Gazetenin “bilim tarihçisi”nin çok yakın geçmişte açıkça dile getirdiği “Nuray Mert’in kapının önüne konulması lâzım” talebi gecikmeden yerine getirilmiş bulunuyor. Söz konusu köşe yazarı konuya ilişkin son yazısında işi “bilimin” de ötesine taşıyarak konuyu şöyle özetliyor: “Herkesin liboşluğa bulaştığı ortamda bulaşmayanlara tahammül yoktur. Nuray Mert gibilerin neden peşinden koşuldu?”
Görüyorsunuz, iş dönüp dolaşıp “liboşluk”a ve “yetmez ama evet”ciliğe ulaşmış bulunuyor. Gazetenin “bilim de bilim” diye tutturan yazarının kendilerini nasıl tarif ettiklerine de bakalım: “Türkiye Cumhuriyeti bilim - hukuk - hak ve özgürlükler temelinde bir devlet ve millet olarak inşa edildi (Ulusal Devlet).”
Bilim temelinde inşa edilen bir Cumhuriyet ! Gülümsememek mümkün mü?
Bu sıkıcı mı sıkıcı faslı burada kesip Nuray Mert’in nasıl olup da “Cumhuriyetin kalesi”ne sızdığı meselesine geçelim:
Nuray Mert, bu “sızma” harekatını şöyle anlatıyor: “Zaten, benim Cumhuriyet gazetesinin davetine icap etmem gayet zor oldu. Farklı görüşlerde olduğumuzu söylememe rağmen, yeni yönetim, yeni bir perspektif yaratmak istediklerini söyleyerek davet etti. Ben de bu çerçevede yazmaya başladım.”
Gerçekten de Nuray Mert’in Cumhuriyet’in yazar kadrosu içinde yer alması yönünde çok ciddi, çok ısrarlı bir talep söz konusuydu. Dönemin genel yayın yönetmeni Can Dündar ve özellikle Akın Atalay, bu talebi ısrarla dile getirdiler.
Orhan Erinç’in Nuray Mert’in yazılarına son verildiğini duyurduğu açıklamada yer alan şu sözleri bu çerçevede acaba nasıl anlamak gerekiyor: “Geldiğimiz noktada şirket yönetimi olarak, ayrıca tutuklu yöneticilerimizi de bilgilendirerek size teşekkür etme kararı aldık.”
Bu açıklamadan hareketle “tutuklu yöneticiler”in söylendiği gibi sadece “bilgilendirilmesi” ile yetinilip ayrıca “onaylarının alınmadığı” gibi bir durumla mı karşı karşıyayız belli değil.
Ali Sirmen, konuya ilişkin yazısında şöyle diyor:
"Ama ben de diğer arkadaşlarım da nereye girdiğimizi biliyorduk ve bu girişte yazılı olmayan bir zımni anlaşmaya uymayı kabul ettiğimizin bilincindeydik. Cumhuriyet’in tarihi boyunca da bu zımni anlaşmaya uyulmadığı haller hep kopuşla noktalandı.
Herhalde Nuray Mert de Cumhuriyet’te yazmaya başlarken, nereye intisap ettiğini biliyordu ve bütün bunların farkındaydı."
Dikkat ederseniz, Sirmen’in betimlediği Cumhuriyet, çalışanlarını (gazetecilerini) ilk günden itibaren kendine benzeten bir “dergah” gibidir neredeyse…
Çok konuşulmuş bir konu ama kısaca hatırlatmakta fayda var:
Türkiye Basın Tarihi’nin (Cumhuriyet de -tabii ki- dahil olmak üzere) ne yazık ki kendine özgü bir “tarihi” olmadığını biliyoruz. Bu “tarih” -çok az sayıdaki sıra dışı örneklerin tarihini saymazsak- ülkenin siyasi partiler/ iktidarlar tarihinin kuyruğuna takılmıştır. Düşünün, Nazım Hikmet’in cezaevine giriş tarihi Atatürk’ün hayatta olduğu 1937’dir. Hapishaneden çıkışı ise 1950 genel affı sayesindedir. Peki Cumhuriyet gazetesi Nazım’ın tahliyesi ve tamamen haklı sebeplerle yurt dışına kaçmasını şairin fotoğrafını gazetenin baş sayfasına “Yüzüne tükürün” uyarısıyla yerleştirmek de sözü edilen “zımni anlaşma”nın içinde midir?
