Hayat: Geriye dönüp baktığımız
Hayat bir ‘inat’ filmi değil... Sadeliğin ve sükunetin filmi. Zeki Demirkubuz, 60 yıllık yaşamı da özümsediği ve olduğu gibi kabullendiği insan durumlarını sükunetle anlatıyor.
İyi kitaplar gibi iyi filmler de içimizdeki canavarı dürtüp eyleme geçme isteğini canlandırır. Bu eylem, genelde, içimizde taşan duyguları birine anlatmak olur. Bazen, yaşamın anlamını bulmuşçasına heyecanlı, bazen bunaltan düşlerden uyandırır gibi ferahtır o konuşmalar. Hayat öyle bir film; bu yazı da o konuşmalardan. Televizyonda yayınlandıktan sonra izleyebildiğim için gecikmiş de bir konuşma.
Farklı kolları olan büyük bir ırmağın içinde kesişen/sürüklenen yaşamların hikayesi Hayat.
Babasının ‘münasip gördüğü’ Rıza ile evlenmek istemeyen Hicran (Miray Daner), düğüne kısa bir süre kala ortadan kaybolur. İlk başta bu durumu pek dert etmez Rıza (Burak Dakak). Çünkü çok az görüştüğü nişanlısı hakkında pek bir şey bilmemektedir. Doğrusu, ailesi dahil hiç kimse Hicran’ın niye her şeyi ardında bırakıp gittiğine anlam veremez. Sorun, dedesinin fırınında çalışan, kendi halinde, ‘efendi’ bir çocuk olan Rıza’da mıdır yoksa Hicran’ın sevdiği başka biri mi vardır? Nişanlısının İstanbul’da olduğunu öğrenen Rıza, ‘gerçeği’ ondan duymak için peşine düşer. Bu yolculuk, ikisinin hayatını da farklı yollara savuracaktır.
Filmin vizyonundan önce aynı adla bir fotoğraf sergisi açmıştı Zeki Demirkubuz. Türkiye’nin farklı yerlerinde yıllar içinde yakaladığı ‘insan manzaraları’ndan bir seçki. Buradan hareketle söylersem, Hayat filmi, bir Zeki Demirkubuz retrospektifi. Genç kuşaktan biri çekseydi, ‘Demirkubuz’a saygı duruşu’ diye anılabilecek türden bir film. ‘Bildiği dünyayı yeniden anlatarak çıkış arıyor’ demek kolaycılık olur. Öyle olsa Netflix’e ya da onun yerli muadillerine yeni oyuncularla 8’er bölümden iki-üç sezon Kader ve Masumiyet’i dizileştirir; alkış, övgü, ödül ve para kazanabilirdi pekala.
KENDİNDEN KENDİNE BİR REFERANS
Hayat’ın ilk bakışta bir ‘patinaj’ duygusu uyandırması gayet anlaşılabilir. Kağıthane’de, Basmane’de ya da Kars’taki derme çatma bir evde geçmiyor öykü. Boyabat’tayız. Fakat sanki yine yeniden Bekir, Uğur ve Zagor’un peşinden gidiyoruz. Onların alternatif evrendeki hallerini izliyor ve içten içe ‘bu hikayenin sonunu biliyorum’ diyoruz. Yönetmen, yıllar önce bilinçlerimize bizzat kendisinin zerk ettiği bu ‘zehirli’, melankolik dünyayı ilk elden önümüze sererek risk alıyor; o dünyanın saplantılı ama ‘masum’ karakterlerini de. Bununla kalmayıp, kızının ‘pısırık’ olarak nitelendirdiği anneye (Melis Birkan) televizyonda zap yaptırırken “Bu güzel” diyerek Kader filmini izletiyor. Kendinden kendine, altını çizerek verilen bir referans.
