Hayatı kutsallaştırmayın!

Hayatın bu denli kutsallaştırıldığı bir dünyada, kutsalla doğrudan ilinti içerisinde olan tanıklık da ancak hayatın bu kutsallığı temelinde yeniden yapılanmış olarak bir yer bulabilir kendisine. Kutsalın biçimi değiştikçe kutsala yakın olmanın, şehitliğin ve tanıklığın da biçimi değişecektir. Bu türlü bir değişimi en açık haliyle ortaya koyan örnek, öyle sanıyorum ki, martis ile aynı kökten gelen “isto”, “historia” ve “histo” sözcüklerinin Antik Yunan’da geçirmiş olduğu dönüşümdür.

Abone ol

Uzun zaman önce dağları mesken tutmuş bir eski arkadaşım, yıllar önce, amcasıyla ve babasıyla girdiği bir tartışmada, hayatını mahvetmekte olduğu söylenince, “Bu hayatı bu kadar da kutsallaştırmayın yahu! Hem zaten hangi hayattan bahsediyorsunuz?” yanıtını vermişti. Korkunç bir hale getirilmiş cenazesi geldiğinde, birileri onun ölümü ve hayatı hakkında, Kürdistan’dan Batı’ya doğru, Siyah’tan Beyaz’a doğru bir sözün özneliğine soyunarak, “Buralarda hayatın kutsallığı filan yok” manasında bir şeyler söylemişti. Hâlâ içimi yırtıp geçen bir ters yüz oluş… Üstelik cenazesinin başına getirilenler, tam da ‘hayatın kutsallığı’nın kurduğu bir ölüm-yaşam envanteri nedeniyle, söz konusu insanın ölümün ve yaşamın kayıt defterinden atılması yönündeki bir girişim nedeniyle gerçekleşmişken…

Okumakta olduğunuzun satırların yazarı, uzun süre Kürdistan’da ölümün ve yaşamın düzeni/düzensizliği üzerine çalıştı. Bununla birlikte, bir yıl kadar önce, bir daha bu hususta yazmamaya yemin etmişti; kendisi de ölüm ile yaşam arasındaki bir belirsizlik, ayrımsızlık bölgesine sıkışarak, kendilik duyumunu hayaletimsi bir şey olarak deneyimlemeye başladığı için… Fakat olmuyor, bitmiyor. Kendisini bir kedi karşısında kadir-i mutlak bir konumda görüvermiş aşağılık bir insan, belirli bir iktidar biçiminin bütün mantığını yeniden önümüze koyuyor. “Ben” diyor, “can alırım, can veririm.”

Çünkü o kedi karşısında mutlak egemen durumda ve bu tutumuyla da bir egemenlik biçiminin bütün mantığını ifşa ediyor: Kimin hayatta kalabilir ve kimin ölebilir olduğuna karar vermek. İstemesem de kendimi yeniden şu soruyla yüz yüze buluyorum: Bu çağda hayat ve dolayısıyla da ölüm ve yaşam ne anlama gelir? Ya da biraz daha daraltarak sorarsak, bu çağın Türkiye adlı coğrafi uzamında ölümün siyasal ve toplumsal anlamı nedir ki birileri birilerini ‘ölüm’den yoksun bırakmaya girişiyor?

MUSALLAT-BİLİM

Çok sevdiğim bir arkadaşıma bir gün, yaptığımız işin bir tür musallat-bilim olduğunu söylemiştim. Çünkü ölümü tamamlanmamış her varlık hayalet durumundadır ve dirilere musallat olur. Bu basit bir imge değil; bir aralığı görünür kılarak bir iktidar biçimindeki köklü bir farklılaşmayı da görünür kılıyor. Artık biyo-politik bir uzamda değil, nekro-politik bir uzamda sürdürüyoruz biyolojik yaşamlarımızı ya da daha doğrusu bu ikisinin tuhaf bir eklemlenişinin oluşturduğu bir uzamda.

Çağımızın iktidar aygıtları ve öldürme tarzı, buna ek olarak cenazelerle uğraşılma biçimi, insanları ‘ölüm’den yoksun bırakan bir strateji içeriyor. Ne geleneğe ne de modernliğe sığabilen bir ölüm-hayat denklemi bu. Bu nekro-politik uzamda ölüm, artık hayat ile hayat-olmayanı birbirinden ayıran sınır gibi değil; ölümle hayat birbirine geçmiş, ayrımlaşmamış durumda… Ölülerimiz birer hayalet olarak musallat oluyor hepimize ve ölülerimizi gitmeleri gereken yere gönderemedikçe bizler, yani diriler de ölümle yaşam arasındaki o belirsizlik bölgesine, o ayrımsız bölgeye sıkışıyor, canlı cenazelere ya da dilerseniz hayaletlere dönüşüyoruz.

KUTSAL HAYAT VE ŞEHİT / ŞAHİT

“Hayat en kutsal değerdir” biçimindeki aksiyomatik kabul sorgulanmalı bana kalırsa. Arkadaşımın anısına sadakatimi de ancak bu biçimde oluşturabilirmişim gibi geliyor bana.

