Uzunca bir aradan sonra merhaba. Yazamadım, uzatılmış karantina günlerinin bunaltısı çöktü üzerime. Bu aralar hayat bana iç içe geçmiş halkalardan ibaretmiş gibi görünüyor. Sanki durgun bir su birikintisine taş atmışım da suyun yüzeyi halkalanmış… Hem de sonsuzca… Her bir halka içinde yoğunlaşmış dertleri, sıkıntıları, yoksunlukları, yoksullukları taşıyor. Hepsi kendinden sonrakine gözün göremediği bir hızla çarpıp onunla bütünleşiyor, halkalar genişliyor, genişliyor… Suyun yüzeyine atılan taş benim aslında. Kendimi attım. Suya değdiğim an hem pürüzsüz yüzeyi bozdum yarattığım halkalarla, hem de onlarla kıskıvrak sarmalandım. Yarattığım girdabın içinde boğulurken buldum kendimi. Her insan gibi… İnsan olmaktan çıkamamak açmazım. Her birimiz gibi… Böyle günlerde kedi olmak isterdim. Siz?
Ev hali zor. Ev evlikten çıkmış, özgürlükler bütünüyle buharlaşıp uçmuşken hastalığa yakalanmadım diye fazla sevinmemekten yanayım. Aslında hastalandım. Eksilmiştim, daha da eksildim. Körelmiştim, daha da köreldim. Bedenim gıcırdıyor yağsız kalmış kapı gibi. Beynimin içi uğul uğul. Zihnime mantar tıkamışlar sanki. Hiçbir şey yapamadığım için yapacaklarıma zaman bulamamaktan duyduğum vicdan azabıyla kavruluyorum. Neredeyse saplantılı biri olup çıktım. Ev halkını hastalanmaktan korumak için çare üretmeye takıldım kaldım. Gözlerim görünmeyeni görsün diye zorlamaktan patlayacak. Herkesten kuşkulanıyorum. Gözümde neredeyse herkes potansiyel taşıyıcı. Test yapabilecek bilgim, uzmanlığım olsa kimse kurtulamayacak elimden. Terörist damgasını vurmadık insan bırakmamaya ant içmiş görünen “Şahsım hükümeti”ne benzedim korkarım. Hepimiz gibi…
Çaresizlik hissim büyüyor. Oysa ben her koşuldan umut türetebilecek biriyim. Sözü çoktan bütünüyle tüketmiştik. Konuşur gibi yapan, başının üzerinde boş konuşma balonları taşıyan lüzumsuzlar ordusuna dönüşmenin eşiğindeyiz. Anlamı yitirdik çünkü. Pandemi, hepimizi olduğumuz yere mıhladı, sabitlendik. İç içe kalabalıkların imgesi, cahilliği, sorumsuzluğu işaretler oldu. Salgın yüzünden birbiriyle konuşamayanlar olarak yeni ıraklıklarla incecik kalmış bağlarımız da koptu. Meydanlar, konuşmak içinken artık kaçınılan yerler oldu. Yeni normal olarak tanımlanan mesafeli hayat, üzerimize boca edilen çeşit çeşit baskının da normalleşmesi anlamına geliyor.
Bu bir açmaz. Bir yanda hayatta kalma meselesi, hemen karşısında bu uğurda feda ettiğimiz özgürlüklerimiz, haklarımız. Yalnızca nefes almaya devam edebilmek için razı olduğumuz ruhsal ölüm. Özgürlüklerin kolayca elimizden alınmasına ses çıkaramayıp bize modern bilimin yaşamak olarak dayattığı bitkisel hayata gönülden razı oluşumuz. Bedenlerimizin çoktan bizim olmaktan çıktığını suratımıza haykıran bir “norm”un, “normal”in idealleştirildiği şu ana gönüllü mahkumiyetimiz. Maske tak diyorlar, takıyoruz; gerek yok diyorlar, çıkartıyoruz. Maske yetmez, kimseyle aranda iki metre olmadan karşılıklı gelme diyorlar, kendimizi iki metrelik sopaların uçlarını tutarak halay çekerken buluyoruz. Buna da “yeni normal” diyoruz, çünkü pandemiden sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacakmış. Sadece önlemleri konuşuyoruz, daha mı sıkı olmalı, yoksa ceplerimizden daha fazla “para” eksilmesin diye gevşetilmeli mi? Sormadığımız pek çok soru var. Sormayı akıl edemediğimiz veya belki de işimize gelmediği için sormadığımız onlarca soru. Siz kendiniz neden bu hale düştük sordunuz mu mesela? Hükümetler önümüze nefes almayı tek amaç olarak koyduklarında neden diye sorabildiniz mi? Sorunuzu da, varsa yanıtınızı da yüksek sesle ifade edebildiniz mi? Haydi diyelim siz soramadınız, soranları işitebildiniz mi? Açmaz aslında bu değil mi? Nedenleri sorgulayamamak, soru sorma cesareti bulamamak, yılgınlıkla veya başka bir gerekçeyle cesaret edenlere reva görülene başını çevirmeyi tercih etmek…
Oysa sanki pandemiyle birlikte ortaya çıkmış gibi görünen bu ikilem, uzunca bir süredir çalışamaz hale gelmiş, iş bulabildiğinde kendisine standart bir hayat bile vaat edemeyen üç kuruşla yetinmek zorunda kalmış, isyanı unutmuş milyonlar için hep vardı. Hayatta kalmak, sadece nefes almak yeterliymiş gibi yapmaya böyle böyle alıştık. Nefes aldıkları için yaşadıklarını sandıklarımızın koşullarına gözlerimizi kapamayı da “normalimizin” parçası saymayı böyle öğrendik. Özgürlüklerimiz için mücadele etmek, yerleşik olanı alt üst edermiş gibi yapan olguları ayırt etme becerimizi işe koşmak yerine susmak işimize geldi. Normal, yeni normal, adı her neyse artık, gerçek çatışmaları örterken ona uymanın sağladığı güvene sığınmak kolaydı. Öyle de yaptık. Şimdi, normali yeniden aslında yabancısı olmadığımız örüntüler içinden inşa eden kesintisiz iktidar ilişkilerinin, bedenlerimizin sağ kalabilmesi için ardına bilimin kesin söylemini alarak özgürlükler alanını biraz daha daraltmasına seyirci kalıyoruz. Oysa biliyoruz değil mi? Yeni normal dedikleri şu eski düzende hazır mümkünken, yoksullar daha yoksul, zenginler daha zengin, ırkçılar daha ırkçı, otoriterler daha otoriter, fırsatçılar daha fırsatçı… Peki o zaman ne diye susuyoruz?
Sadece nefes almaya razı olmadığımız, sözde açmazlarda debelenip durmaktansa hayatla başa çıkmanın ortaklaşa yollarını yaratacağımız, ruhumuzun karantinasını hep birlikte kaldıracağımız, aramıza örülen duvarları yıkabilme cesaretini toplayabileceğimiz günlerin özlemiyle yazdım bu yazıyı…
Herkese yeniden merhaba.