Kadınlar suçlu olduğunda ortada mutlaka güçlü bir koruma saiki oluyor. Kendini ya da çocuğunu korumak için öldürüyor kadın. Kadına yönelik şiddetse her koşulda artıyor. Yine de bu belgeselin projesini hazırlarken çok sorulan sorulardan biri şuydu: “E ne diyoruz yani, şiddet gören kadın öldürsün mü diyeceğiz?” Bu çok şaşırtıcı ve insanı isyan ettiren bir şey. Yaşayanların değil de ölenlerin hakkına sahip çıkmak daha kabul edilebilir geliyor genel olarak.
Aylin ve Havva, eşlerinden yıllar boyunca ağır şiddet gören iki kadın. Hayatlarını kurtarmak ve çocuklarını korumak için kocalarını öldürmek zorunda kaldılar. Bu yöndeki güçlü delillere rağmen ikisi için de meşru müdafaa hükümleri uygulanmadı. Haksız tahrik ve iyi hal indirimleriyle ikisi de 15 yıl hapis cezası aldı. Davaları sürerken basında “cani kadın” “kıskanç kadın” gibi sözlerle lanse edildiler, işin öz savunma yönü görmezden gelindi, aldıkları ceza da “cani kadın tutuklandı” gibi sözlerle anlatıldı.
Vahşice cinayetler işleyen erkek katillerin, ortada haksız tahrik olarak nitelendirilebilecek hiçbir durum yokken indirim alarak aşağı yukarı benzer cezalarla adeta “ödüllendirildiği” ülkemizden, iki kadın failin hikâyesi bu. Kadınlar pek nadiren, çoğunlukla da yıllarca süren ağır şiddet hikâyelerinden sonra ve yalnızca kendilerini değil çocuklarını da korumak için cinayet işliyor. Yine de basından yaygın toplumsal tepkilere ve yargıya uzanan biçimde kolayca “cani” diye etiketleniyor, şeytanlaştırılıyor. Öz savunmanın karşılığı, erkek katillerin her durumda alabildiği “haksız tahrik indirimi” oluyor. Buna bile “şükür” deniyor.
Yönetmen Ceylan Özgün Özçelik, Cadı Üçlemesi’nin ikinci filmi “15+, Cezaevinden Mektuplar”da bu iki kadının hikâyesini anlatıyor. Özçelik’le bu Cumartesi MUBI’de gösterime giren filme, üçlemeye ve kadın cinayetlerine dair söyleştik.
Tüm filmlerin bende hem bakış açısı hem de yenilikçi çabasıyla heyecan uyandırdı şu ana dek. Bizi yakıngeçmişin travmalarıyla yüzleştiren bir psikolojik ve politik gerilim olan ilk filmin “Kaygı”dan sonra Cadı Üçlemesi’nin ilk filmi “13+”da da bunu hissettim, üçlemenin ikinci filmi “15+”da da. Ki biri uzun metrajlı, ikincisi tek planda diyalogsuz akan bir kısa film, üçüncüsü ise bir belgesel. Bu kadar farklı formatların temelde iki ortak noktası vardı bana göre: Filmlerin adeta ana kadın karakterlerin ruh hallerinin işlendiği birer kanvas oluşu, atmosfer, dil ve görsel tasarımın bizi kadınların zihninde dolaştıracak biçimde kurulması. İkinci olarak da hepsinin birer “iyileşme” hikâyesi olması… Kadını suçlamaya ve şeytanlaştırmaya dönük mekanizmaların hâlâ vızır vızır işlediği günümüzde “Cadı Üçlemesi” nasıl tasarlandı ve yola çıktı, anlatır mısın?