Süresini hissettirmeden akıp giden Hayat, hikaye akışında keskin geçişlere sahip. Bu tercih, rüya trüğü ile ilişkili görünüyor. Filmde iki kilit rüya sahnesi var. Farklı zamanlarda iki ayrı karakterin gördüğü aynı rüya sonrası karakterlerin karar alma süreci sona erer ve eyleme geçerler. Rüyalardakine benzer şekilde filmin kurgusundaki zaman/mekan atlamalı sert geçişler de benzer etkiye sahip. Çoğu sekans, tıpkı o iki rüya gibi tasarlanmış. Bunlardan biri, yeni nesil ‘Zagor’ diyebileceğimiz Ferit'in (Seyit Nizam Yılmaz) sahneden çekilmesinde karşımıza çıkıyor. Bu sahneyi Hicran’ın gözlerinden takip etmek yoğunluğu artıran bir tercih.
Rüya trüğü, yaşamın gizemine yahut aşkın yönüne dair bir dokunuş olarak görülebilir. Bununla birlikte, Proust’un Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde kitabında aşkı tanımladığı türden, kendinden başlayıp muhatabına çarpıp geri döndüğünde daha da büyüyerek tamamlanan bir duygusu var filmin. İlgili bölümü anımsayalım: “Sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki bir bütün olarak içimize sığmaz; sevdiğimiz insana doğru yayılır, onda kendisini durduran, başlangıç noktasına geri dönmeye zorlayan bir yüzey bulur; işte karşımızdakinin hisleri dediğimiz şey, kendi sevgimizin çarpıp geri dönüşüdür; bizi gidişten daha fazla etkilemesinin, büyülemesinin sebebiyse, kendimizden çıktığını fark etmeyişimizdir.” (YKY, 1996: 207, Çev. Roza Hakmen). Rıza ile Hicran arasında finale doğru gördüğümüz 'sevgi' de bu türden.
KABULLENİŞİN RÜYASI
Bir diğer sahne, Anadolu’nun hemen her yerinde bulunan, şehre nazır bir tepede, arabanın içinde gerçekleşiyor. Rıza’nın arkadaşına belki de ilk kez içten duygularını söylediği; Dallas göndermesini ve zamanın ruhunun değiştiğini de vurgulayan bölüm.
Karar anlarını gösterirken zamanı donduruyor yönetmen. Bunu elbette ki Hollywood usulü bir dramaturjiyle değil, kendi yaşamında ve gerçek hayatta yakaladığı şekilde yapıyor. Kırılma/karar anlarında, karakterlerin içindeki küçücük kıvılcımların nasıl önü alınamaz bir yangına dönüştüğünü görüyoruz. Kalpte ve zihinde ücra bir köşeye atılan ‘önemsiz’ duygu ve düşüncelerin büyüye büyüye arzularımızın gemini ele geçirmesi… Yoğunlaşan duygular ve çok sonra gelip çöken pişmanlıklar… Bu anlardaki duyguların tüm sahneyi kaplayıp zamanın bir anlığına donması garip bir şekilde Scorsese’nin Irishman’ini çağrıştırdı bana. Başka dünyalar, başka yönetmenler elbette. Ama hayata ve insana dair yakaladıkları benzerlikler hiç de şaşırtıcı değil.
Aynı sahnedeki küçücük Dallas göndermesi kayda değer bir durumu imlediği için önemli. 80’ler Türkiye’sini ekrana kilitleyen entrikalı Dallas dizisinden mülhem dilimize yerleşen “Ortalık Dallas’a döndü” ifadesinin 2020’lerde bile günlük yaşama sızması; bununla birlikte, deyimi dillendiren gencin bile çıkış noktasından habersiz olmasının filme dair söylediği bir şey var: Kader ve Masumiyet’in -Üçüncü Sayfa ve İtiraf'ı da dâhil edebiliriz- insancıkları bugün nasıl karar alır, hangi yollardan giderdi?
