Uzunca bir süredir ortalıkta yoklar, oysa yıllar önce haberlerde sık sık görünürlerdi. Konu komşunun yoğun ve rahatsız edici koku nedeniyle belediyelere yaptıkları şikâyet üzerine zabıta ekipleri, kimi kez polis ekipleriyle birlikte, baskınlar düzenlerlerdi bu evlere. Evet, çöp evler diye adlandırılırlardı. Neler yoktu ki bu evlerde? Şişeler, torbalar, tenekeler, her türden ambalaj parçaları, paçavralar, parça pinçik olmuş eşyalar, küflenmiş ekmek, bisküvi parçaları, daha neler, neler!… Sahipleri bütün bunların toplanıp götürülmesine direnç gösterir, zabıtalara karşı koyarlardı. Bunlar onların gözünde çöp falan değildi, atılmak ne kelime her biri gerekliydi, kullanıyorlardı onları, ihtiyaca karşılık toplanmış biriktirilmişlerdi.
Bu çöp evlerin sahipleri, çoğun kimi kimsesi olmayan, kendi başlarına yaşayan ya yaşlı bir karı koca ya da yaşlı bir kadın ya da adam olurdu. Neredeyse tümünün geçmişlerinde yaşadıkları travmatik bir olay vardı: Ya aniden kaybedilmiş bir eşle ya kaza veya amansız bir hastalık sonucu ölmüş çocuklarla ya da bir anda yitirilen servetle sıfırı tüketmişlik halleri ve ardından gelen pek çok şeyi, çer çöpü biriktirme durumu. Kaybın telafisi mi? Belki de, kim bilir? Yarattığı çağrışımlarla en eski anıları bile harekete geçirme gücü olan en ilkel duyu koku da telafinin fonksiyonu olarak iş görüyordu belki de bu evlerde.
Bu çöp evlerin akla getirdiği, eşyalarla kurulan ilişki. Eşyalar muhakkak ki ihtiyacı karşılamadan daha fazla bir yan barındırıyorlar. Hayatla kurulan ilişkiyi açık ediyorlar, onun dışavurumları adeta. Eşyalar mekânı kendilemenin araçları. Bir tür özimgenin ifadelendirilişi; biçimleri, renkleriyle farklı farklı oluşları, oraya değil, şuraya konuluşu özimgenin sahneleşindeki ayrımlara işaret ediyor gibidir. Tabii eşya seçimi ve kullanımındaki sınıfsal ayrımları göz ardı etmemek gerekir. Söz gelimi Walter Benjamin, küçük burjuvaların evlerindeki eşya bolluğundan, neredeyse tıkış tepişliğinden, duvarların adeta hiç boş kalmayacak şekilde doldurulmasından bahseder. Ona göre boşluğa tahammülleri yoktur bu sınıftan olanların, yaşamlarının kırılganlığı nedeniyle boşluk tehdit edicidir çünkü.
Sosyal semiyoloji çalışmalarında evlerin değişik yerlerine yerleştirilen eşyaların, eşyaların yerlerini değiştirme sıklıklarının, özellikle oraya buraya serpiştirilen süs eşyalarının, onları kullananlar açısından ne anlama geldiğine ilişkin ilginç tespitlere rastlanır. Söz gelimi insanların eşyalarla kurdukları ilişkiyi sosyal psikolojik süreçler üzerinden inceleyen bir çalışmada, Benjamin’in tespitlerini ayrıntılandırırcasına üst ve alt sınıflara karşılık orta sınıftan olanların eşyaların yerlerini en sık değiştirenler oldukları, yer değiştirme sıklığının, konumlarının sabitlikten uzak oluşlarının içten içe yarattığı gerilimin hem dışavurumu hem söz konusu gerilimle başa çıkmanın ifadesi olduğu belirtilir. Kokular kadar olmasa da nesnelerin geçmiş olay ve deneyimlere dair çağrışımları, dolayısıyla anıları ve onlarla birlikte ruh hallerini ve duyguları harekete geçirme gücü, bir yanıyla tekinsizliği zayıflatıp ontolojik güven ihtiyacını tatmin ediyor olabilir. Yani az biraz da olsa aidiyet hissini tatmin ediyor olabilir.
