Resim sanatında bakış açısı nedir? İtalya'nın Lombardiya bölgesindeki Montau kentindeki, Palazzo del Tè’de bu sorunun da yanıtları var. Büyük usta Giulio Romano 1526 yaptığı freskoyla hem baktığımız yeri anlamayı düşündürüyor hem de teknolojinin zirvelerde dolaştığı günümüzde kameraların zor saptadığı at hareketleri üzerine düşünmemizi sağlıyor...
...güneşin yollarına baktım
ayın atlasına
sığmadı biten yıla
seni özlediğim anlar
...
Böyle yazmışım kendi göğel* defterime. İncecik bir içlenme işte.
Gelin görün ki bambaşka bakmış göğe Giulio Romano (1499-1546) çok başka...
Hayal etmiş, yaratmış...
Dünya sinemasının bırakın doğmayı tohum olması bile söz konusu değilken, Romano göklerde kendi setini kurup filmini çekmiş...
***
İtalya'nın Lombardiya bölgesi Montau kentindeki Palazzo del Tè sarayının Güneş Odası’ndaki Chariot of the Sun / Güneşin Arabası freski (1526) beni üç kez ayağına götürmüş eserlerden biridir.
Romano’nun bu eserinin, kendi kategorisinde salt doğum zamanını aşan bir yapıt olarak değil; aynı zamanda, teknolojinin zirvelerde dolandığı bugünü de zorladığını düşünüyorum.
Bu düşünüşte anıların payı var mıdır? Azıcık anlatayım, sonra resme tekrar bakarız.
***
Ben çoğunlukla yalın ayak, tığı teber bir fukara olarak gezdim dünyanın pek çok yerinde. Yine cep delik, cepken delik Floransa’dayım. Bir gün otelde, diğer gün bir sabahçı barında önümde asla bitmeyen tek birayla uyuklayıp uyanarak sanat aşkımın mekanları müzeleri, galerileri dolanıyorum.
Derken bir turizm rehberinde küçük bir fotoğrafta gördüm Palazzo del Tè’nin tavanını. Birden o koca Floransa bana çekilmez geldi. Hem zaten gide gele bezmiştim(!) Yalan. Üstelik pahalıydı filan... Anlayacağınız kaçış bahanelerim sökün etmişti. Otostop filan derken Bolonya üzerinden attım kendimi Montau’ya.
***
Bereket bahardan yaza giriyoruz. Sokaklar cıvıl cıvıl. Parklar hayli misafirperver adeta çok yıldızlı açık hava otelleri... Market şarabıyla rüyalar çayır çimen...
***
Sabah daha müze açılır açılmaz girdim... Devler Salonu’nda başladı baş dönmesi... Bulutlar, parçalanıp yıkılan sütunlar... Kaçmalı mı, bakmalı mı şaşkınım.
Güneş Odası’na girdiğimde, ben artık ben değildim.
O düşsel göğe ne kadar baktım, kaç açıdan baktım bilmiyorum. En son yere uzanarak baktığım için, güvenlik görevlilerinin, “ayıp oluyor ammmaa” uyarısına maruz kaldım. Öğleden sonra tekrar gittim ve ferdası sabah yine...
Müze çalışanları, İtalyancayı sözlükten sözcük bularak “konuşan” ve cebinde sandviçle gezen bu adamdan kıl kapmış durumdalar. Handiyse samimi yakınlıkta duruyorlar yanı başımda...
***
1526 yılında, bir adam öyle bir hareket yaratmış ki, ben baktıkça atların göksel boşlukta çıkardıkları sesleri duyar oluyorum... Aklım fır dönüyor...
***
Elbette anımsatan olacaktır ve ben de kabul ederim ki Andrea Montegna’nın Montova Dükalık Sarayı’nın Düğün Salonu’ndaki Ceiling Oculus / Tavandaki Okul’undan (1423) başlayarak; Antonio Alegri Correggio’nun Parma Katedrali’nde 1526-30 yılları arasında yaptığı kubbe freskleri; Michelangelo’nun Sistina Şapel’deki (1508-12), handiyse her karesinde onlarca öykü okunan tavan süslemeleri bu alanda, Romano’yu eksene alarak ve bunca iddialı konuşmayı zorlaştırıyor.
***
Önce ayrım noktalarından birini konuşmalıyız: Hıristiyanlık sonrası tapınakların tavan ve kubbe süslemelerinin çoğu İsa’nın ya da Meryem’in göğe yükselmesi gibi İncil’in öykülerinden birine odaklanıyor.
Romano bunu bozuyor.
O, Roma’nın Yunan mitolojisinden devralıp epeyce zayıflatarak değiştirdiği güneş ile ay serüvenini, öyküye gücünü yeniden kazandırmak istercesine resmetmiştir...
***
Hıristiyan Roma mitolojisi, Yunan-Anadolu mitolojisindeki Güneş Tanrısı Helios ile Ay Tanrıçası Selene (kardeşler) ya da Artemis söylencesini, Tanrı Apollon ile Tanrıça Diana’ya uyarlamıştır.
Ancak bu değişimin pek çok zayıf noktası var.
Sabrınız var sayıp anlatayım:
***
Helios ki, her sabah Eos’un hazırladığı Güneş’in altın arabasını dünyanın doğusundan, gök kubbeye doğru yola çıkarıp (söylence Kolhis’ten -bugünkü Gürcistan- başladıklarına da vurgu yapıyor) hiç sektirmeden sürendir. Akşam olunca yolculuk, bilinen dünyamızı sarıp sarmalayan Okeanos’un batı ucunda sonlanmaktadır.
