"Gelmiş geçmiş en iyi günlerdi, gelmiş geçmiş en kötü günlerdi; hem bilgelik çağıydı hem ahmaklık; hem inancın devriydi hem şüpheciliğin; hem aydınlık hem karanlık bir mevsimdi; umudun baharı, umutsuzluğun kışıydı: hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu.”
Charles Dickens, Fransız Devrimi öncesi ve sonrasının çalkantılı yıllarına odaklandığı "İki Şehrin Hikâyesi" romanına bu sözlerle başlamayı tercih etmiştir. Haklıdır, çünkü bir şeyin bittiğinin tüm işaretlerinin olduğu ama başka bir şeyin de henüz başlayamadığı o gergin, o belirsiz, tekinsiz atmosfer tam olarak böyle bir his verir.
Türkiye’nin güncel atmosferi de aynı hissi veriyor insana.
Gelmiş geçmiş en iyi günlerde gibiyiz, çünkü uzun iktidarında gittikçe otoriterleşen bir parti nihayet seri seçim başarılarının ardından son seçimde sandıktan birinci parti olarak çıkmadı ve lideri de en beğenilen lider yoklamalarında biraz gerilerde duruyor.
Gelmiş geçmiş en kötü günlerde gibiyiz çünkü, geçim sıkıntısı, sokaktaki şiddet, yolsuzluk, yoksulluk, çeteleşme, toplumsal çürüme, değerlerin yitimi, hayvana zulüm, kadına ölüm, çocuğa istismar her zamankinden fazla.
Bilgelik çağındayız, çünkü iktidar koalisyonunu oluşturan parti mensupları içinde dahi rejimi çeşitli konularda ikaz etme noktasına gelecek kadar zihni küşayişe ermiş olanlar var.
Ama aynı zamanda ahmaklık çağında gibiyiz de çünkü, üniversiteye giriş sınavlarında 160 soruya (ortalamada) sadece 19 doğru cevap verebilen lise mezunu gençlerin ülkesinde Milli Eğitim Bakanı, matematik ve fen derslerini hafifletecek müfredata geçmekle övünüyor.
Bu ülkede laik cumhuriyet için ölmeye hazır olduklarını haykırabilen genç teğmenler yetişebildiği ve ama bu haykırış derhal "darbe özentisi" olarak değerlendirilebildiği için hem aydınlık hem karanlık bir mevsimdeyiz.
Metropoll’ün "Türkiye'nin Nabzı" ağustos ayı raporuna göre 31 Mart seçimlerinden bu yana anketlerde birinci çıkan CHP bu özelliğini kaybetme eğilimine girdiği ve AKP de yeniden birinci sıraya doğru tırmanışa geçtiği için umudun baharı, umutsuzluğun kışındayız.
Velhasıl, özlediğimiz güzel yarınlar için hem her şeyimiz var, hem de hiçbir şeyimiz yok.
Bu da yaşadığımız günleri gergin ve belirsiz kılıyor. Dediğimiz gibi, bir şeyin bittiğinin tüm işaretleri var; seçmen desteğindeki oynaklığa bakılırsa AKP uzun iktidarının sonuna gelmiş olabilir, yönetme kabiliyetini kaybetmiş olabilir; artık belini doğrultamayabilir... Ama başka bir şeyin başlayacağının da işareti yok. Bu yalnızca CHP yükselişinin kalıcı olup olmayacağı, ya da CHP’yi de aşarak muhalefetin genel durumuyla ilgili bir şey değil. Hatta daha çok Erdoğan’la ilgili bir şey. Zira “AKP iktidarında Türkiye”, Recep Tayyip Erdoğan’ın onaylamadığı hiçbir şeyin olmadığı bir ülke anlamına geliyor. Erdoğan, hem seçim sonuçlarının iktidarını sorgulamakta olduğunu kabul etmiyor, hem de olağanüstü pragmatizmi sayesinde kendisinin hangi konuda nasıl bir tutum belirleyeceğini, nasıl bir karara varıp ne yöne doğru adım atacağını kimse kestiremiyor. (Galiba bu sebeple politika yorumcuları da temkinli konuşuyor: “... sonu gelmemiş de olabilir”; “...kaybetmemiş de olabilir”; “....doğrultabilir de”. Yunan mitolojisinin meşhur kör kâhini Tiresias’ın şu gülünç kehanetini tekrarlar gibiyiz: “Ne söylüyorsam, ya olacak ya da olmayacak!”)
Bu gergin ve çelişik durumun yarattığı şizofrenik bir hâl var üzerimizde; arzu ettiğimiz bir ülke, bir toplum var ama ona erişmek için içinde bulunduğumuz gerçekliği anormal bir şekilde yorumlayıp yorumlamadığımızdan emin değiliz.
Ruhbilimde kökleri Freud ve Lacan’a dayanan bir "kayıp nesne” teması vardır. Kayıp nesne, öznenin varlığında bir eksikliği ifade eder; arzulama, arayış, bulamayışla ilgilidir bu “nesne”. Hatta bazen imkânsızla kurulmuş bir bağ gibi algılandığı durumlarda fanteziye dönüşüp öznenin içinde sessiz, melankolik bir varoluşu sürdürür.
Yaşayan büyük filozoflardan Giorgio Agamben de, bu meselelere kafa yorarken, “En değerli ‘kayıp nesne’ kendini gerçekleştirememiş kişinin 'hayalî kapasite’sidir" diye yazmış.
Arzu ettiğimiz ülkeyi, ona erişmek için içinde bulunduğumuz gerçekliği yorumlama tarzımızı bu çerçevede de düşünebiliriz sanırım. Ruhbilimin araştırma nesnesi olan bilinç ve bilinçdışı, toplumsal tarihin ruhsallık temsili olarak ele alınabildiğine ve ruhsallık da bireyde yoğunlaşmış toplumsallık olarak kabul edilebildiğine göre, ruhsallık alanının bilgisi ile toplumsallık alanının bilgisi arasında bir bağ kurulabilir. Buna dayanarak, kendini gerçekleştirememiş toplumların ya da genellikle “gelişmekte olan” ya da “az gelişmiş” gibi tanımlanan ülkelerin de bir “hayalî kapasitesi” olduğunu, bu “kayıp nesne” yüzünden bunalımlar, buhranlar yaşadığını söyleyebiliriz.
Psikanaliz, bunalım yaşayan özneye yine öznenin kendisinin yardım etmesini sağlar ve bunu “sen busun” diyerek, özneye kendi gerçeğini kendi gözüyle gördürerek yapar. Bu gerçeği değiştirmek için de özneyi gerçeğin inşasının başladığı yere, Lacan’ın deyimiyle “insanın kendisine başladığı an”a ulaştırmayı amaçlar.
Toplumlar da kendi gerçekliklerinin başladığı yere, kendilerine başladıkları ana gitmeli belki de. “Hayalî kapasitemiz”i gerçekleştirebilmek için kendimize yapacağımız yardıma en temelde orada ihtiyaç var. Türkiye toplumunun kendine başladığı an Cumhuriyet devrimine, hatta daha da geriye, 1908’e, 1876’ya kadar götürülebilir ama mütevazı ve iş görür nokta olarak 3 Kasım 2002 tarihini kabul edebiliriz.