Eşyalar aracılığıyla ontolojik güven ihtiyacını karşılamaya yönelik eğilimlere, yoksulların özellikle süs eşyalarıyla kurdukları ilişki daha iyi bir örnek sanki. Latin Amerika ülkelerindeki yoksul evlerinin tefrişine ilişkin yapılan bir çalışmada, bu evlerin çoğunlukla bezendiği ve sıklıkla kitsch olarak nitelenen plastik çiçeklerin, alçıdan yapılmış ucuz heykelciklerin, çok renkli örtülerin, bütün sıkıntılara, dertlere karşı az biraz yaşamı güzelleştirmenin araçları olarak yaşanan zor hayatlara karşı bir tür dayanma gücü devşirmenin dışavurumu olduğu dile getirilmiştir. Her yönden sökün eden anlamsız, değersiz kılmalara karşı her ne olursa olsun yaşamı anlamlandırma, nahoşun gücünü kırma gayreti bir bakıma.
Eşyayla kurulan ilişkiye dair sosyal semiyoloji çalışmalarının akla getirdiği bir yan daha var, eşya ile duygulanım arasındaki ilişki, bu ilişkinin hemen dikkati çekmeyen bir yanının varlığı. Diğer deyişle bir eşya edinmenin, onu bir köşeye yerleştirmenin ardında, asıl olarak bir duygulanımı hissetmek isteğinin, arzusunun yattığı gerçeği. Hemen her türden eşya için değil, kimi eşyalar için söz konusu olan bir durum diyebiliriz tabii ki. Ancak burada, yukarıda verilen örneklerden farklı bir durum olduğunu belirtmek gerekir. Kimi eşyaların ve düzenlenişlerinin kişilerde hoş duygular yaratmasından, kişilerin kendilerini daha iyi hissetmelerini sağlamalarından açık ara farklı. Çünkü burada devrede olan, asıl olarak mimetik arzu. Yani öykünülen kişinin sahip olduğu eşyaya sahip olunarak onun gibi hissedileceği, onun gibi olunacağı beklentisi. Bu nedenle de ne kadar özenle seçilmiş olursa olsun, odağın hiçbir koşulda eşyada olmayıp her daim öznede oluşu önemli bir ayrıntı. Dolayısıyla peşinden gidilen duygulanımla işler değişince, daha doğrusu öykünülen kişiyle işler sarpa sarınca, o ana kadar hayli özen gösterilir gibi duran eşyanın bir anda ıskartaya çıkarılıyor oluşuyla karşılaşıyoruz. Asıl kitsch burada devrede, en nihayetinde sahte bir duygulanımın peşinden gitmek söz konusu çünkü. Bir tür fantezi yani.
Eşyaların ya da kimilerinin bir anda ıskartaya çıkması mimetik arzu döngüsünden başka hallerde de ortaya çıkabiliyor elbette. Yaşamdaki ani, beklenmedik değişiklikler, daha önce edinilmiş eşyalar üzerinden kişilerin hayatını birden hafriyata dönüştürebiliyor örneğin. İhtiyaç üzerinden, belki de ondan daha fazlası için ayıklama yapmak, bir takım eşyaları tasfiye etmekle karşı karşıya kalınabiliyor. Ve bu her durumda pek de kolaylıkla üstesinden gelinesi değil. Katman katman kazı! Geçmiş deneyimlere, olaylara, kişilere bağlanan nesneler, önemliliklere, anısı varlıklara takılıp yığın oluşturabiliyor. Kolayca eli varmıyor insanın; her atma girişimi geçmişin varoluşlarına reddiyeymiş gibi olabiliyor çünkü. Böylelikle önceki yaşam rutinleri için bir takım ihtiyaçlara karşılık gelen, yaşanmışlıkların tadı, kokusu sinmiş denen giysiler, eşyalar, çöp evlerin nesneleri derekesine inebiliyor bir bakmışsınız.