2009’da Mardin’de yaşanan dehşet verici Bilge Köyü Katliamı, bir topluluğun kimi kanaat önderi olarak gördüğü, kimin fikirlerini referans olarak kabul ettiği ve yakınlık duyduğu tartışmasına sebep olmuştu. Muhtemelen hatırlarsınız, Bilge Köyü'nden bir ailenin düğününe, bir kısmı koruculuk da yapan aynı aileden erkekler silahlı saldırıda bulunmuş, çocuklar, hamile kadınlar ve nişanlı çift dahil onlarca kişi ölmüştü. Düğüne davet edilenler arasında devleti temsil eden iki kişi vardı. Biri öğretmen, diğeri imam. Öğretmen davete icabet etmemiş, imam ise etmişti. Katliamdan sonra Milli Gazete’nin köy halkı tarafından çok sevildiğini, çocukların eğitimine ve yakın çevrelerini tanımalarına da katkıda bulunduğunu belirttiği imam, köy halkından birçok kişiyle birlikte katliamda hayatını kaybetmişti. Katliamın yarattığı ilk sarsıntı yatıştıktan sonra, öğretmen ile imamın temsil ettikleri paradigmalar ve bunların merkezden uzakta, kırsal kesimde, özellikle de muhafazakarlığın hakim olduğu, farklı etnik ve mezhepsel kimliklerin bulunduğu bölgelerde nasıl karşılık bulduğu sosyolojik analizlerin konusu olmuştu.
Tam da anadil tartışmalarında seslerin yükselmeye başladığı, bir Kürt köyüne tayin olan genç öğretmenin Türkçe bilmeyen öğrencilerle yaşadıklarını anlatan İki Dil Bir Bavul filminin gösterime girdiği bir dönemde, öğretmenin temsil ettiği Cumhuriyet değerlerinin, aydınlanmacı, pozitivist ve Batı merkezli bilginin, halktan kopuk mesafeli duruşun, imamın temsil ettiği geleneksel, dini ve ahlaki bilgiye, yakın ilişkilere yenik düştüğünün göstergesi olarak yorumlanmıştı bu durum. İmamın temsil ettiği değerlerin ve bilgi türünün halkta daha fazla karşılık bulduğu konuşulmuştu ve bu biraz da imamın halkla kurduğu ilişkiye bağlanmıştı.
Bilge Köyü Katliamı'nı ve ardından gelen tartışmaları hatırlamama sebep olansa geçtiğimiz günlerde, bir akraba buluşmasında yaşını başını almış, orta sınıf mensubu eniştelerden birinin bana, “Sen gazetecilik hocasısın, söyle bakalım en doğru yazan gazete hangisi?” diye sormasıydı. Ben “Öyle bir gazete olamaz” deme gafletinde bulununca, enişte beni kınayan bakışlarla süzüp, “Tabii ki Sözcü” diye bilgilendirdi tüm aileyi. Bunun retorik bir soru olduğunu anlayamayacak kadar naifmişim anlaşılan. Eniştenin Sözcü’ye duyduğu iman düzeyindeki bağlılık ve güven eniştenin politik duruşunu tahkim edecek, onu her daim haklı çıkaracak, bilgeliğine, statüsüne halel getirmeyecek bir yayın olmasıyla bağlantılıydı. Enişte Sözcü’den enformasyon edinmiyordu aslında. Sözcü ve enişte, gündeme ve hayata dair bir konsensüs yaratıyor ve dayatıyorlardı. Ortaklaşa üretilen enformasyonla hayat bulan değerler, öncelikler ve kriterler hayatla ilişkilenmenin tek yoluydu. Bunların “halka” empoze edilmesi gerekiyordu. Yoksa, “bu millet nasıl adam olacak”tı? Enişte ve onun muadili vatandaşlara göre, her sorunun çözümü eğitimde saklıydı. Eğitim dedikleri, haliyle, modern, Batı merkezli, medenileştirici bir süreçti.
Bunun karşı kutbunda yer alan yaklaşım ise modern bilimin, okul bilgisinin yozlaştırıcı, geleneksel değerleri, ahlakı, inancı tahrip eden ayartıcı bir bilgi olduğu yönündeydi. Daha önce bahsetmiştim, anneannem biz okula başladıktan sonra, ne zaman onaylamadığı bir davranışımızı görse, mesela onunla teravih namazına gitmeyi reddetsek, misafiri geldiğinde el öpüp hatır sormadan odamıza kaçsak, büyüklerin yanında kanepeye uzansak, eleştirilerine cevap yetiştirsek, “Okulda size bunu mu öğretiyorlar?” diye çıkışırdı bize. Özellikle kız çocukların okula giderek edinecekleri perspektif geçmişten günümüze rahatsızlık yaratan bir durumdu. Anneannemin ve babaannemin kuşağından kadınların “mektupçu” olacakları, yani erkeklerle yazışıp, ailenin isteği hilafına gönül ilişkisine girecekleri, evden kaçacakları, kötü yola düşecekleri korkusuyla okutulmadıkları, hatta sonradan okuma-yazma öğrenmelerine bile engel olunduğu anlatılır anı kitaplarında, kişisel sohbetlerde. Tabii asıl endişe, kamusal alana meşru biçimde dahil olup ufuklarının açılması, güçlenmeleri, geleneksel cinsiyet rol ve ilişkilerini sorgular hale gelmeleri ihtimalidir. Anneannemin, yaşıtı dini bütün kadınlar dışında yakın çevresinden onay bulmadığı için cılız bir sesle ve küskünlükle şikayet konusu ettiği, okul bilgisinin Allah’a şirk koşacak bir başka dünya bilgisi, yaradılışa, yaratılanlara, günlük hayata ve toplumsal ilişkilere aklın rehberliğinde bakmayı ve maneviyata dirsek çevirmeyi beraberinde getireceği korkusuydu. Bilimsel bilgiye, Batılılaşmaya belli bir iyimserlikle, onaylayıcı tavırla yaklaşan, ta kırklı yıllarda kız çocuklarını bile okutmak için elinden geleni yapan babasının bile, ona aya inildiğini müjdelediğinde, “Ay bir nurdur, inilemez” diyerek konuyu kapattığını anlatırdı babam. Dini değerler söz konusu olduğunda her şeyin bir sınırı vardı.
