Ceza yasalarında hayal kırıklığıyla ilgili tek bir madde bile yok mu sahiden?
Yani hayal kırıklığına yol açma suçuyla ilgili?
Yani taammüden (Türkçesi, bilinçli bir şekilde düşünüp tasarlayarak, isteyerek)?
İnsanların hayallerini yaralamak ve öldürmek suç değil mi?
Cezası yok mu?
Hiç fark ettiniz mi birinin hayallerini yıktığınızı?
Nasıl değişiverir davranışları, duruşu, mimikleri...
Sesi ve tonlaması nasıl farklılaşır...
Hele bakışları...
İstemeden kırdıysanız bir insanı, o tavırların, gözlerin, sesin ya da sessizliğin altında nasıl un ufak olursunuz...
(Ama tabii “her zaman haklı” olan ezici çoğunluktansanız, vız gelir başkalarının hayalleri de hayal kırıklıkları da...)
Size hiçbir kötülük yapmamış insanları, kuruyan umutları ve ölü hayalleriyle birlikte terk etmeniz cezasız kalabilir mi?
Ya hayallere onlar daha doğmadan müdahale etmek?
“Senin hayalin en fazla bu kadar olabilir” diye sınır getirmek, düşlere zincir vurmaya kalkmak?
Hayal kurma hakkına ve yeteneğine tepeden bakmak, bu potansiyeli küçümsemek?
* * *
Niye mi böyle girdim yazıya? Bir Bakan’ın sözlerine takıldım.
"Düşük gelirli asgari ücretle çalışanlar için bayram havası yaratacağız." buyurdu kendileri.
Ve bunu o kadar özgüvenli söyledi ki, bundan sonra o asgari ücret olarak hangi rakamı telaffuz ederse, muhtemelen “bayramımız” orada başlayacak (ve bitecek).
Ondan fazlasını istemek "arsızlık" olacak.
Hayallerimizi Sayın Bakan’ın bayram kriterlerine göre düzenlememiz gerekiyor sanırım acilen.
Güle oynaya bir asgari ücret açıklaması yaklaşıyor; davulcularla zurnacılar hazır olsun.
Küçükken azami ve asgari kelimelerini karıştırırdım. Azami kelimesinin ilk iki harfi, benim gözümde kelimeyi de küçültüverir, onu minimum’un karşılığı haline getirirdi. Asgari’nin ilk iki harfi ise bana usta çağrışımı yaptırdığından, onu maksimum olarak anlardım.
Zamanla asgari kelimesinin en az anlamına geldiğini öğrendim. En az… Hem de bazen o kadar en az ki…
Konu ücrete gelince, mesela...
Bugünlerde yine emeğin karşılığında verilecek en az aylık ücretle ilgili pazarlıklar devam ediyor.
Yine işçi sendikaları taleplerini sıralıyor (Türk-İş 4 binden bahsediyor, DİSK 5 bin 200 TL’den). TİSK “3 bin 500 yeter, fazlasını isterseniz, biz de devletten vergi indirimi ve teşvik isteriz” diye karşı çıkıyor. Sayın Bakan neşeyle açıklamalar yapıyor:
"Toplumun, işçilerin beklentilerini karşılan ciddi bir asgari ücret artışı yapacağız. Asgari ücretle çalışanlar için bir bayram havası yaratacaktır.”
Çünkü Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Bilgin’e giden bilgi, işçilerin beklentisinin "3 bin 700 ile 4 bin TL arası beklentisi olduğu" yolundaymış.
Eh, bayram da ona göre hazırlanmış tabii.
Mesela, İstanbul’da 3 liradan satılan ekmeğin bazı fırınlarda yavaş yavaş 3,5 liraya çıkarılmaya başladığı şartlarda, İBB’nin Halk Ekmek büfeleri önündeki upuzun kuyrukları oluşturanların önemli bölümü, en fazla 4 bin TL’lik asgari ücret beklentileriyle düğün bayrama hazırlanıyor herhalde.
Oysa bu günlerde izlediğim sokak röportajlarında sıradan insanlar, 6-7, hatta 10 bin liralık asgari ücret hayali kuruyorlardı. Açıklamaları da netti: Pazardaki fiyatları, son birkaç ayda gelen zamları sıralıyorlardı. Mesela, yazın bin TL olan bir evin kirasının şimdi nasıl 4 bin TL’ye yükseldiğini soruyorlardı.
Galiba hayalleri, umutları boşa gidecek; Bakan’ın “gönlünden kopan bayram”la yetinmek zorunda kalacaklar.
* * *
Sahi, insanların hayali, umudu ne? Ücret zammı beklentisiyle mutlu olma şansı arayan var mı?
İnsanlara Bakara Suresi ile “korku ve açlıkla sabretmelerini” tavsiye edip öteki dünyada bahtiyarlık vaatleri dağıtması kolay. Ama ya bu dünyada? Nasıl yaşayacaklar, neyle mutlu olacaklar?
Evren’in milyarlarca yıllık tarihi içinde insan hayatının kapladığı yer zaten bit kadar: Hepi topu 75-80 yıla sığıveriyor. Onu da sürün(dür)erek geçir(t)mek reva mı?
Dünya Mutluluk Raporu’nda niye Finlandiya, Danimarka, İsviçre gibi ülkeler zirvedeyken bizim memleketimiz 149 ülke arasında ancak 104. sırada gelebiliyor? Bakara Suresi niye hep bizi sınıyor?
Voltaire, "İnsan hayatının anlamını görebilmek için hayal kurmak zorundadır" demiş.
Bizim ülkemizde açlık sınırındaki milyonlara mutluluğu nasıl tarif ettireceğiz? Hayatlarının anlamını ve hayallerini sorsak ne cevap alacağız?
Onların hayalleri kimin umurunda? Bırakın hayallerini, hayatları kimin umurunda?
Ölseler/ölsek ne olacak? Ölüleri kılı kıpırdamadan "cennete uğurlamaya" hazır birçok siyasi yok mu?
Nasılsa sayımız çok, pek çok, on milyonlarca… Hamam böcekleri kadar çokuz. Ve iktidar açısından sadece birkaç yılda bir gün (seçimler sırasında) önem taşırız. Onun için sıradan günlerde “gerekirse” ölmemiz, hamam böcekleri gibi ezilip gitmemiz doğaldır.
Siyasetin ötesinde “insan” diye bir amaç var mı bu ülkede?
“Hayat” diye bir değer var mı?
Ama ölmek!.. Ölmek bir başka şeref bizde…
Kutsal yaşam kuramadık yüz yıldır; ama kutsal ölüm “noktasında” hiçbir sıkıntımız yok.
Bu topraklarda yaşamanın, aşkın, sanatın, bilimin pek bir önemi yoktur. Kutsal hayat olmaz bizde. Ama kutsal ölüm çeşitlerimiz çoktur.