Hayatla yeniden bağ kurmak
Johann Hari'nin Metis Yayınları tarafından yayımlanan Kaybolan Bağlar-Depresyonun Gerçek Nedenleri ve Beklenmedik Çözümler Depresyonun Gerçek Nedenleri ve Beklenmedik Çözümler adlı kitabı, bize hayatla kopan bağlarımızı gösterirken, depresyon ve kaygıdan kurtulmanın vücudumuza yüklenen kimyasallardan daha çok, kaybettiğimiz bağları yeniden bulmakla mümkün olacağını gösteriyor.
Zor bir çağda yaşıyoruz. Depresyon ve kaygı gündelik muhabbetlerin bile konusu artık. Sıkışmış, kaybolmuş, şimdisiz ve geleceksiz hissediyoruz. Peki neden? İnsanın tüm bunları hissetmesinin sebebi kendi kafasının içindeki bir şeylerden mi kaynaklanıyor, yoksa sorun hayatlarımız mı? Çözümü nerede arayacağız bize önerilen kimyasalların geçici rahatlığına mı sığınacağız yoksa daha derinde yatan toplumsal, ekonomik, yaşamsal nedenlere odaklanıp, hayatlarımızı mı değiştireceğiz? Mutsuz bir dünyada mutluluğu bulmak mümkün mü? Kaybettiğimiz bağların depresif olmamızda etkisi var mı? Dayanışma ve ortak anlam bulabildiğimiz durumlar çözüm getirebilir mi? Anlamsız iş yaşamımızın hayatımız üzerindeki etkileri depresyon ve kaygının nedeni olabilir mi? Onlarca soru sorabiliriz.
Johann Hari’nin geçtiğimiz günlerde “Kaybolan Bağlar ‘Depresyonun Gerçek Nedenleri ve Beklenmedik Çözümler’” adlı, Metis Yayınları tarafından, Barış Engin Aksoy çevirisi ile basılan kitabı, sorduğumuz sorulara cevap ararken günümüz dünyasının hayatlarımızdan neleri çaldığını da görmemizi sağlıyor. Kitabı okurken, depresyon ve kaygı üzerine konuşurken genelde nedenlerine odaklı konuştuğumuzu, çözüm üzerine çok kafa yormadığımızı veya bu konuyu ele alırken bilindik klişelerle değerlendirdiğimizi fark ettim. Çoğumuz kaygı ve depresyon yaşıyoruz, haklıyız da çünkü devamlı olumsuz haberlere, şiddet içerikli görsellere, bize nasıl bir bedene sahip olmamız gerektiğini dayatan reklamlara, afişlere, belli ürünleri tüketmediğin sürece yok sayılacağın bir hayatı hatırlatan içeriklere, rekabete, hayatını idame etmeye yetmeyecek ücretlerle hayatta kalmaya, gündelik yaşamın eşitsiz ilişki biçimlerine maruz bırakılıyoruz. Ama genellikle Hari’nin de sorunsallaştırdığı gibi konu tedaviye ve tamire gelince çözümü ilaçlarda arıyoruz. Bu elbette kişiyle ilgili bir sorun olmanın ötesinde anlamlar taşıyor. Çünkü konu ilaç sanayisinin sistemle olan ilişkisi ile beraber yaşananlar karşısında “normal” olabilecek durumların, “anormalleştirilip” hastalık olarak kurgulanmasıyla da yakından ilişkili.
Johann Hari konuyu tartışırken kendi deneyimlerinin de etkisiyle önce depresyonun nedenlerine, bugüne kadar uygulanan tedavi yöntemlerinin sorunlarına odaklanıyor. Bunu yaparken, meseleyi farklı bağlamlarda sorunsallaştıran bilim insanlarıyla birebir temasa geçtiği veya depresyon ve kaygı yaşayanlarla tek tek görüştüğü bir yöntem izliyor. Nedenlere dair elde ettiklerinin çözümünü de yine yaşanmış hikâyeler üzerinden ortaya koyuyor. “Kaybolan Bağlar ‘Depresyonun Gerçek Nedenleri ve Beklenmedik Çözümler’” kitabına dair eklenmesi gereken bir diğer nitelik ise herkese hitap edecek bir üslupla yazılmış olması, tıbbi literatürün anlaşılmaz kelime dağarcığına çok sapmadan, sade bir dille, gerçek hikâyelerle birlikte konuyu tartışan bir metin olduğunu söyleyebiliriz bu nedenle.
