İlk olarak, çok yıl önce Cambridge’de lüks bir restoranda çalışırken görmüştüm. Her yerde kamera vardı. Bütün masaları görüyordu kameralar. Bir gün seyretmiştik çekimleri. Sevgililer Günü'ydü. Piyanisti ve dört-beş masayı görüyordu bu kamera. Birbirlerine bakıyordu çiftler, Sevgililer Günü'ne uygun olarak gülümsüyor, arada piyaniste bakıp, el ele tutuşuyordu. Piyanist ara verdiğinde sanki söylenmiş gibi kalkıp birbirlerine hediyeler veriyorlardı. Neden ki, diye sordum müdüre, çatal kaşık mı çalıyorlar ve bütün çatal kaşıkları çalsalar kameraya harcanan paradan daha mı çok? Garip garip baktı bana müdür. Güvenlik için, dedi. Bu güvenlik lafı son yüz yılı özetle anlatan şey. Güvenlik deyince akan sular duruyor. Ölüyor su. Lağım oluyor. Devlet devlet kokuyor. Sonra başını giyotine uzatıp, sessiz ve sakin, burjuvazinin kendisini en iyi tanımlayan aletine teslim oluyorsun…
Şimdi güvenliğin katırları kameralar her yere o kadar yayıldı ki farkına bile varmıyoruz. Türkiye’de bile her lokantada var ve hatta zorunlu sanırım. Artık kameraların usulsüz (!) kullanımına ilişkin Güney Kore’de protestolar başladı. Birileri tuvaletlere, masa altlarına, merdiven boşluklarına, belediye otobüs koltuk altlarına yerleştirdikleri kameralarla çektiklerini sanal alem pazarında sergiliyor. BBC’nin haberine göre, korsan kameracıların peşine düşen, kamera avcısı özel polis ekipleri sadece yüzde ikisini ele geçirebilmişler. Fotoğrafı var. Özel aletlerle klozet içinde filan kamera arıyor güvenlik güçleri.
Kameralar sanıldığı gibi, daha doğrusu bize öğretildiği gibi hiçbir zaman suçu engellemez. Basit bir istatistik araştırması yapın. Kamera sonrası dünyada suçların hiç azalmadığını, aksine daha çok arttığını hemen göreceksiniz. Suç işleyecek kaç kişi, kamera var diye suç işlemekten vazgeçer? Mesela iyi banka soyguncuları, mesleğin seçkinleri, kameralara aldırmadan iyi bir banka soygunu organize edebilir ya da tersine sallapati soyguncular zaten kamera olup olmadığına aldırmazlar ki eskiden de zaten gayet kolay yakalanırlardı. Her şeyi bir yana bırakın, iki kadın çorabı, ki kaç kişiyse soyguncu o kadar çorapla bu işi çözebilir. Kameralar ancak aniden suça yuvarlanmışları tespit edebilir. Yani lokantada otururken aniden sinirlenip, kıvırcık salata tabağı ile yan masadakinin kafasına vuran birisi tespit edilir ve yakalanabilir ki bu da suçun işlenmesine engel değildir. Ben bugüne kadar başkasının kafasına mesela salata tabağı vurmaktan vazgeçen birisini duymadım.
Bir de unutmayalım ki hayat hep iki taraflı yayılır. Bir yandan iyi anlarınız, gülümsenen üç saniye, ayaklarınızı denize sokmak zamanı, belki dize kadar ama sanki dalgalar arasında gibi ya da üstünde sörf yapmış gibi tahtasıyla ve dikkat etmeli kuru olmamalı sörf veya tanımadığınız için arkasından bile konuşamayacağınız birisiyle sarılmış bir foto ve leziz sofralar, hayatımızı sergiye yatırdığımız Instagram fotoğraflarında kendimiz tarafından teşhir edilirken, sakladıklarımız, koltukların ve sandalyelerin altı, umumi tuvalet kabinlerinin önlenemez gizemi, yemek masası tersleri de pornografik olarak karşımıza çıkmadan duramaz. Eğer bir yerde kamera görmüşseniz, filmin sonuna kadar bir yerde siz o filmin konusu olursunuz mutlaka.
Kameraların engellediği tek şey ‘biz özgürüz’ duygusundan başka bir şey değildir. Suçlular için değil, tam tersi herkes için, devlet denilen kurumsal şiddet tekelinin sürekli tepemizde olduğunu hatırlatan, seni izliyorum hissidir ve bu yüzden bütün kutsal kitaplara ‘şirk’ koşmaktır.
Tolstoy Lichtenberg’den alıntılıyordu bunu uyarlayarak; ‘Eğer bir seyyah, uzak bir adada ateşe hazır toplarla korunan evlerde yaşayan insanlar ve o evlerin etrafında gece gündüz devriye gezen nöbetçiler –‘kameralar’– görecek olsaydı, adada haydutların yaşadığını düşünmekten kendini alamazdı. Avrupa devletlerinin durumu bu değil midir?’
Bütün dünyanın hali bu değil mi?
Kameralara yakalanmak için yaşayan ve kameralara yakalanmamak için suç işlemeyen bir dünyadan hayır mı gelir?