Saplantılı bir aşk için ömür harcayacak, “Yazıkmış, kılmış, tüymüş, hepsi hesap edildi bunların. Her şeye hazırım…” diyecek ve izbe bir otel odasında canına kıyacak Bekir yok artık günümüzde. Hayat’ın bize gösterdiği bireysel ve sosyal dönüşüme göre Zagor, Bekir, Uğur üçgeni yine kurulabilir ama olayların gidişi, yaşanışı başka olur. Diğer taraftan, artık herkes geçmiştekinden çok daha fazla ‘ekmek’ ve ‘düzenli hayat’ derdinde. Boyabat’taki 'pısırık anne', dindar fırıncı, İstanbul’daki öğrenci evini baba parasıyla döndüren ‘sahte’ öğrenci ya da Sinop’taki dul emekli öğretmen… Hem bir düzenim olsun hem de rutinin içinde sıkışıp kalmayayım; ‘farklı, heyecanlı’ bir hayat yaşayayım diyen günümüz insanı... Bekir’in hiçbir zaman böyle dertleri olmamıştı. Uğur’un eteğinin dibinde bir çulsuz ve iflah olmaz bir düşkün olarak ölüp gitmeye razıydı. Üstelik gerçeği, yani Uğur’un ona aşık olmadığını ve asla olmayacağını adı gibi biliyordu. Şimdinin Türkiye’sinde ise “Herkes inanmak istediğine inan”dığı için ‘gerçek’ kimsenin umrunda değil.
Değişen zaman ve onun dönüştürücü gücü korkunç.
GÜNLÜK POLİTİKA MI İNSAN RUHU MU?
Yönetmenin karakterlerini oluştururken bir nevi Türkiye alegorisine girişip her kesimden bir 'temsilci' yazdığı söylenebilir. Ancak bu temsiliyet hiçbir zaman onun esas meselesi değil. Politik söylem beklentilerine attığı ufak birkaç 'olta' da çok önemli değil bana kalırsa. Bildiğimiz Demirkubuz insana dair daha temel, daha karanlık ve yaşamın bütün matematiğini alt üst eden gizemine hatta aşkın yanlarına dair ömürlük kazısını burada da sürdürüyor. Bu gözle bakınca filmin en Dostoyevskiyen karakteri Yılmaz (Doğu Demirkol). Epilepsi nöbeti yerine aksak ayağı ve tiki var. Cüssesinin yarısı kadar birinden dayak yemeyi ve sürekli aşağılanmayı içselleştirmiş kişiliğiyle adeta bir parazit gibi yaşamayı sorun etmiyor. Yılmaz, Ferit ve Hicran; Zagor, Uğur ve Bekir üçgenin günümüzdeki karikatürü gibiler. Bu üçgen, Rıza'nın beklenmedik hamlesiyle bozulunca hikaye 'asıl' yatağına geri dönüyor.
Rüya faslına dönersek, film yine bir rüya bahsi ile bitiyor. Sondaki rüyanın ne olduğunu bilmiyoruz. Ancak yine bir karar aşamasına gelindiğini düşünebiliriz pekala. Özellikle Hicran ile Orhan’ın (Cem Davran) restaurant sahnesinde anlattıkları -Cem Davran'ın harikulade performansıyla- Hicran’ın çok iyi bildiği, hatta bizzat deneyimlediği duygular. Orhan’ın 50’sini geçmiş eğitimli bir erkek olarak sadece düşünce aşamasında kalıp eyleme geçmeye cesaret edemediklerini Hicran henüz 20’lerinin başında yapmış ve hayatın değiştiremeyeceği yanlarının acısını duymakla birlikte bunları olduğu gibi kabullenmeyi öğrenmiştir. Tıpkı Demirkubuz’un Türkiye’ye ve hayata dair o meşhur sosyal medya paylaşımındaki gibi: "Bu ülkeye ve bu hayata dair hiçbir şeyin, hiçbir zaman benim dilediğim gibi olmayacağını biliyor, artık bundan acı duymuyorum." Hicran'ın kendi yaşamına yaklaşımı da çok benzer.
Kimi eleştirilerin aksine güçlü bir karakter Hicran. Yaşamında kendine yeni bir yol açacak kadar değil elbette. Ancak hayatın kendisine dayattığı yollardan birine girdiğinde, seçtiği yahut vazgeçtiği her şey için bedel ödemeyi cesurca göze alabilen biri. Ne istediğini tam olarak bilmese de mecbur olduğu bir şeyi bile kendi istediği şekilde yapmayı çok iyi biliyor. Karamazov Kardeşler’in Gruşenka’sına benzer yanları var Hicran'ın. Hayatındaki bütün erkekler onun eylemiyle harekete geçiyor ve hepsini bir şeylere zorluyor. Türk dizilerinde ‘güçlü’ olduğu iddia edilen birçok karton kadın karakterden daha güçlü. Bana kalırsa, -Zagor hariç- etrafındaki erkekleri her fırsatta aşağılayabilen Uğur’dan bile daha güçlü Hicran. İstese, Orhan'ı bir ömür idare edip gül gibi yaşayabilir. Ancak Orhan onu 'gerçekten' sevmeye zorladığında çekip gidiyor. Annesini sevdiği halde "pısırık insanlara tahammül edemediği"ni söylerken, muhtemelen Rıza’yı ilk gördüğünde onun pısırık olduğunu düşündüğü için nişanı attığını anlıyoruz. Yılmaz’ı değil Ferit’i seçmesi de bu yüzden.