YANLIŞ HİKÂYE
Depresyon çok sık karşılaştığımız bir durum ve kafamızda belli bir hikâye var. Peki, bu hikâye yanlışsa Hari bize önce bu soruyu sorduruyor. O bundan bahsederken kendi deneyimiyle ilişki kuruyor ve şöyle söylüyor: “Ben kendi hayatımda depresyon ile ilgili iki hikâyeye inanmıştım. Hayatımın ilk on sekiz yılında bunun “tamamen kafamın içinde” olduğunu düşünmüştüm. Yani gerçek değildi, hayaldi, sahteydi, şımarıklıktı, utanç vericiydi, zayıflıktı. Sonraki üç yılda ise yine “tamamen kafamın içinde” olduğuna inanmıştım ama bu defa çok farklı bir şekilde: Beyindeki bir arızadan kaynaklanıyordu.” Oysa kitap boyunca da göstermeye çalıştığı gibi bu yanlış bir hikâyeye inanmak. Çünkü depresyon ve kaygı kafamızda olup bitenlerden çok hayatımızda ve dünyada olup bitenlerle ilgili. Ancak genellikle sebep beyinde olup bitenlerle değerlendirilip, fiziksel bir hastalık olarak ele alınıyor ve çözüm olarak da ilaçlar sunuluyor. Yazarın deneyiminde de olduğu gibi ilaç sonrası hissedilen ilk rahatlama sonrası depresyon geri geliyor, her defasında ilacın dozu artsa da çözüm genellikle bulunamıyor ve ayrıca, yorgunluk, uyuşukluk ve kilo alma gibi olumsuz sonuçlar da ortaya çıkarabiliyor. Burada Hari’nin derdi bu konudaki tıbbi literatürü bütünüyle dışlamak değil ancak o depresyonun nedenine ve tedavisine dair yanlış bir öykünün içerisinde olduğunu yaşayarak öğreniyor. Ona bu araştırmayı yaptıran da bu belki. Yazar buradan yola çıkarak depresyonun yaşamla, dünyanın durumuyla, sınıfsal eşitsizliklerle ilgili nedenleri üzerine düşünüyor.
KOPUKLUK
Yazar, yaptığı araştırmada depresyon ve kaygıya dokuz neden buluyor ve bunları “kopukluk” altında topluyor. Hari, anlamlı bir çalışmadan, doğadan, diğer insanlardan, değerlerden, umutlu bir gelecekten kopuk olmak gibi nedenleri ayrıntıyla tartışırken, gerçekten de bu sebeplerin, bireyin bir anlamda hayata dair yaşanır olandan kopması olduğunu görebiliyoruz. Böyle bir kopukluk yalnızlık, baş edememe, mutsuzluk gibi pek çok şeyi beraberinde getiriyor. Çünkü yazarın deyimiyle, “Bunların hepsi kopukluk ve bağlantısızlık biçimleriydi. Doğuştan ihtiyaç duyduğumuz ama anlaşılan bir noktada kaybettiğimiz bir şeyden uzak düşme biçimleriydi.” Elbette Hari, bu dokuz neden üzerine düşünürken, insanlara depresyon ve kaygı üzerine bir reçete vermek niyetinde değil yoksa bu araştırma bir kişisel gelişim kitabı olmanın ötesine geçemezdi, dahası bahsedilenler kişiden kişiye tamiri değişebilecek, farklı yaşam pratiklerinden ortaya çıkıyor. Hari’nin metnini farklılaştıran, kendisinin de yaşadığı süreçleri başka insanların nasıl yaşadığı üzerine düşünerek; depresyonun ortaya çıkmasında etkili olan sebepler arasındaki ortaklığı bulmak ve bunun toplumsal nedenleri üzerine kafa yormak, bu konudaki literatürü de devreye sokarak, depresyonun beynimizde veya kafamızda olan bitenden çok toplumla, çevreyle kısacası dışsal bir nedenle olduğunu göstermek olarak özetlenebilir.
