klasik müzik
çalmamızı istiyordu. Bu elbette çok güzel ama okulumuz bir
konservatuvar olmadığı için bunu yapmamız zaten mümkün değildi, çok
emek ve zaman ayırmamız gerekiyordu. Onun için bildiğimiz yoldan
ilerledik ve büyüklerimizin istemediği müziği yaptık. Deniz Harp
Okulu Orkestrası adını kullanamayacağımız için, kendimize yeni bir
isim aradık. Sadece orkestranın ismi değil, bizimkiler de değişmek
durumundaydı. Düşündük, önce Somer ismi çıktı. Tamer dedik olmadı,
az değiştirdik oldu. O zaman sevdiğim kızın –ki sonra eşim oldu–
soyadı Atasoy’du. Onu tersine çevirdim, Soyata yaptım. Oldu mu adım
Somer Soyata! Diğer arkadaşlara da takma isimler bulduk ve yolumuza
devam ettik.”
Topluluğun resmî kuruluş tarihi, 13 Mart 1957. Piyano ve vokalde
yer alan Somer Soyata [Erkan Gürsal] dışında diğer elemanlar (kimi
değiştirilmiş isimleriyle) şöyle: Ersin Erdeli [Ersin Yüce]
(elektrik gitar, vokal), Taçkın Kuter [Erkut Taçkın] (vokal), Yücel
Görgün [Güngör Yücel] (vokal), Tuğrul Tamero [Durul Gence] (davul),
Özden Uluece (gitar, vokal), Aksel Foksel (elektrik gitar), Eray
Turgay (bas), Erdal Sun [Yalçın Ateş] (alto saksafon), Okan Pelikan
[Gürkan Bilgütay] (tenor saksafon). Somer Soyata ve Arkadaşları,
dönemin gazetelerinde “müziklerini yaparken gelincik renkli
kıyafetleri ve küçük küçük gösterileriyle” dikkat çeken bir
topluluk olarak anılıyor.
Son sözü, topluluğun şefi Erkan Gürsal’a bırakayım: “Biz bu işin
öncüsüyüz. O dönem bir tek Erol Büyükburç vardı, konserlerde
genellikle onunla birlikte olurduk. Bizden sonra ortaya bizim
izimizi süren Kuyrukluyıldızlar çıktı. Onu takiben diğer gruplar
art arda sökün etti. Bu işe başladığımız yıllarda orkestralar
klasik düzende çalardı: Şef önde olurdu, ayakta enstrümanını
çalarken orkestrayı yönetirdi, diğer elemanlar notaların arkasına
oturup enstrümanlarını çalardı. Biz, hepimiz bir anda ayağa kalktık
ve sahneye yeni bir sistem getirdik, hareketlendirdik. Ben piyanoyu
ayakta çalıyordum. Kimi şarkılarda hepimiz aynı anda aynı
hareketleri yapıyorduk. Bu, alışılmış bir şey değildi. Müzik zaten
bambaşkaydı, rock’n roll’u ilk kez bizden duydular. Sonrasında hem
yaptığımız müzik hem de hareketlerimiz diğer orkestralara sıçradı,
yeni bir dönem başlamış oldu.”
Gürsal’ın “diğer orkestralar” dediği, Erkin Koray’ın Alman
Lisesi’nde, Barış Manço’nun Galatasaray Lisesi’nde, Şanar
Yurdatapan ve arkadaşlarının İstanbul Üniversitesi’nde kurduğu
“genç” topluluklar ama bu, bambaşka bir hikâye… Kim bilir, belki
bir gün Gökçen Kaynatan’dan Cem Karaca’ya, Cahit Oben’den Süheyl
Denizci’ye uzanan bu hikâyeyi de tanıklıklarıyla yazarım. Bu yazı,
Hayalet Oğuz’a kendimce bir saygı duruşu olarak burada dursun. Bu
vesileyle, Kaya Tanış’a bir kere daha teşekkür edeyim. Kitabı
elinize aldığınızda bırakamıyorsunuz; şu kötü günlerde evden
çıkmamak için şahane sebep!