1.
Bugün biraz Milattan Önce’den bahsedeceğim.
İnternetin ilk günlerinde, iki konu bizi özellikle
heyecanlandırmıştı. Birincisi, birbirimize elektronik posta yazma
imkânı... Hatırlayın ya da hayal edin; değil akıllı telefon, daha
ortada cep telefonu ve kısa mesaj servisi bile yoktu. Dumanla
haberleşmeden bir adım sonrasındaydık. Ev telefonlarını ezbere
bildiğimiz günlerdi. Gerekli veya gereksiz, aklımızda ne çok şey
taşıyorduk.
Bizi heyecanlandıran ikinci konu, istediğimiz bilgiye
istediğimiz zaman ulaşabilme kolaylığıydı. Ne güzel, kafamızı
kurcalayan bir meselenin cevabını öyle ansiklopedi, kitap
karıştırmadan; kimseye ulaşmaya çalışmadan arayıp bulacaktık. Ama…
İşte o cevaplar henüz internette yoktu. Kimse onları internete
aktarmamıştı. Bizim yazmamız, üretmemiz gerekiyordu. Age of Empires
oyununda henüz açılmamış bir haritanın ortasında gibiydik. Bir
madenci, bir çiftçi, bir asker, bir aylak… “Ne yapacağız şimdi” der
gibi etrafımıza bakıp duruyorduk. Hem el de yakıyordu internet…
Kafamızda cıvvvt düvvvt vızzzzz diye yankılanan o acayip bağlantı
sesini her duyduğumuzda cüzdanımız ciddi biçimde hafifliyordu.
Razıydık.
2.
Sonra haritayı açtık.
Geocities geldi, ICQ geldi, forumlar geldi, türlü bloglar geldi.
Kapsamlı arama motorları ve Wikipedia geldi… İnternet, dünyamız
oldu ve zamanla şu an bildiğimiz dünyaya dönüştü. Dönüşürken de
değişti. Fena değişti. İlk zamanlardaki o tuhaf rastgelelik, o ne
yöne dönsek yeni bir şey keşfetmecilik bitti. Her sayfanın, her
sitenin birbirine tuhaf bir şekilde denk sayıldığı; tık
tuzaklarının olmadığı; küfür, hakaret ve nefretin pek az görüldüğü;
kullanıcıların her şeye ve herkese karşı sahici ve yordamsız bir
merak duyduğu o dünya yavaş yavaş silindi. Benzersiz bir çağdı.
Şaşkınlık ve imkân çağıydı. Var mıyız, yok muyuz, tam olarak
neredeyiz sorularıyla kafamızın güzelce karıştığı bir çağdı.
Düşünün; Matrix, Fight Club gibi filmler o çağın meyvesidir.
Derken sosyal medya geldi. O çağın kapanışı sosyal medyada ilân
edildi. Sosyal medyanın şüphesiz öncülleri de vardı ama Facebook’un
(ya da ilk ismiyle TheFacebook’un) 2004 yılında internet sahnesine
girişi, gezegendeki hemen herkesin yaşantısını, internetten sonra
bir kez daha ve bir başka biçimde değiştirdi. Yirmi yılda hayata,
insanlara, ilişkilere, haberlere, siyasete, artık aklınıza ne
gelirse ona bakışımız tümden başkalaştı. İnternete ayırdığımız
vakit, gerçek hayata ayırdığımız vakti aştı. Bir süre sonra ikisi
arasında bir sınır kalmadı. Yaşantılarımız bir anlamda
zenginleştiyse de bir başka açıdan sığlaştı, süflileşti.
Anksiyetimiz, yorgunluğumuz, öfkemiz, nefretimiz arttı. Ama güzel
insanlar, kafamıza, ruhumuza göre insanlar da tanıdık. Kendimizi
onlara tanıttık. Tanıştık.
3.
Ne kalıyor elimizde? Eksilerle artılar birbirini götürüyor mu
acaba?