Dilerseniz düzlem geometrisine karşı bir tür uzay geometrisi önerisi gibi de düşünebilirsiniz bunu: Evet, iki nokta arasındaki en kısa yol bir çizgidir, fakat yalnızca düzlem geometrisinde.

Nihai özetini hayatın en kutsal değer, ölümün yüceltilmesinin ise patolojik bir şey olduğu burjuva önermesinde bulan bir aksiyomatiği sorgulayacağım. Önermenin kendisinin burjuva niteliğine gönderim yapmaktan maksadım, bu türlü bir ölüm-hayat kurgusunun tarihselliğine işaret etmek. Foucault sayesinde neredeyse hepimiz biliyoruz bunun biyo-politik iktidarın ortaya çıkışıyla beliren bir şey olduğunu. Örneğin Platon’la, Atina’nın savunulması sırasında hayatını kaybetmiş birinin ölümü hakkında, böyle bir zeminde tartışmaya kalkışmak komik kaçardı. Çünkü temel stratejisi hayatta tutarken ruhunu ele geçirmek olan bir iktidar, yani biyo-iktidar hayatı bu kadar kutsallaştırır ancak; kadimler için pek de geçerli bir kategori değil bu ya da Agamben’i izlersek, sahiden istisna durumları teşkil eden istisna durumlarında geçerli, Roma’daki homo sacer gibi.

Üstelik gerçekte çoğu zaman ölüm de yüceltilmez; hiç kimse bu kadar saf nihilist olmayı beceremez, hele de çağımızda nihilizmin narsisizm ile bağı bu derece açık bir şekilde önümüzde duruyorken. Çoğunlukla yüceltilen bir figür vardır; belirli bir ölüm biçimiyle ölmüş bir figürdür bu: ‘şehit’ figürü. Şehit sözcüğü ile şahit sözcüğünün etimolojik kökleri birbirine bağlıdır. Şehit, kendi imanına ölümüyle şahitlik ettiği için Şehit’tir; tanıklığın doruk noktasında durur. Bu durum Batı dillerinde de böyledir.

Yunanca’da şahit sözcüğünün karşılığı martis, yani şehittir. İlk Kilise Babaları, zulmedilen Hıristiyanların ölümünü -böylece onlar kendi imanlarına şahitlik etmişlerdir- ifade etmek için martis sözcüğünden martirium sözcüğünü türetmişlerdi. Şehit, ölüm tehdidi karşısında, zalimlerin ve cellatların önünde inancını inkâr etmek yerine dile getiren ve bu nedenle ölen kişidir. Kendisine kendisi tanıklık eder ve tam da kendisine dönük bu mutlak tanıklığı dolayısıyla onunla imanı arasına Tanrı bile giremez. O kutsanmamış, kutsalın dünyasına giriş yapmamıştır; bizatihi kutsalın kendisidir artık. Mutlak anlamda dokunulmazdır; ona Tanrı bile dokunamaz. Yaşayanların dünyasında şehitlerin, sosyo-sembolik düzeyde ‘her şeyi gören’ gibi algılanmaları da bu tanıklık boyutuyla ilgilidir; ölmek üzere olan insanlara atfettiğimiz o tuhaf görme becerisi de.

TANIKLIK VE TARİH

Hayatın bu denli kutsallaştırıldığı bir dünyada, kutsalla doğrudan ilinti içerisinde olan tanıklık da ancak hayatın bu kutsallığı temelinde yeniden yapılanmış olarak bir yer bulabilir kendisine. Kutsalın biçimi değiştikçe kutsala yakın olmanın, şehitliğin ve tanıklığın da biçimi değişecektir. Bu türlü bir değişimi en açık haliyle ortaya koyan örnek, öyle sanıyorum ki, martis ile aynı kökten gelen “isto”, “historia” ve “histo” sözcüklerinin Antik Yunan’da geçirmiş olduğu dönüşümdür.

Agamemnon ile Akhilleus arasındaki anlaşmazlığa son vermek üzere bir domuz kurban edilirken Agamemnon şu biçimde seslenir: “Önce tanığım olsun Zeus, tanrıların en ulusu, / tanığım olsun toprak, Güneş, Erinysler, / andını bozan insanlara yer altında ceza veren...” (İlyada, XIX, 258 ve devamı). Zeus’un ve sözü edilen diğer tanrıların tanıklığa çağrılışı sırasında Agamemnon “isto” sözcüğünü kullanır.