Aslında başlangıçta bir üçleme yoktu. 18+ diye bir film vardı kafamda. O fikir de şöyle oluştu: Ailemle bayramı kutluyorduk, mutfakta bir sürü kadın. Hala, anneanne, kuzenler, küçük kızlar, kız kardeşler, anneler, gelinler, ailenin üç kuşak kadınları bir arada. Ve içeride çılgın, hummalı bir hazırlık var. Arada kahkahalar da atılıyor. Biri diğerinin dolma sarışına laf ediyor... Bir noktada izlemeye başladım ve mesela durup babaanneme bir baktım. Babaannemin 15 yaşında evlendiğini biliyorum, şiddet gördüğünü biliyorum. Keza halalarımla ilgili bir şeyler biliyorum, annemle ilgili de tabii, içeride olduğum için. Zaten hemen hemen her kadın farklı şekillerde bir şeyler yaşıyor. Ama şunu fark ettim. Hiçbir zaman bunun üstüne konuşmuyoruz. Onlar da benim ne yaşadığımı tam olarak bilmiyorlar. Kim olduğumu bilmiyorlar aslında. Ben de onların tam olarak kim olduğunu bilmiyorum. İşte buradan “18+" filminin fikri doğdu. Ailemin kadınlarından aldığım ilhamla yazmaya başladım, “Kaygı”dan hemen sonra.
Bu senaryoyu yazarken de doğal olarak şiddet okumalarına başladım. Dinler, çeşitli inanışlar bağlamında okumalar yapıyorum. Kız çocuklarına yönelik şiddete dair okurken bir gece, biraz da kendi çocukluğumu da kustuğum bir karabasan gördüm. Bu karabasan senin de izlediğin “13+”ya dönüştü, üçlemenin ilk filmi. Sonra yapımcımla konuştum. Gördüğüm karabasanı, tek plan halinde, bir korku filmi estetiğinde, şiddetin zaman mekân tanımayan döngüsüne dair bir kısa film olarak çekmek istediğimi söyledim. “Önce bunu yapalım” dedim, “sonra 18+’ya geçeriz”. Ki o tür olarak da bambaşka. Çok ağır konuları işlese de fantastik kara komedi türünde olacak. İşte bu iki film üzerine konuşurken dedik ki, madem öyle, bunu bir üçlemeye çevirelim. “13+”nın temsil ettiği şey mesela ergenlik ve ona atfedilen uğursuzluk. Kadınlara, kız çocuklarına yönelik şiddet öykülerini anlattığımız bu üçleme içinde gerçeğe en doğrudan biçimde temas ettiğimiz bir halka da olsun… “15+”nın temeli de böyle atıldı.
“15+” toplum gözünde canileştirilen kadın faillerin gözünden ve sözünden bir belgesel ve şu çarpıcı bulguyla başlıyor: Her üç kadından biri 15 yaşından itibaren fiziksel ya da cinsel şiddet görüyor. Saptanan, kayıtlara geçen bu ve ne kadar yüksek bir oran… Yaptığın ilk belgeseldi bu değil mi, peki formata nasıl karar verdin?
Evet, daha önce hiç belgesel yapmamıştık. Bu beni biraz korkutsa da şöyle bir avantajım vardı. Ben aslında İstanbul barosuna kayıtlı bir avukatım. Bu sayede cezaevlerine girip çıkmam mümkün olacaktı. Aslında bunu “18+”nın hazırlık aşaması için düşünüyordum. Oyuncularıma daha iyi reji verebilmek için gidip öz savunma hakkını kullanarak evli oldukları erkekleri öldürmek durumunda kalmış kadınlarla görüşmek… Onları daha iyi tanıyabilmek ve anlatabilmek yani hikâyeleri, mimikleri, sesleri… Niyetim buydu başta. Ama fark ettim ki bu hikâyeyi belgesel formunda anlatmazsam bir şeyler çok eksik kalacak.