Hayatta yeni yıl muhasebeleri gibi, bir de sosyal medya
muhasebeleri var. Azaltmalı mıyım, çıkmalı mıyım, sosyal içici
gibi, sosyal ‘sosyal medyacı’ mı olmalıyım, tüm yazdıklarımı
silmeli miyim? Daha onlarca soru.
Herkesin hayatında bu sorular... Azı çoğu yok, hemen herkes bir
yerinden bağlanmış durumda. Çemberin tamamen dışında olanlar hariç.
Onlar bu sorulardan muaf… Onlar muhtemelen bu yazıyı da
okumuyor.
Eksilere artılara gelirsek…
Öfkeye, kutuplaşmaya, yankı odalarına girmeyeceğim; oraları
yeterince konuştuk. Başka odalardan, başka yankılardan bahsetmek
istiyorum. Bir de tabii herkesin sosyal medyada farklı bir mecrası
var, herkes muhasebesini orada yapıyor. Benim genelde kullandığım
mecra Twitter, sosyal medyaya bakışımı en başta o
şekillendiriyor.
İlk motivasyonlarımızdan ‘merak’ın epey uzağına düştüğümüzü
düşünüyorum. Algoritma çıktı mertlik bozuldu. Kendimizin bir
şeyleri arayıp bulduğumuz, avcılık-toplayıcılık yaptığımız bir
dünyada değiliz. Önümüze geliyor. Benzeştiğimiz insanların
beğenileri, bizim eski beğenilerimizden türeyen dallar;
favlarımızın, yer işaretlerimizin türevleri, ‘bunu beğenen bunu da
beğendi’ler önümüze geliyor. Giderek birbirimize benziyoruz.
Kendimize benziyoruz. Neredeyse birer kendimiz olan birbirimize
benziyoruz. Sadece beğenimizde değil, öfkemizde, kırgınlığımızda,
sevgimizde ve sevinçlerimizde de benziyoruz. Diyelim ki her şeye
rağmen hepimiz çok özgünüz (kim değildir ki) ama yine hepimiz aynı
diziyi, aynı filmi, aynı kitabı konuşuyoruz. Hızla birer algoritma
haline geliyoruz. Bu diziyi onaylayan, şu kitabı tukaka eden,
beriki insanı eleyen ve artık kimsenin akışına düşürmeyen bir
algoritmayız biz.
Merakla hareket etme hızımız ve iştahımız azaldı. Tesadüflerden
beslenmenin bereketi azaldı. Önümüze ‘random’ (gelişigüzel) gelen
şeyleri birer tesadüf sayıyoruz. Onlar bile random değil; onlar da
algoritmanın bir eseri. Bize göre biçilmiş bir kıyafet. Güya… Çünkü
bir bakıyorsunuz, herkesin üstünde aynı zevksiz kıyafet. Herkes
herkesle pişti.
Benzerlikler, yaratıcılığı da vuruyor. Yeni fikirler, yeni
söylemler, yeni sentezler nereden nasıl çıkacak? Tesadüfleri bile
algoritmanın belirlediği bir dünyada gitgide daha fazla
yaşayacaksak, o dünyanın sanatının, biliminin, fikirlerinin özgün
olmasını bekleyebilir miyiz? Yapay zekânın ürettiği imajlara
getirdiğimiz ‘düzlük’ eleştirisi gün gelecek bizim için de geçerli
olmayacak mı?
4.
Size bir önerim var: Arada bir Geocities’in arşivlenmiş
sayfalarını açın. İlk kullanıcıların ne kadar naif bir motivasyonla
nerelerde dolaştığını hatırlayın ya da ilk defa görün.
