Çalışma odamın kare şeklindeki penceresinin iç tarafına iki tane mumluk yerleştirmiştim. Bir tanesi küçük bir çömlek biçiminde delikli bir porselen, diğeri de kırmızı gaz lambası şeklindeki cam bir mumluk. Işık titreşerek küçük dalgalarla mumluklardan dışarı yayılıyordu. Tam karşımdaki sokak lambası, ağır sis tabakasını yırtarak, yağmakta olan karı görünür hale getiriyordu. Dirseğimi çalışma masama dayadım ve dakikalarca bu manzarayı seyrettim.
Gündelik hayat çalıştım ben. Hem de yıllarca. Sanırım medya ve iletişim çalışmaları yanında en çok çalıştığım ve de öğrencilerimi en çok çalıştırdığım konular bunlardır; gündelik hayat kültürü, tarihi ve gündelik hayat sosyolojisi. İnanmayacaksınız ama şimdi tam bu satırları yazarken, şu mesaj geldi Facebook üzerinden: Eski bir doktora öğrencimiz, “Sevilay hocam, son zamanlarda sık sık aklıma geliyorsunuz. Gündelik hayat dersinin kıymetini, programın ne kadar iyi hazırlandığını, çerçevenin sağlamlığını ancak fark ediyor, kavrayabiliyorum. Dersi alırken de kıymetliydi, fakat genelde geç kalırım tam istifade edemem. Bir vesileyle teşekkür etmek istedim. Hakkınız büyük. Selamlar.” diyordu. Mesajı okurken gözlerimden yaşlar yuvarlandı. Böyle bir vefa beni her zaman çok duygulandırır. “Demek ki onca emek boşa gitmemiş, bir yerlerde bir iz bırakmış” dedirten bir vefa. Şu koltuk kertenkelesi ibişlerin anlayamayacağı türden bir iz. Yazının rotası biraz kaydı ama anlaşılan bu mesaj da zaten rotamı kaydırmak için geldi. Spiritüel işlere pek yüz vermesem de gündelik hayatın gizemli bir boyutu olduğunu da inkar edemem.
Konumuza gelelim. İnsanları mutlu eden şeyler birbirinden çok farklı. Güzel objeleri, doğa parçalarını ve güzel mekanları seviyorum ben. "Herkes sever" diyeceksiniz ama öyle değil. Pastoral ortamlarda hafakanlar basan insanlar tanıdım. Oysa ben parlak çakıl taşları üzerinden akan berrak bir suyu seyrederken neredeyse eriyip o suya karışırım. Piknikleri ve festivalleri severim. Gündelik hayatı süsleyen, seyrelten ve gündeliğe neşe getiren her şeyi severim. Yoksa “gündelik” öldürücüdür.
Yedi yıl kadar önce bir gün buzda kayıp düşerek sol el bileğimi üç yerinden kırmıştım. Bunun aynı zamanda gündelikteki bir “kırılma” olduğunu da anlamam çok sürmedi.
Sıradan bir akşam üstüydü. Dersten çıkmıştım. Ders çıkışlarında insanın üzerinde belli belirsiz bir hafiflik olur. Üniversite hocalığı, kendinize ve öğrencinize saygınız varsa tabii, yıllar geçse bile hemen her derste küçük bir sahne heyecanı yaşayarak yapılan bir iştir. İyi geçen bir dersten sonra hafifler ve kendinize küçük bir ödül vermeyi bile isteyebilirsiniz. Bir kahve söyleyip, yanında da bir sigara tüttürmek gibi ödüller. Akşam saatleriyse ve koridorlarda kimseler kalmamışsa, hafif bir de hüzünlenir insan dersten çıktığında. Karışık duygular işte. Sınıfın kalabalığından kopup, kendi yalnızlığınızın içine düşmek gibi bir şey.
Ders sonrası bir sigara tellendirmiş ve eşyalarımı toplayıp çıkmıştım. Koridorun diğer ucunda bir arkadaşıma rastladım. O da dersini henüz bitirmişti. “Birlikte bir şeyler yesek mi Mülkiyeliler’de” diye sordu. İçim ışıldadı resmen. “Olur” dedim. Mülkiyeliler Birliği’nin teras katında bir yemek yedik, bir şeyler içtik ve sonra gece 21.30 civarında ayrıldık. Ben Güvenpark’tan kalkan bir Hoşdere minibüsüne bindim. Önümde oturan kişiye ön tarafa iletmesi için ücreti uzattım. Almadı. Kalktım ve kendim verdim. Yerime dönerken parayı almayı sessizce reddeden kişinin görme engelli olduğunu fark ettim. Ayıplayan bir gülümseme var gibi geldi yüzünde. Çok utandım. Garip bir hisle indim minibüsten. Çok net hatırlıyorum bunu. Kötü bir işaret gibi bir his.