Bilimsel bilgiyle geleneksel bilgi arasındaki çatışma geç modernleşen ülkelerin kaderi gibi. Aile ilişkilerinden toplumsal yapıya, sofra kültüründen vücut hijyenine kadar her şeyin yüzyıllarca dinin ve geleneğin kaideleriyle biçimlendiği bir toplumun kolektif bilinçaltının da, belleğinin de yönetim biçimi değişince dönüşebileceğine inanmak safdillik olur. Ama öte yandan, hangi bilgi türünün makbul sayılacağı, iktidar aygıtını elinde tutanların meşrebine göre değişir. Örnek vermek gerekirse, şifalı bitkilerin sağaltıcı gücünü rant kaynağına dönüştüren otacılık son yirmi yılın muhafazakar ikliminde yeşerdi. Erken Cumhuriyet döneminin eğitim politikalarının modern tıp bilimini kurumsallaştırmaya çalışırken şifacılığı, geleneksel tıbbın olumlu yanlarını, ebeliği itibarsızlaştırdığını biliyoruz. Son dönemde özellikle erkek uzmanların şık bir ambalajla, televizyon ekranlarında kendinden emin bir tavırla sundukları bitkilerin kerameti, zamanında ihtiyar kadınların bilgeliğini “kocakarılık” diye adlandırıp görmezden gelen, köhnelik, çağdışılık olarak işaretleyen yaklaşımın yerini aldı. Tabii bitkilerin iyileştirici gücünün, alternatif tıbbın artık rant sağlamak için verimli bir kaynak olmasının etkisiyle… Bu şifacılardan biri, cumhurbaşkanı danışmanı bile oldu. Hacamat, sülük tedavisi dinen vacip olarak gösterildi ve birçok özel hastanede bunlar için birimler oluşturuldu. Ebeliğin varlık sebeplerinden olan doğal yollardan doğum, kadınların daha çok çocuk yapıp kamusal alandan uzaklaşmaları ve aileyi tahkim etmek için teşvik edildi.
Hangi dönem, hangi bilgi türünün makbul sayıldığından bağımsız olarak, sınıf, cinsiyet, etnik ve dini kimlikler, kültür birikimi ve yaş bizim hangi bilgi türünü makbul saydığımızı, kime akıl danışacağımızı veya akıl dağıtacağımızı, kimden aldığımız bilgileri kıymetli bulduğumuzu yahut bizimkinin kimlerce kıymetli bulunduğunu belirliyor. Mesela dini inancı kuvvetli insanlar din büyüklerinin öğütlerine kulak kabartırlarken, ahirete dair sorularına, miras paylaşımından cinsel hayata kadar çeşitlenen günlük sorunları, gündelik hayatın devamlılığı içinde ortaya çıkan problemleri de ekliyorlar. Çağımızın temel enformasyon kaynağı olan internet ise sosyal medya takipçilerinin Youtuber'lara, Vlogger'lara bel bağlamalarına sebep oluyor.
Uzmanından edinilen bilimsel, deneye dayalı ve kanıtlanabilir bilgi ile geleneksel ve inanca dayalı bilginin çatışması sık karşılaştığımız bir durum. Gündelik hayatı sürdürürken karşımıza çıkan sorunları aşmak için de, hayatın yüküyle, travmalarla başa çıkabilmek için de, hastalıkları iyileştirebilmek, oy vereceğimiz partiyi belirlemek için de bu bilgi türlerinden birini tercih etmemiz gerekiyor. Bazen ikisi arasında salınsak da, bizi zorlamayacak, inancımızı sarsmayacak, rahatımızı bozmayacak bir enformasyon kaynağı arayışında oluyoruz. Özellikle doğru bildiklerimizi pekiştirecek, bizimle hemfikir olan kaynaklardan besleniyoruz. Sosyal medya mecrasında yürüyen tartışmalar bile hemfikir olunan arkadaşların/tanışların birbirlerini sağlamaları üzerine kurulu çoğunlukla. Neticede, hangi bilgi türüne bel bağlarsak bağlayalım, tek kaynaktan beslenmek dogmatizmi, paranoyayı, komplo teorilerine inanmayı ve bağnazlığı beraberinde getiriyor.
Okulda size bunu mu öğretiyorlar sorusu ile eğitim şart talimatı arasında bir yer olmalı oysa. Okul bilgisinin nizam veren, hizaya sokan başka bir tür muhafazakarlığa haiz niteliği ile geleneksel bilginin kutsiyet halesiyle sarılı sorgulanamazlığı arasında bir yerde durmak mümkün değil mi? Eniştem ile anneanneme; öğretmen ile imama, yani kutsal kitaplar ile kitaplar dolduran, tıpkı din gibi kutsal ve tartışılamaz kılınan bilime eşit mesafede durarak…