YALNIZLIK
Kitapta, “Diğer İnsanlardan Kopuk Olmak” bahsi altında tartışılan yalnızlığın depresyonla ilişkisi konusu epey ilginç mesela. Bahsedilen yalnızlık insanların fiziksel olarak bulunmaması değil, amiyane tabirle “kalabalıklar içinde yalnızlık”. Bu yalnızlıkta belirleyici olan ilişkisizlik, bir şey paylaşmama, yazarın ifadesiyle “karşılıklı yardım ve koruma” hissinin bulunmaması. Peki, neden yalnızız, Hari’ye göre: 1930’lardan bu yana gitgide daha çok şeyi kendi başımıza yapmaya başlamakla kalmadık. Bir şeyleri kendi başımıza yapmanın insanlığın doğal hali, ilerlemenin tek yolu olduğuna da inanmaya başladık. Şöyle düşünüyoruz artık: Ben kendi başımın çaresine bakacağım, herkes de birey olarak kendi başının çaresine baksın. Sana senden başkası yardım edemez. Bana benden başkası yardım edemez…” Ancak işte kendi başımıza çözemeyeceğimiz dertler olduğu gibi sadece kendimize yönelmek diğerkâm olmanın da önüne geçiyor. “Başka”yı önemsememeye başlıyoruz, hayatı sadece kendimiz varmış gibi yaşarken, dünyayı da sadece kendimiz etrafında döndürüyoruz. Dayanışmadan, yardımlaşmadan uzaklaşıyor aynı binanın içinde birbirimize gülümsemekten, selam vermekten bile imtina ediyoruz. Bir an geliyor, hayatın sorunlarını kendi başımıza göğüsleyemez duruma geliyoruz kitapta bahsedilen “ilişkisiz”, “paylaşımdan” yoksun yalnızlıkla kendimizi depresyonda bulabiliyoruz. Evet, yalnızlıkta bir tercih olabilir, yalnız kalma isteği hastalık filan değil ama bu bir kopuş olduğunda, hayattan ve dünyadan kopmayı da beraberinde getiriyor ve depresyon-kaygı kaçınılmaz olabiliyor. Çünkü insanın derdini paylaşmaya ihtiyacı var, bir başkasının da senin onun derdini dinlemene. Hari, tek tek başlıklarla ifade ettiği depresyon nedenleri üzerinde uzunca duruyor, tıpkı bu yalnızlık meselesinde olduğu gibi.
KOPAN BAĞLARI YENİDEN BULMAK
Hari, depresyon ve kaygının nedenlerini yukarıda bahsettiğimiz “kopuş” bağlamında tartıştıktan sonra bu kopan bağları yeniden kurmanın mümkünlüğü üzerine yine benzer bir yöntem uygulayarak -konuyu araştıran bilim insanlarının çalışmaları ve deneyimler- düşünmeyi sürdürüyor. Kimyasal olmayan antidepresanlar öneriyor yazar, yaşamın kendi pratiği içinden çıkan, dayanışmaya ve karşılıklı yardımlaşmaya dayanan. Bu bölümde okuyanı gerçekten etkileyebilecek Türkiyeli bir kadının, Nuriye Cengiz’in hikâyesiyle karşılaşıyoruz. Nuriye Cengiz Berlin’de bulunan sosyal konutlarda (Kotti) yaşayan göçmen bir kadın, tekerlekli sandalyesinden kalkarak kirasını ödeyemediği için evden çıkarılacağını bu nedenle icra memurları gelmeden önce kendisini öldüreceğini söylediği bir yazı asıyor penceresine. Yaşadığı yerde komşuları ondan, o komşularından habersiz oysa hepsi benzer sorunlar yaşıyorlar. Nuriye’nin cama astığı kâğıt burada yaşayan insanların birbirini fark etmesini sağlıyor ve bu kiraların sabitlenmesinin talep edildiği bir direnişe dönüşüyor. Tekerlekli sandalyesiyle barikatın en önünde yer alan Nuriye ve arkadaşları hem hayatları için direnebilecekleri ortak bir anlam buluyorlar