Hayatlar, hatıralar: Gönlümde Pera, Aklımda Mısır Apartmanı

Sema Temizkan'ın kaleme aldığı Gönlümde Pera, Aklımda Mısır Apartmanı, Heyamola Yayınları tarafından yayımlandı. Mısır Apartmanı’nın hikayesini, bir dönemin Beyoğlu’sunu Mehmet Efendi’nin torunu Temizkan’la konuştuk.

Abone ol

Berken Döner berkendoner@gmail.com

DUVAR- Gönlümde Pera, Aklımda Mısır Apartmanı, adından da anlaşılacağı gibi bir Beyoğlu kitabı. Ara sıra aile ile birlikte yapılan Boğaziçi gezintilerini, Eminönü, Mecidiyeköy ziyaretlerini saymazsak başlı başına bir Beyoğlu şenliği. Üstelik odak noktasında Mısır Apartmanı’nın olduğu görkemli bir şenlik. Çünkü kitabın yazarı bu apartmanda doğmuş ve uzun yıllar burada yaşamış. Dedesi Mehmet Sümer, Mısır Apartmanı’nda yöneticilik yapmış. Mehmet Bey, süreç içinde Mısır Apartmanı’nın sahibi prenses Emine Abbas Halim ( 1899-1979) tarafından çok sevilmiş, takdir edilmiş. Öyle ki, Prenses Emine, “Biz varken de yokken de bu bina hakkında kararları verecek en yetkili insan Mehmet Efendi olacaktır” dermiş. Mehmet Efendi de, hayatı boyunca Mısır Apartmanı’na gözü gibi bakmış. Sevabıyla günahıyla Beyoğlu’nda bir de Konyalı Mehmet Efendi geçmiş.

Gelin Mısır Apartmanı’nın hikayesini, bir dönemin Beyoğlu’sunu Mehmet Efendi’nin torunu Sema Temizkan’dan dinleyelim.

Yazar Sema Temizkan ve Berken Döner

“Pera’da benliğimi buldum” diyorsunuz. İnsanı içine doğduğu, yetiştiği ortamın ürünü kabul edecek olursak sizi nasıl bir ortam şekillendirdi?

Bir sabah uyandığımda etraf çok sessizdi. Beni evde bırakıp gittiler diye düşünürken, ev ahalisini sıkış tokuş biçimde balkonda bulmuştum. O günlerde, ülkemizi ziyaret eden İran Şahı Şah Rıza Pehlevi ve eşi Farah Diba geçiyormuş. Düşünsenize, kapınızın açıldığı cadde öyle bir cadde ki, kalabalık ama izdiham yok, insanlar birbirine saygılı, hemen hemen her adımda sürprizler sizi bekliyor ve siz her gün hayata karışırken, okula- işe, ya da ekmek bile almaya giderken bu caddeye çıkıyorsunuz. Haliyle tavrınızı da bu cadde belirliyor adeta. Giyinmeyi, konuşmayı, davranışınızı bu caddedeki hayata göre ayarlamak kaçınılmaz oluyor. Benliğimi en çok belirleyen bu cadde, yani İstiklal Caddesi olmuştur. Bir gün büyükbabamın çalıştığı Beyoğlu 1. Noterliği dairesine gittiğimizde, ayakkabı ile değil terlikle gittiğimi gören büyükbabam çok öfkelenmişti. Ayağımı bir karton üzerine koyup etrafını çizmiş ölçüsünü almıştı. Beni caddeye çıkarmadan, o ölçüye göre bir ayakkabı alınmış ben de caddeye öyle çıkabilmiştim. Okuma yazma öğrenmeden bu caddeye çıkmanın adabını öğrenmiştim.