İnternet öncesi hayatlardan getirilen meraklar o sayfalara
yığılmıştı. Hobi sayfaları, günlükler, uzmanlıklar, meraklar, basit
yemek tarifleri, şimdi ilk çağlardan kalmış gibi görünen basit
yazılımlarla çatılmış oyunlar, fotoğraflar, tuhaflıklar… Bir tür
hatıra defteri… İnsanın, üzerine “kalbin kadar temiz bu sayfayı
bana ayırdığın için…” diye yazası geldiği bir defter. Öyle çocuksu
bir internet… Gerçekten tesadüfi bir internet. Az bir internet ama
bir yandan ufku epey geniş bir internet. Her şeyden önce,
algoritmasız bir internet. Her bir kullanıcının gerçekten kendisi
olduğu bir internet.
Geocities’i, ilk blogları, sadece bir şeyleri keşfetmek ya da
algoritmasızlık üzerinden anlatmak istemem. O sayfaları kurmak, o
yazıları yazmak da işin bir parçası. Şimdinin sosyal medyasında
üretemediğimiz türde dolaysızlığa sahip bir parça. Bu da işin öteki
yarısı. Keşfetmenin diğer yarısı.
Bugün nasıl yazıyoruz? Bir defa dijital bir geçerliliğimiz olsun
diye yazıyoruz. Buna neredeyse bağımlı hale geldik. Tweet’lerimiz
öfkeyle, ideolojiyle bezeli ve algoritmaya uygun. Her şeyden önce
gündeme uygun. Ama üzücü bir şekilde birbirine benzer, birbirine
uygun. Birinde bir parça daha iyi ifade edilmiş öfke, bir
başkasında bir parça hakarete, berikinde atalete dönüşüyor.
Aynılığa dönüşüyor. Seyretmekten bıktığımızı söylediğimiz dizileri,
kullanmaktan bıktığımız platformları, aynıları, aynılıkları,
benzerleri, benzerlikleri, tesadüfi olmayan kesişimleri konuşup
duruyoruz. Bir akış var. Akıştayız.
Bu suni akışta detaylar kaçıyor.
Akışın dışında kalan, sahici bir açıklıkla kendinden bahseden;
tuhaftır, bazen eşine dostuna söyleyemediği sözleri sosyal medyaya
döken insanların ilginç ve özgün sesini duyamıyoruz. O sese, o
açıklığa kendimiz niyetleniyorsak bile buna cesaret edemiyoruz.
Gerçek tesadüflere kulak kabartmaya, merak edip derinine inmeye
zaman ayırmıyoruz. Belki bir yer işareti koyup akışa devam
ediyoruz…
5.
Kendi adıma, sosyal medyada en sevdiğim kullanıcılar, belli bir
konudan konuşulurken onun istimine ortak olmak, benzerlikten
yararlanmak için değil ama sahiden, ısrarla ve katman katman
önerilerde bulunan, zevklerinden, meraklarından bahseden, o
zevklerin, merakların kendi içlerindeki seyahatini adım adım
anlatanlar…
Onlar bana göre birer Geocities sayfası… Ne zaman onların
hesaplarını ziyaret etsem, kendi ilgilerine dair, beni
zenginleştiren bir ayrıntı buluyorum. Bazılarının meraklarını
paylaşmıyorum bile ama meraklarını anlatışları ve onu kovalayışları
ilgimi çekiyor. Bir zenaatçinin işini icra etmesini seyreder gibi
seyrediyorum onları. Çoğunun önerilerinden faydalanıyorum.
Okuduklarını, seyrettiklerini ben de merak ediyorum. Onlarla
konuşan insanları da merak ediyorum ve bu sayede başka isimler,
başka insanlar, hayatlar keşfediyorum. Bu keşif duygusunu az da
olsa sahiden yaşıyorum.
Sonra da akışa dönüyorum. Ondan kaçış yok.
Bu bir muhasebe yazısı. Sosyal medyanın çok fazla eksisi var ama
tanıdığım güzel insanlara, gerçekten kesiştiğim hayatlara
odaklanıp, artıları görmek istiyorum. Akışa boşvererek, o artıları,
o o hayatları, o keşifleri, o merakları, o tesadüfleri
arttırmalı.
Yoksa sosyal medyadan tümden çıkmalı…