Tanığım olsun Zeus: “İsto Zeus...” Yunanca “Historia” ve “Histor” sözcükleri tanıklık, bilip görmek vs. anlamlara gelen bu “isto” sözcüğünden türetilmişlerdir. İlyada’dan yıllar sonra Herodotos ise kamuya tam olarak “historia”sını; yani tanıklığını, bilip gördüklerini sunar; fakat ne bir şehrin kralı, ne bir tanrı, ne bir yarı-tanrı, ne de bir yöneticidir. Herodotos’un Aynası adlı kitabında, François Hartog bunu şöyle yorumluyor: “Agamemnon kral olduğu için, Periandros tiran olduğu için, Eskiler Eskiler oldukları için ‘histor’ olabilirken, Herodotos'un ‘Histor’luğu kendinden menkuldür. Böylece Hekataios'un kısa süre önce Soyağaçları adlı yapıtının başına koyduğu o mağrur imzayı (“Miletoslu Hekataios anlatır ki...”) kendi hesabına geçiren Herodotos, kitabına şu ünlü “Halikarnassoslu Herodotos”, yani Halikarnassos kenti yurttaşı Herodotos deyişiyle başlar. Bu adla, kendi adıyla “yerleşmesi” gerekmektedir” (10).

Söz almayı düzenleyen eski rol dağılımı artık ortadan kalkmış durumdadır. Fakat ben Hartog’dan ayrılarak, Herodotos’un histor’luğunun kendinden menkul olmadığını, bu yeri kendisine adının değil Halikarnassos yurttaşlığının sağladığını düşünüyorum; kandaşlık örüntülerinin yerini toprak bitişikliği ilkesinin almış olması nedeniyle. Kutsallık artık Yunan sitesinin kendisi olarak belirmektedir. Örneklerden de görüldüğü üzere, bu, martis’in de isto’nun da anlamında köklü bir değişim yaratır. Büyük dilbilimci Ferdinand de Saussure’ün görünüşte çok uzak bir bağlamdaki belirlemesi burada da geçerlidir: “Görüş açısını nesne belirlemez, aksine görüş açısıdır nesneyi yaratan.” Kutsalın envanterinin kurduğu görüş açısı değiştikçe, tanıklığın yani görmenin de anlamı değişmektedir.

HANGİ HAYAT?

Kendi adıma, 2000’lerin başından beri, hayatın kutsallaştırılması ile ölümün yüceltilmesinin iç içe geçtiği bir iktidar biçiminin söz konusu olduğu kanısındayım. Biyo-politika ile nekro-politikanın tuhaf bir eklemlenişi; ama ne mutlak anlamda biri, ne de diğeri. Bu ikili kutsallık biçiminin ürettiği bir dünyada yaşıyoruz artık. Bu nedenle, her söz alan hayatın kutsallığından hareketle söz alıyor; “yaşamı savunmak adına” gibi ifadelerle, yaşamın nasıl savunulacağına ilişkin derslerle, daha doğrusu vaazlarla. Çağımızda ‘yaşam’ terimi, kabaca 7’inci yüzyıldan 13’üncü yüzyıla kadar süren dönemin tek-tanrı göstereninin yerini almış durumda. Bu türlü bir kutsallığın peygamberleri gibiyiz artık. Hayatın bu mutlak kutsanışı, ters yüz olmuş bir anlamlama düzeyinde, hayatın mutlak değersizliğiyle çakışıyor.

Bu çakışma, birilerinin hayatının daha hayat olduğu biçimindeki köklü ayrımdan yakasını kurtaramayan bir düşünüş biçimine yol açıyor. Bu da ‘tanıklığı’ kaybetmemize neden oluyor. Çünkü tanıklığımızı, yani ‘historia’mızı kendinden menkul olarak yerleştiremiyoruz. Bunun olanağı da yok zaten; bu türlü bir ‘historia’ya yer açacak bir site de yok artık. Bazı tanıklık iddiaları, bu nedenle çok kısa bir süre içerisinde, tanıklık iddiasında olanların hayranlarının o kişiye dönük tanıklığı biçimini alıyor: Şahidiz, razıyız! Kime şahitsiniz, kimden razısınız? Evet, bir tür piyetizm bu, ne kadar seküler görünümlü olursa olsun.

Kendi adıma tekrar etmekten bıktığım bir ifadeyle, gerçek bir seküler eleştiri ufkundan yoksun sekülerler ile gerçekte dibine kadar bu dünyaya tapınan dindarlar arasında, o kadar da uzun boylu bir fark olmadığını ortaya koyan bir başka görünümdür bu. Çünkü yukarıda sözünü ettiğim görme becerisi, açıkça kutsal’a yaklaştıkça güçlenen, güçlendiği oranda da dindarca bir yargı verme gücünü üreten bir hale bürünüyor. Kutsal, hayatın kutsallığı ile ölümün yüceltiminin iç içe geçmişliği içerisinden damgasını vuruyor her türlü söylemimize.

Fakat malumdur, peygamberler önce Tanrı adına ve giderek de Tanrıymışçasına söz üretirler. Mutlak egemenlik pozisyonudur bu ve her mutlak egemenlik pozisyonu gibi, kimin hayatının kutsal ve kimin hayatının harcanabilir olduğuna ilişkin, açık ya da gizli (bazen öyle gizli ki bizzat fail bile farkında olmaz bunun) bir ‘karar’ı içerir. Bu kararda açığa çıkan şey egemen devlet şiddetidir. Kim ne kadar hesaplaşmaya cüret edebilirse artık…