Dedem Mehmet Sümer, Mısır Apartmanı’na öylesine yürekten bağlıydı ki, sanki binanın en köklü demirbaşı idi. Bir akşam bizim kapı oldukça telaş veren biçimde çalmıştı, gelen apartman komşularımızdan birinin ilk eşinden olan oğluydu. Dedemden dairelerinin anahtarını istemişti. Anahtarın kendisinde olmadığını söylediğinde dedeme "Anahtarı vermezsen sana dünyayı dar ederim. " gibi tehdit etmişti ama dedem büyük bir soğukkanlılıkla anahtarın kendisinde olmadığına ikna etmişti. Oysa anahtar gerçekten ondaymış ve annesi milletvekili olan eşiyle Avrupa seyahatine çıkarken, anahtarı oğluna vermemesini rica ederek ona vermiş ve daireyi arada bir kontrol etmesini rica etmiş. Anneannem; "Aile meselelerine de mi karışıyorsun artık bak kapıya dayandı!" dediğinde anneannemi bir güzel paylamıştı. "Hanım hanım ben askerliğim sırasında nelerle yüz yüze geldim, savaşta ağır yaralandım bu hayta oğlana mı papuç bırakacağım ya da ondan korkacağım?" Apartmanın yedi emini, sorun çözümleme de onu ilgilendirsin ilgilendirmesin birçok meselesini hiç soğukkanlılığını bozmadan halleden kişisiydi. “6-7 Eylül Olayları”nda sahibi Rum olan züccaciye dükkanından ve sahibi Yahudi olan mefruşat dükkanından bodrum katına eşyaların büyük bir kısmını kaçırmayı soğukkanlılıkla çözümlemişti. Dedemin Mısır Apartmanı’na, Beyoğlu sakinlerine ve esnafına duyduğu bu sevgi bizi de biçimlendirmişti.

Mehmet Sümer ve Makbule (Theopula) Sümer

'BEYOĞLU BİR RÜYAYDI, ŞENLİKTİ, EFSANEYDİ'

“Beyoğlu’na çıkmak!” ifadesi nasıl bir kültürün yansımasıdır?

Çeşitliliğin ve bu çeşitliliğin ahenk içinde olmasının yansımasıydı. Yine bizim caddeden örnek vermeden geçemeyeceğim, iki bina ötemizdeki komşu mekanımız, muhallebici dükkanının sahipleri Bulgardı; Şark Muhallebicisi. Hemen yanımızda olan dükkanlardan, züccaciyeci olanı, meşhur Karako Rum, mefruşatçı olanı Yahudi’ydi; meşhur Lazzaro Franko. Çeşitlilik bununla da bitmezdi. Bizim dairenin aydınlığına birlikte baktığımız komşumuz Saint Antoine Kilisesi pederi idi. Galatasaray Lisesi, ülkelerin elçilik binaları, sinema- tiyatro, sanat galerileri, eğlence yerleri şık oteller, bu mekanların etrafında gelişmiş şık pastaneler, o dönemin gözde mekanları muhallebiciler ve bir çok diğer mekanlar hayat standartlarını yüksek tutmuş burada. Beyoğlu bir rüyaydı, şenlikti, efsaneydi. İstanbul’un her semtinin kendine özgü bir kokusu vardır. Beyoğlu’nun da müthiş çekici bir kokusu vardı. Kanzuk Eczanesi’nin Fujer kolonyasının kokusu, Üç Yıldız’dan gelen şekerleme kokuları, Şapkacı Katia’dan gelen parfüm ve sabun karışımı koku, Necmi Rıza ve Sabuncakis çiçekçilerinden gelen çiçek kokuları, Saint Antoine Kilisesi’nden gelen günlük kokuları, Varnelius amcanın dükkanından gelen (Şark Muhallebicisi) mis gibi yiyecek kokusu, Baylan’ın çikolata kokusu, Kibar ya da Tilla Pastanesi’nden gelen pasta kokuları, Rebul Eczanesi’nin lavanta kokusu… Hepsi Beyoğlu havasına karışırdı. Şunu da söylemeden geçemeyeceğim. O yıllarda sadece Beyoğlu’nda değil, İstanbul’un geneline yayılmış bir “kentlilik” bilinci vardı. İnsanlar yaşadıkları şehrin değerinin farkındalardı. En sıradan insanlar bile İstanbul’da yaşama sanatı geliştirmişti. İlgi alanım gereği bunu yeme-içme kültürü bağlamında anlatmak isterim. Örneğin Beykoz’un paça çorbası meşhurdu. Sırf o çorbadan içmeye gidilirdi. Kavaklar’ın ve diğer Boğaziçi semtlerinin tazecik balıklarından alınmadan eve dönülmezdi. Kavaklar’ın ayrıca midyesi de meşhurdu. İstanbullular’ın en büyük zevklerinden biri de Sarıyer’e börek yemeye gitmekti. Emirgan Çınarltı’nda çaylar yudumlanırdı. Şimdilerde neredeyse tamamen unutulan Yakacık’a kağıt kebabı yemeye gitmek, o yıllarda son derece popülerdi. Bütün bunlar, böylesi zevkler yerleşik bir kent kültürünün dışavurumudur.