Bu örneği Cumhuriyet de dahil olmak üzere bu ülkedeki “basın”ın geçmişine (ve büyük çok büyük ölçüde bugününe) kimsenin kefil olamayacağını belirtmek için veriyorum.
Şimdi de kısaca, bilim-din, Evrim Teorisi, bilim-bilimsellik gibi sözünü ettiğimiz tartışmalarda karşımıza çıkan kavramlara yönelelim:
Biliyorsunuz, Darwin’in Evrim Kuramı canlı varlıkların ortamın koşullarına uygun olarak dönüşebileceğini ortaya atıyordu. Bu kurama -sadece Türkiye’de değil (“Türkiye” derken hepten yoldan çıkmış bir bakanlığı (MEB) filan kastetmiyorum tabii ki) dünyanın dört bir yanında kafası yatmayan insanlar ve kurumlar var. Olmaması bizi şaşırtırdı. İnsanlık binlerce yıldır birçok mit ve din dolayımı ile hayatına ve hayattan sonrasına anlam kazandırmaya çalıştığına göre bütün bu mirasın 19'uncu yüzyılda ortaya atılan “Evrim Kuramı” karşısında pes etmesi tabii ki düşünülemezdi.
Dolayısıyla, “bilim böyle emrediyor” diyerek insanların neredeyse tamamını (biraz karikatürize ederek söyleyecek olursak) “Atalarınız maymundu” önermesine inandırmak asla mümkün değildir. Bu gönülsüzlüğün karşısına “Ama bilim böyle diyor!” diyerek çıkmak ise tabii ki beyhude bir çabadır. Üstelik insanları elinize geçirdiğiniz bir “bilimsel doğru” ile terörize etmenin ne gibi bir yararı olur ki?
İnsanın “Nereden geliyorum?”, “Kimim?”, “Nereye gidiyorum?”, “Evrenin anlamı” vb. sorularının cevabını bulmak yolundaki çabası onu bugüne kadar kim bilir kaç mite, kaç dine yöneltti? Evrim Kuramı'nın tabii ki ortaöğretim müfredatında yer alması gerekir. Bu kuramın yerini üç kitaplı dinin sözünü ettiği Adem ve Havva’dan türemiş bir insanlık soyu anlayışına terk etmesine bilgiyi esas alan modern bir eğitim anlayışı adına tabii ki karşı çıkılacak. Ama bütün bunlar, “bilim”i ve dolayısıyla “bilimsel doğrular”ı insanlığın tek çobanı yapmaya uğraşmak olacak iş olmadığı gibi gülünçtür de. Üstelik unutmamak gerekiyor ki, bilim alanında tek bir mutlak doğru yok. Doğruları her zaman için “geçici” karakterde. Dolayısıyla din ve akılcılığı bu çerçevede karşı karşıya getirmek ve bunları çarpıştırmak beyhude bir çaba. Düşünün; geniş anlamda “kültür” dairesi içinde “bilim”in “bilimsellik”in en ufak bir önemi-yerinin olmadığı ne kadar çok sayıda arayışlar ve yaratıcılıklar var. Roman, şiir, resim, sinema, müzik, mitolojiler…
Yani özetle, bu dünyada insanlığa mutlak olarak benimsemesi gereken “Ata” sözünün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” olduğunda ısrar etmek en başta bilimsel önermelerin geçici olma niteliği taşımasına aykırıdır. Özetle yok böyle tek ve “hakiki” bir “mürşit”…