hem de komşuluk gibi bu dünyada artık geçerliliğinin olmadığı düşünülen bir bağı tamir ediyorlar. Bu olay birbirlerine karşı olan önyargıyı kırdığı gibi farklı kimlikler arasındaki “farklılaştırma”yı da engelliyor, temas ettikçe kimliklerdeki sabitlenme aşılıyor hâttâ homofobinin bile önüne geçildiği bir durum ortaya çıkarıyor. Önceden özellikle bölgede yaşayan Türklerin nefretle baktıkları hâttâ geceleyin camlarını taşladıkları gey kafe birden toplantıların yapıldığı, kurulan direniş bölgesinin yemek, su gibi ihtiyaçlarının karşılandığı bir mekâna dönüşüyor. Bu dayanışma pratiği başka alanlarda da hâkim oluyor, kimin sorunu olsa ortak çözüm bulunan kocaman bir eve dönüşüyor mahalle neredeyse. Hari’nin aktardığı bu öykünün söylediği çok şey var, direniş, dayanışma yeniden bağ kurma… Nuriye intihar etmediği gibi yaşama daha çok sarılıyor, başka insanlar için tekerlekli sandalyesini siper ediyor, yalnızlıktan, depresyondan kurtuluyor. Hari bu bağlamda komşuluk gibi kaybedilen bağların bireyin yaşamında nasıl önemli olduğunu, günümüz dünyasında buna benzer bağlardan yoksun oluşumuzun depresyon ve kaygıyı nasıl tetiklediğini ortaya koyuyor. Nuriye’ye, Türkiye’den ev olarak bahsettiği köyünden Berlin’e geldiğinde, bir dairenin dört duvarının arasının ev olarak öğretildiğinden bahsediyor Hari. Ancak direnişten sonra sosyal konutların bulunduğu bu mahalle artık onun ve onun gibi göçmenlerin, LGBTİQ bireylerin, yalnızların, okulda sorun yaşayan ve atılmak üzere olan Mehmet’in, akıl hastanesinden kaçan ve kendisine bir iş ve ev verildiğinde hiç de “deli” olmayan Tuncay’ın, kendilerini ait hissettikleri bir eve dönüşüyor.
Göçmenlere dair nefret yüklü söylemin oldukça arttığı bir dünyada bu mahallede ortaya çıkan dayanışma duygusu üzerine düşünmeli ve örnek alınmalı belki de. Nefret etmektense, bağ kurmayı, dert ortaklığı etmeyi öğrensek hem “farklılaştırdığımız” gruplara hem de kendimize iyi geleceğiz, bu kötü dünyada depresyonu ve kaygıyı da aşacağız, sadece bizim sorunlarımız olmadığını göreceğiz. Ortak çözümler arayacağız.
Johann Hari’nin “Kaybolan Bağlar ‘Depresyonun Gerçek Nedenleri ve Beklenmedik Çözümler” adlı kitabı, bize hayatla kopan bağlarımızı gösterirken, depresyon ve kaygıdan kurtulmanın vücudumuza yüklenen kimyasallardan daha çok, kaybettiğimiz bağları yeniden bulmakla mümkün olacağını gösteriyor. Sorun kafamızda veya beynimizde değil, yaşadığımız hayatta, dünyanın gidişatında, sistemde sorun var demeye getiriyor sözü. Evet, anlamlı bir iş bulamayabiliriz (kitapta %13 olarak verilmiş dünyada işini anlamlı bulanların oranı) ama doğayla bağımızı yeniden kurmayı deneyebiliriz, hayatımızda bizden başka insanların da olduğunu hatırlayabiliriz, dayanışmayı unutmayıp, diğerkâm olmayı bırakmayabiliriz, diğer insanlarla bağ kurmaya çalışıp koca mahalleleri ait hissettiğimiz bir eve bile dönüştürebiliriz. Yazarın fark ettiğinin altını çizer isek: “Depresyonun da bir tür yas olduğunu fark ettim –ihtiyaç duyduğumuz ama sahip olmadığımız tüm o bağlar için yas.”