Gönlümde Pera Aklımda Mısır Apartmanı, Sema Temizkan, 269 syf., Heyamola Yayınları, 2019.

Mısır Apartmanı sakinlerinin birbirleriyle ilişkisi nasıldı?

Birbirinden haberdar ama grift olmayan komşuluk ilişkisiydi. Samimi olunsa bile çat kapı gidilmeyen “Huu komşu nereye böyle?” diye seslenilmeyen bir apartman sakinleri ilişkisiydi. Kapılarda, elle çevrilip çalınan ziller vardı bir zamanlar, belki halen vardır bir yerlerde. O zil seslerinin, içeride yakında olanların işitebileceği bir ayarı vardı. Genelde evin yardımcılarıydı kapıyı açanlar, kapıyı açanlara önceden ziyarete gelineceği haber verilir, uygun veya değilse öğrenilirdi. Alt kat komşumuz Madam Karagözyan’ın hasta olduğunu duyduğumuzda ziyaretine, bu aşamalar sonucu gitmiştik. Belli bir prosedürü olsa bile, komşumuzun hastalığından haberdarmışız yine de. O yıllardan unutamadığım bir figür olarak Madam Barry başta gelir. Ben şapkacı sanırdım. Yıllar sonra ünlü bir heykeltıraş olduğunu öğrendim. Ben çocukken bana nefis pastalar ikram ederdi. Onun varlığı benim için bir mutluluktu. Cemal Bürün ki o yılların en meşhur terzisiydi, o da Mısır Apartmanı sakinlerindendi. Dedemin şıklığının sebebidir kendileri. Apartmanın neredeyse "Marko Paşa"sı olan, dedemin de danıştığı komşusu, halen bilinen ve o dönemin ünlü avukatlarından Hüsamettin Cindoruk idi. Binamızda olan İstanbul Reklam Ajansı’na neredeyse her gün radyo program kaydı için gelen Zeki Müren bile dedemi sorun çözümleyici olarak bellemiş "Mehmet Bey Amca" diye o duru Türkçesiyle başladığı cümleleri halen kulaklarımdadır. Yine İstanbul Radyosu’nun en takip edilen programlarından "Uğurlugil Ailesi" skeçlerinin yazar Selçuk Kaskan üst katımızda otururdu.

Yanı sıra günümüzde sosyete terzisi diye bilinen Canan Yaka'nın annesi "Terzi Mualla" (Mualla Özbek), yine ünlü gelinlik terzisi Lütfiye Arıbal,  Genco Erkal'ın annesi "Terzi Nedret" (Nebahat Erkal), diğer ünlü terzi Madam Fegara Mısır Apartmanı sakinleriydiler. Madam Fegara'nın makastarı da az gidip gelmemiş bizim binaya. O sıralar ünlü filan değildi, Madam Fegara’nın çalışanıydı. Sonradan “Genelevler Kraliçesi” diye ünlenecek olan bu kişi Manukyan (Matild Manukyan) hanımdı. Bir de anneannemin diş hekimi olarak hatırladığım "Mösyö Onnik" vardı ki Atatürk'ün de diş hekimlerinden biriymiş. Yine anneannemden hep duyduğum "Apravay" diye söz ettiği doktor da Atatürk'ün doktorluğunu da yapmış.