Hicran’ın en büyük, belki de biricik motivasyonu babasının onay ve sevgisini görebilmek. Finalde bile bu arzusunu dillendiriyor. Buna rağmen hayattaki bütün tercihlerinde, -gerekli gördüğü anda- bu onayı bile çiğneyip bildiği yoldan gidiyor. Hicran'ın gücü beylik laflardan yahut erkeklerle yaptığı ağız dolusu tartışmalardan gelmiyor. Her şeyden önce Hicran, hayatındaki her erkekten hatta her şeyden bir çırpıda vazgeçebilir. Hiçbirine ve hiçbir şeye bağ(ım)lılığı yok. Rıza’nın bayram namazından dönüşü ile başlayan ve kekremsi bir mutlu son havası veren, rüyaya benzer final sekansında bile Hicran’ın -bilmediğimiz bir sebepten- her şeyi geride bırakabileceğini hissettiriyor yönetmen.
Mutlu son demişken, bana kalırsa filmin asıl finali Hicran'ın annesini eve gönderip doğanın içinde bir başına kaldığında bütün acılarını, umutlarını, pişmanlıklarını, özlemlerini gözyaşlarından akıttığı sahne. Bu yüzden, hemen sonrasında gelen Yeşilçamvari 'mutlu son'un bir rüya olduğunu düşünebiliriz pekala. Ayrıca, Orhan'ın restaurantta 'savladığı' varoluşsal olasılıkların Rıza ve Hicran’ın yeni hayatındaki imtihanı olmaması için bir neden yok.
Hicran ve Rıza'nın dünyasına girmeyi bu kadar kolaylaştıran senaryoda yan karakterler fazlasıyla düz. Hatta kimi zaman karikatüre kaçıyor. Baba, anne, Rıza’nın amcası, İstanbul’daki Yaşar hatta Ferit… Yine de filmin geneline olumsuz etkisi o kadar sarsıcı değil. Ama filmi bir üst seviyeye çıkarmayan önemli bir etken.
HAYAT'IN DEĞERİ
Doğrusu, ne kadar sevsem de Hayat bir başyapıt değil. Olmasına da gerek yok. Hayat'ın en kıymetli yanı, olgunluk burcundaki bir ustanın geriye dönüp baktığı film olması. Kimi fırça darbelerini tashih edip kimine yeni tonlar eklemesi. Kendi izleği üzerinde yeniden titizlikle gezinirken tekrara girip kendini küçültücü bir duruma sokma riskini bilerek, bu farkındalıkta ve hatta buna rağmen yapması. İnsanın en küçük, karanlık, gizemli dürtülerinin ve yaralarının peşinden bir ömür inatla gidip onları kanatan bir yönetmenin elinden çıkmasına rağmen bir ‘inat’ filmi değil... Sadeliğin ve sükunetin filmi. Zeki Demirkubuz, 60 yıllık yaşamı da özümsediği ve olduğu gibi kabullendiği insan durumlarını sükunetle anlatıyor.
Gerçek yaşamda olduğu gibi sanatta da sürekli ‘daha iyi’ye doğru gideceğimiz yanılsaması bir norm haline geldi. Yapılan her işin bir öncekinden daha iyi olduğu/olması gerektiği dayatması yorucu. Bazen durup soluklanıp şöyle bir geriye bakmak arındırır. Demirkubuz’un kendi filmlerine, karakterlerine, insancıklarına baktığı bir film Hayat -bugünü de ıskalamadan.
Şunun şurasında, Dallas’ı hatırlayan kaç kişi kaldık. Hayat, su gibi akıp gidiyor işte.