Bir şubat gecesiydi; ayaz çıkmış, az evvel kısa bir süre yağan yağmur, kaldırımlarda ve trafiğin o saatte artık çok yoğun olmadığı caddede incecik buz tabakaları oluşturmuştu. Hazırlıksız yakalanmıştım. Ayakkabım kayıyordu. Daha az kayacağını düşünerek adımımı attığım bir noktada tutunamadım ve kendimi korumak için gayriihtiyari arkaya doğru uzattığım sol bileğimin üzerine olanca ağırlığımla düştüm. Elimde, omzumda ve esas olarak da bileğimde acayip bir şeyler olduğu çok açıktı. Sol elimin bileğimle oluşturduğu açı yepyeni bir görünüm kazanmıştı. Olaydan haberdar edince hemen acil servise koşturan Eser Hocam, sonraları günlerce elimin bu görüntüsünden söz etmiş, ressamların ve heykeltıraşların neden mütemadiyen el çizip, el yonttuğunu anladığını, o gün orada “el”in nasıl mucizevi bir organ olduğunu gördüğünü anlatmıştı. Bu da sevgili hocamın bakış açısının ayrı bir ilginçliği ve inceliğiydi sanırım.
Kırılmış bir bilek... Çok da ciddiye alınacak bir şey değildir belki. Fakat ben o gün hayatın incecik olduğunu, bir cam sanatçısının ateşten alarak zar gibi incelttiği cam kadar kırılgan olduğunu, çok derinden anladım. Her an tuzla buz olabilecek bir şey. Bedensel bütünlüğün ve “engelsizliğin” ürkütücü gelip geçiciliği. Derslerde teorik olarak değinip durduğumuz, “yaralanabilirliğin” ve “kırılganlığın” her dakika çok yakınımızda olduğu...
Olayı düşüp kaldığım yerden toparlayalım; yoldan arabayla geçerken fena düştüğümü görerek dönüş yapan genç bir çift tarafından bir hastanenin acil servisine götürüldüm. Beni içeriye kadar bırakıp ayrıldılar. Acılar içinde adlarını filan sormadığımdan, sonradan bir teşekkür etme şansımın olmayacağını sandığım bu tatlı çift meğer yakınlarda bir yerde oturuyormuş. Bizim eve düzenli aralıklarla temizliğe gelen kişi onların da yardımcısıymış. Hayat işte. Ertesi gün, buzda düşen birini hastaneye götürme olayı bu evde konuşulurken o da oradaymış. Birkaç gün sonra benim başıma gelenleri ve genç bir çift tarafından hastaneye yetiştirildiğimi öğrenince, hemen çözmüştü bağlantıyı. Bu bağlantı da neye yoracağımı bilemediğim bir başka işaret gibi gelmişti bana ama hayatın bazı işaretleri boşluğa düşer... Rastlantı, sadece bir rastlantıdır. O kadar.
Hiç gündemimde yokken, üç haftalık raporla zorunlu bir dinlenme dönemi başlamıştı. Sadece bir haftasını kullandım bu iznin. Askıdaki kolumla gidip derslerimi filan yapıp sonra da taksi çağırıp hızla eve dönüyordum. Küçük bir agorafobi yaşadığımı düşünüyorum şimdi geriye bakınca. Merdivenlerden yaşıma yakışmayan bir yavaşlıkla inip çıkıyordum. Yakın mesafe bir yerlere yürüyerek gitmem gerektiğinde adım adım kaldırımları, dönemeçleri ve yürüyeceğim yolu gözümde canlandırıyordum. Birkaç ay sürdü bu durum. Sonra farkına varmadan yeniden hızlandım, paldır küldür yürümelerime döndüm. Buza gelince, hâlâ en korktuğum şeylerden biridir. Buzda yürümek...