Mısır Apartmanı’nında aile hayatınızı yaşarken bir yandan da bireysel olarak Beyoğlu’na açılmışsınızdır. Beyoğlu’ndaki ilk keşifleriniz, gözlemleriniz neler oldu? Bunların sizdeki duygusal karşılığı nasıl oldu?

Halen en övündüğüm keşfim, semtlere geçişi kolaylaştıran kestirme sokaklardır. Bu keşfettiğim kestirme sokaklardan halen aynı rotayı kullandığım;  Yeni Çarşı Caddesi’nden ( girerken solda Galatasaray Lisesi ve sağında Yapı Kredi Bankası ve Kültür Merkezi vardır)   başlayarak  sola dönerek Hayriye Sokağı’na sapılır bir iki adım sonra Faik Paşa Sokağı’na yine sola devam edilir. İlk sağdan sapılınca yine sola dönüldüğünde Altıpatlar Sokağı’na varılır. Yukarı doğru devam edince Firuzağa bölgesine varılmış olur. Caddeden (İstiklal), uzaklaştıkça hayat elbette farklılaşıyordu, Örnekse, rıhtıma doğru yürüyünce Tophane’nin sokaklarından aklı başında biri olarak ilk geçtiğimde, Maksim Gorki’nin “Hayatımın Romanı” kitabını okuyordum, birkaç adım ötemde onun yazdığı gibi bir hayat çıkmıştı karşıma. Gelen gemilerin yanaştığı, gidenlerin kalktığı bu yerde, daha farklı bir yaşam vardı. Yazarın dediği gibi, hayatın arka kapısıydı o sokaklar. Öyle sokaklarla, hem çok yakın hem de oldukça uzak bir yaşamdı bizimki. Liman hamalları, balıkçılar, çingeneler, esnaf takımı filan yazarın dediği gibiydi. Bana tuhaf gelen, deyim yerindeyse, burnumun ucunu görmem için, uzak diyarda (Rusya) olan bu yazarın kitabını okumam gerekirmiş meğerse!

Adnan İnan ve Sema Sümer, arkada Taksim Anıtı, daha geride Atatürk Kültür Merkezi.

Beyoğlu önemli bir buluşma mekanı o yıllarda değil mi? Burayı büyülü bir semt haline getiren mekanlar nerelerdi?