Pekiyi geceyi zedelemeden başlangıç noktasına nasıl döner güneş, Helios, atları ve arabası? Robert Graves, Yunan Mitolojisi adlı eserinde “İşte...” diyor; “Burada Hephaistos gibi zanaatkâr tanrılar devreye girer. Onun yaptığı devasa altın kayık Güneş Tanrısı’nı okyanus üzerinden çıkış noktasına geri getirir.”
Bu biteviyedir.
***
Anlayacağınız Helios bu görevi üstlendikten sonra “git gel Konya 6 saat” tanrılığından gayri hayatı kalmamıştır. Hastalık izni yok, bayram seyran yok, seks hayatı bitik, sigorta sendika yok...
Sözün künhüne gelmişken, bizim kaba sakal Marx’ın “İş bölümünün doğması, kapitalizmin bireyi yaşayan ölüye döndürmesinin ta kendisidir. İnsanın bütün yaratıcılık bilincini öldürmenin nasıl gerçekleştiğini anlamak için iş bölümünü anlamalıyız” yolundaki tezini hatırlatacağım da korkarım “propaganda yapıyor gene” diyen olacaktır.
Fakat, Helios’un yaşamı iş bölümü denen maraza için iyi bir örnektir...
***
Anadolu söylencesinde Helios’un önceden olan oğlu Phaethon işleri biraz zorlaştırmaktadır. Eee neylesin çocukcağız... Ortalıkta hiç görünmeyen bir baba var. Gündüz araba sürüyor, gece sabaha kadar tekrar araba süreceği yere gelmeye çalışıyor... Çocuğun arkadaşları “Senin baban Tanrı filan değil” diye sarakaya alıyorlar.
Phaethon, kederli bir inatla arayıp babayı buluyor ve meşruiyet ispatlanıyor. Ancak çocuk, babayı bulmuşken azıcık da şımarıyor: “Aga şayet babamsın, o zaman Güneş Arabası’nı bir günlüğüne ver, bir tur da ben atayım” diye tutturuyor. Baba yüreği işte, korkarak ve mecburen veriyor.
***
Elbette atlar cılız ve acemi sürücünün elinden bir o yana bir bu yana gidiyor. Rota filan hak getire... Saldım çayıra Mevla’m kayıra hesabı gidiyorlar... Sonra bazı yerde araba öyle alçalıyor ki Afrikalı, Etiyopyalı halkları yakıp tenlerini kapkara bırakıyor ve siyahi halklar oluyor filan...
***
Romalıların Apollo’sunda böyle “kıyak” öyküler yok. Dolayısıyla edebiyat zayıf.
Gelin görün ki Romano’nun freskosu, insanı dünyadan çıkarıyor...
***
Başka ayrım noktaları da var. Ancak birine daha değinip ötesini şimdilik bırakacağım:
‘Bakış’ dediğimizde salt gözümüzü, nazarımızı bir yöne çevirmekten söz etmiyoruzdur. Aynı zamanda durduğumuz yerin açıları, perspektifleri, görüş olanakları, bunlarla doğup değişen anlamlar silsilesi de bir ucundan işin içine girmektedir.
***
Bu yüzden olsa gerek Rönesans’ın özet tanımlarından biri de “Perspektifin sistemli olarak resim sanatına girişidir” gibi cümlelerle başlıyor.
Çocuk yaşta resim zanaatkârları arasına girmiş Masaccio (1401-1428) ya da Paolo Uccello (1397-1475) adları bu nedenle ilk sıralarda anılıyor...
***
Giulio Romano 1500’lü yıllarda bakış açısı ve hareket bağıntılarıyla uğraşmış. Baktığımız yerin görme biçimimize etkilerini düşünmek için sayısız olanak var bu freskoda... Baktığımız yeri hayalle düşünmek için sayısız olanak...
***
Resim sanatında, bakış açıları için verilen uğraş Rönesans’tan önce de vardı kuşkusuz, modern ressamlarda da sürdü. Örneğin, Empresyonistlerin benim çok beğendiğin ustalarından Gustave Caillebotte, Romano’nun tam tersi yukarıdan bakmayı en sık deneyen ressamlardan birdir... Onun 1880'lerde yarattığı A Balcony, Boulevard Haussmann / Balkondan Hausmann Bulvarı serisi bu bakımdan bir inceleme konusudur. Gelin onu da sonraya bırakalım...
***
Gündüz yerini geceye bırakmak için sahneyi hızla terk ediyor. Apollon’un bugünkü moda mankenlerine taş çıkarttıracak denli biçimli popişi bu vedalaşmanın ön planını süslüyor. Diana’nın atları kararmakta olan kızıl sarı güneş diskinin yerine, gümüş sarı ışığıyla ayı taşıyor... Bu soyut yoldaki, soyut at kişnemelerini, nal seslerini siz de duyuyor musunuz?
***
Ah bizim Turgut Uyar’ımız ne hoş demiş:
“İkimiz birden sevinebiliriz
Göğe bakalım”
NOTLAR:
*Göğel sözcüğüne takılanlara: ‘Göğe ilişkin', ‘gök alaca’ renk demek... Tıpkı kızıl, yaşıl, yeşil, ağıl, çipil gibi... Halk ağzındaki söyleyişte ‘ğ’ pek çok sözcükte ‘v’ye dönüşmüş. Öğle-Övle gibi. Günümüzde o muhteşem türkünün sözleri çoğunlukla ‘gövel’ diye yazılıyor amma... “Yeşil başlı göğel ördek / Uçar gider göle karşı / eğricesin (zülfünü, teleğini t.t) tel tel etmiş / açar gider yâre karşı... ” Karacaoğlan’ın hasların hası Türkçesidir.
**Resim sanatında gökyüzünün işlenişini en kapsamlı inceleyen çalışmaların başında Hubert Damisch’in Metis yayınlarından çıkan Bulut Kuramı adlı kitabı gelir. Meraklısına öneririm.