Bu olay üzerine hayatımda ilk kez bir ameliyat da geçirmiş oldum. Fakat hastane sezonu bir kez açılmaya görsün, devamı bir şekilde geliyor. Ne diyelim, Allah beterinden esirgesin. Hayatın camdan kırılganlığıyla iki yıl önce bir rahatsızlık nedeniyle yeniden yüzleştim. Bugün kontrol amaçlı birtakım tetkiklerin sonucunu beklerken, “Hayat” dedim, “Hayat sen ne kadar güzelsin...”.
Her zaman bir ev kuşu oldum ben. Kırık bilekle baş başa kaldığım günlerde de, daha yakın zamandaki diğer rahatsızlık sürecinde de evim iyiden iyiye cennet bir mekan oldu bana. Oraya buraya hafif bir yasemin esansına batırılmış çubuklar yerleştirmek, yere minderler atmak, küçük sesle bir müzik açmak... Mum alevinde sıcaklığı korunan porselen bir demlikte ıhlamur demlemek ya da kahve makinasının fokurtuları arasından mis gibi bir kahve kokusunu her tarafa yaymak. Mutluluk buydu; renkler, hoş kokular, güzel mekanlar ve seslerle ilgili bir şey... Biraz da sessizlikle.
Böyle şeyleri hep sevdim. Kırmızı porselen demlikleri, kuzineleri... Rengarenk çiçeklerin sarktığı ve dantel perdelerin göründüğü bir pencereye dayanmış renkli bisikletleri. Tren camından gördüğüm uzak kasabalardaki küçük istasyon binalarını. Birbirine merdivenlerle bağlanan çok katlı sokakları. Bunları herkes mi sever? Sanmıyorum. Hayatı bu küçücük hoşluklarıyla sevmek, camdan kırılganlığına temas edebilmek, evin bir köşesinde yaprak açan bir çiçekle neşelenmek... Bunları herkes sevmiyor. Maalesef sevmiyor. “Yaşam evi”ni güzelleştirmeyi hiç bilmiyor çoğu kimse. Bilenlere de hayat hakkı tanımıyorlar bu yüzden.
Çoğunluk büyük şeyleri seviyor. Büyüklükleri sevmek öğütleniyor. Küçük güzellikler ve pür bir hayat sevgisi, görme alanlarımızdan esirgeniyor. Büyük köprüleri, geniş yolları, kapısından geçemeyecekleri devasa binaları, sarayları, hiçbir zaman yolcusu olmayacakları uluslararası havaalanlarını sevmeleri telkin ediliyor insan(cık)lara. Sevmek de değil aslında, bunlarla övünmek öğütleniyor. Oysa “kırılgan hayat”larıyla birer insancığız biz sadece. Küçük hayatlarımızı çevreleyen, gündelik, sıradan ve güzel şeyleri sevmekten besleniriz en çok.
Hayhuyundan bir türlü sıyrılamadığımızdan, zaten doğru dürüst göremediğimiz gündelik hayatı, iyice gözümüzden kaçırmak istiyorlar. “Hayat körü” ediyorlar bizi. Koca bir toplumu buz üstünde iki büklüm yürütüyorlar yıllardır...
Yeni bir yıl yaklaşırken, gündelik hayatın sıradanlığı içindeki bütün bu küçük hoşlukları düşünüp durdum... Önceki gün Demirtaş’ın cezaevinden Özlem Akarsu’ya verdiği harika röportaja rastladım. En çok “Kızlarımı özledim” diyordu. Daha sonra yeni KHK ve tek tip kıyafetle ilişkili sözlerini okudum. Ahmet Şık’ın engellenen savunmasının metnini de okudum. Bunları herkes okusun isterdim. Hayatın kırılganlığını ve değerini derinden sezenlerin çelik iradesini görüyorsunuz... Açlık grevinin 293'üncü günündeki Nuriye Gülmen’in “O kadar soğuk mu hava, kış mı geldi?” diye sorduğunu öğrendim bir başka haberden...
İşinden ve aşından edilenlerden, akademisyenlerden, gazetecilerden, siyasetçilerden, rehin alınmış herkesten çalınan “gündelik hayat akışını,” kişisel bir öyküdeki sıradan kesintiler, rastlantılar ve gizemlerle birlikte hatırlatmak istedim.
Yeni yılda direnenler ve hayat kazansın. Hep hayat. Güzelim hayat...