Çeşitli ülkelerin konsolosluk binaları, kiliseler, sinema- tiyatro- sergiler, sanat galerileri, bol ışıltılı mağaza vitrinleri, lezzetlerin adeta yarıştığı, lokanta ve pastaneler, üstüne muhallebiciler, en uzak mesafeden bile üşenmeden gelinen yine bol ışıltılı eğlence yerleri, özene bezene sanat estetiği kaygısı duyularak yapılmış o güzel dokulu binalarıyla, hem gizemli hem de büyülü bir semt idi... Balıkpazarı; en güzel ürünlerin sergilendiği, her gün yeniden düzenlenmiş bir lezzet panayırının yaşandığı, baştan başa büyülü bir alemdi zaten. Balıkların en tazesi, yakın bostanlardan toplanmış en canlı sebzeler, yine bahçelerden en iyilerinin yetiştiği ağaçlardan toplanmış rengarenk meyveler. Bunların en iyi biçimde dizayn edilip sergilendiği manav tezgahları... Etlerin en lezzetlilerinin satıldığı kasaplar, şarküteriler, meyhaneler, kelle paçacılar, pazarın içinde belli zamanlarda çalan Üç Horan Kilisesi’nin çanı... Bütün bunların her gün yenilenmiş bir canlılıkta olmalarının kerameti neydi acaba? Halen merak ederim. Üç Fil Çeyiz Mağazası, Aynalı Pasaj’ın iplikçileri, Artemis Bakkal, Tünel’e doğru giderken sağda kalan Zahariaidis çeyiz dükkanının meşhur Tomadis kolonyası nasıl unutulur? Tilla’dan aldığımız batonsale, meyveli tartölet; Şark Muhallebicisi’nin tavuk suyuna çorbası; Hacı Bekir’in demirhindi şerbeti… Hepsinin tadı damağımdadır. Lale Plak, geçtiğimiz günlerde kapandı. O da hayatımın en renkli hatıraları arasında yerini aldı. Anneannem Theopula(Makbule) bütün bir aileyi bir araya getiren çok neşeli sofralar hazırlardı. O büyük taş plaklardan çarliston, rumba, kanto, gibi müzikleri seçer, ayırırdı. Pikap iğnesi almaya ben gönderilirdim. Bu görevi büyük bir mutlulukla yerine getirirdim. Bu mekana ait o kadar canlı anılarım vardır ki ne denli anlatsam bitmeyecek gibidir. O yıllarda gittiğim zaman, güler yüzlü hali hep gözümün önüne gelen o tatlı dilli madamı hiç unutamam. İlginçtir, görüntüsü hep belleğimde tazedir. Adını bilemiyorum şimdi. Ailece toplanacağımız özel günlerde, örnekse yıl başı akşamlarında, bizim gitmeden edemediğimiz bir mekandı. Anneannemle gittiğimizde aralarında Rumca da konuşurlardı. Eğlenmemiz için yeni çıkan plakları hemen önerirdi. Örnekse; “Lingo lingo şişeler”, “Ya Mustafa”, “Hamsiyi koydum tavaya aman”, Baki Çallıoğlu'nun mizah gibi gelen "Zampara" bir de "Bir çiçekle yaz olmaz, gönül neşeyi bulmaz"  " gibi 33 devirli plaklardı.  Değme eğlence yerlerinden daha fazla eğlendiren aile buluşmalarımızın, en güzel müziklerini sağlayan "Lale Plak" daha düne kadar oradaydı ve hiç gitmeyecek gibi geliyordu. "Madem bu güne kadar kalabildi uzun zaman daha burada" diye çok inandırmışım kendimi. Belki de vakit bulamayıp, uğurlamaya  gidemeyişim veda etmek istemeyen bilinçaltımın bir oyunu idi. Kimbilir…Hayatımda, hayatımızda büyük bir yerin var Lale Plak... Yine de güle güle demeyeceğim.

Beyoğlu’nun gündüz yaşamı ile gece yaşamı arasında nasıl bir fark vardı? Bugün ile karşılaştırabilir misiniz?

O yıllarda gece gündüz tamamen farklıydı. Hava karardıktan sonra yakılan ışıklar başka hayatları aydınlatmaya başlardı. Bu görünürlüğü fark etmek, Bana Beyoğlu’nun tanıdığı bir şanstı. Mesela, oturduğumuz Mısır Apartmanı yönetiminin kiracısıydı “pavyon” denilen gece mekanları. Pencereden bakmak, içeriye gireni çıkanı görmek bile, o mekanların nasıl olduğuna dair bazı ip uçları vermişti. Sonraki yıllarda annem, Saint Pulcheri Fransız Lisesi yanında olan binaya kiracı olarak taşınmıştı. O civarda özel randevu evlerinin olduğunu bilirdi insanlar. Tabii annem de... Gündüz; Alman Hastanesine muayeneye gidenler, Saint Pulcheri’ye, karşı sokakta olan Atatürk Erkek Lisesi’ne ve paralelindeki benim de okulum olan Taksim İlkokulu’na, köşeden az yukarıya Aya Triada Kilisesi’ne ibadet etmeye gidenlerle hareketli olan o sokaklar, gece olunca bambaşka bir alem oluyordu. Uyuşturucu satıcıları, seks işçilerini pazarlayanlar dolaşmaya başlardı. Bizim gibilerin evlerine çekilme zamanı gelirdi. Sokak lambalarının aydınlattığı noktalarda onların siluetleri belli belirsiz görünürdü. Bizim seçtiğimiz yaşam biçimine göre hayatın hepimize koyduğu kendiliğinden kurallar oluşuyor. Bu kurallar ölçüsünde o sokak lambalarının aydınlattığı yerlere bizler o saatlerde çıkamazdık. Gündüz de o alemin insanları pek ortalarda olmazdı. Günümüzde gece- gündüz birbirine karışmış vaziyette artık. Bazı durumlar için geceyi bekleme gibi bir kaygı kalmadı her bir durum alenen yaşanıyor...

Bir süre İstanbul’dan uzak yaşadığınızı anlatıyorsunuz. Beyoğlu’ndan uzakta olmak nasıl bir duyguydu?

Çoğu zaman depresif bir hale getirirdi beni bu uzak kalış... Bunu konuşmak bile istemem.

Beyoğlu’nda geçen çocukluk ve gençlik dönemlerinizden hatırladığınız, unutamadığınız insanlar kimlerdi?

Biraz çok olacak galiba… Babamın ve amcamın sporcu olmasından kaynaklı birçok efsane isimler yakınlarım gibiydiler. Metin Oktay mesela, gözünün içi gülen Turgay amca (Turgay Şeren) Lefter Küçükandonyadis, (Fenerbahçe kulübünün efsane futbolcusu) film yönetmeni olan akrabamızın en yakın arkadaşı Yılmaz ağabey, (Yılmaz Güney) kadife sesiyle filmlerde seslendirdiği oyunculara ayrı bir karakter kazandıran; geçtiğimiz yıl kaybettiğimizde de çok üzüldüğüm Gülen abla... (Şehir Tiyatroları oyuncusu Gülen Kıpçak) amcamın baldızı olan Neriman abla (Neriman Köksal) , babamın rastladığında, ayak üstü bana çok uzun gelen sohbette bulunduğu, aynı zamanda hayranlıkla izlediğim yakışıklı aktör Efkan Efekan, Garbis amca, (Profesyonel Milli Boksör Garbis Zakaryan), şimdilerde “beyaz yakalılar” denilen; iş adamlarının, gazetecilerın, ünlü oyuncuların, şarkıcıların yazar çizer takımının ünlü ünsüz sporcuların oluşturduğu gurubun, o zamanlar uğramadan edemediği mekan, Kulup Reşat’ın sahibi, babamın da en candan arkadaşı Reşat amca (Reşat Nuri Karakaya), Türkan Şoray’la yaşadığı aşkla bilinen Rüçhan amca, (Rüçhan Adlı) tabii ki can amcam Oğuz Aral...Büyürken onların arasında olduğum için unutamadığım özlediğim insanlardır.

Beyoğlu’nda insanlar ve hayatlar çok değişti. Yine de her şeye rağmen direnenler olmalı. Sizin bildiğiniz kimler var? Hangi mekanlar varlığını sürdürüyor?

Konsolosluk binaları o günlerde ki hallerinden hiç ödün vermeden duruyorlar. Aynı biçimde Galatasaray Lisesi, Kiliseler, bizim Mısır Apartmanı, sadece vitrindeki şapkalarına bakarak gıyaben tanıdığım; Hacopulo Pasajı’ndaki Şapkacı Katia, Pera Palas Oteli, Büyük Londra Oteli. Sahipleri Nadire-Mete Göktuğ sayesinde, güzel bir buluşma mekanı olan ama halen İngiliz Karakolu olma kimliğini koruyan “Galata Evi”, Doğan Apartmanı, Ağa Hamamı, aracı değişmiş olsa da Karaköy-Beyoğlu arası çalışan Tünel, Tünel Geçidi, Yakup’un Yeri meyhanesi, Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi. (Beyoğlu Nikah Salonu) Aynalı Pasaj (Şark Avrupa Pasajı) Beyoğlu tükenmez ki!

Son yılların trajik sorusunu bir de size soralım; ne olacak Beyoğlu’nun hali?

Bu konuda umudumu yitirmiş değilim. Bu durağan ve değerlerinin çoğunu yitirmiş olan Beyoğlu silkinecek ve kimliğini koruyacak bir yer olacak yine... Küllerinden doğacı günü bekliyorum.