Kurmaca bir filmin ön araştırmasından bir belgesel çıkmış öyleyse, çok da güzel olmuş… Daha ilerlemeden bir önceki filmine dair bir şey sormak istiyorum. 13+’yı izlerken bahsettiğin karabasan atmosferi çok güçlü biçimde geçiyordu gerçekten. “Canavarlar arasında”, eril bakışın eziciliği altında, 14 yaşında… Bir çocuğun bu bakıştan sıyrılarak “çiçeklenmesi” hikâyesiydi bir tür. Kadının ve cadının doğuşu!
Evet, cadının doğuşu… “15+”daki iki kadınla “13+”daki kız çocuğunun ortak noktası şu: Bağırıyorlar ama sesleri çıkmıyor. Hareket etmeye çalışıyorlar ama edemiyorlar. Ortak noktaları bu sürgit karabasan. Cezaevindeki kadınlar için de durum bu. Çocuklukları boyunca şiddet görüyorlar farklı türlerde, evlendikten sonra ise en büyük ve sistematik şiddetle karşılaşıyorlar. Sonra cezaevine gönderiliyorlar. Tam bir karabasan değil mi? Hep birlikte iyileşmeyi arıyoruz ve bu da ancak paylaşarak olabilir sanıyorum. Anlatarak, ne bileyim, dans ederek, gece dışarıda yürüyerek, şarkı söyleyerek, yani kadınlara yasaklanan her şeyi yaparak!
Tüm bunların özeti aslında “anlatmak” değil mi? Yüzyıllardır bütün anlatıların erkek gözüyle olduğu, hikâyelerin böyle kurulduğu düşünülürse… Kadınlar bir kez anlatmaya ve birbirleriyle deneyimlerini paylaşmaya başlarlarsa bu hâkim anlatı gerçekten kırılabiliyor. Cezaevi hikâyelerinde beni en çok etkileyen şeylerden biri bu oldu. Konuşmanın, paylaşmanın iyileştiriciliğine dair vurgu… Belgeselde kadınlar gördükleri şiddetle birlikte ne kadar yalnızlaştıklarından bahsediyordu. Bu anlamda cezaevinin, orada başka kadınlarla olmanın özgürleştirici bir yanı bile var ironik olarak. Bir de filmin sağladığı “anlatma” imkânı var tabii. Filmde iki oyuncunun, Hare Sürel ve Gülçin Kültür Şahin’in seslendirdiği mektuplar nasıl oluştu? Sohbetleriniz ne kadar yönlendirdi bu süreci?
Aylin’le Havva’nın filmde olacakları kesinleştikten sonra ben düzenli olarak onları ziyaret etmeye devam ettim. Bu uzun ziyaretlerde o sohbetten bu sohbete, çocukluk mahallesinden bambaşka bir anıya, hayatlarındaki diğer canlılarla, kuşlarla, bitkilerle ilişkilerine dek… Bu serbest sohbet havası, sorularımı sormadan önce onları daha iyi tanımamı sağladı. Sonra ikisine de 40 soru sordum. Öncesinde gördükleri şiddetin ayrıntılarına ve olay gecesine dair hiçbir şey sormadım. Bunlar zaten dava dosyalarında vardı, tekrar o travmayı yaşamalarına hiç gerek yoktu. Dava dosyalarındaki ifadelerine yer verdim. Görüntülü kayıt için izin verilmemesi gibi, ses kaydının da alınamayacağı ortaya çıktı sonra. Böylece Aylin ve Havva’yı iki oyuncunun seslendirmesi durumu doğdu. Ama sonuç olarak seslendirilen, kelimesi kelimesine onların metinleridir. Aylin ve Havva’ya gönderdiğim kırk soru içinde en sevdikleri şarkıdan çıkınca neler yapmayı hayal ettiklerine, çocukluklarına, o zaman sevdikleri tekerlemelere, doğayla ilişkilerine kadar her şey vardı. Soruların cevapları geldikçe oturup bir metin oluşturdum hepsinden. Bir bilinç akışıydı aslında. Bazı kısaltmalar dışında müdahalem olmadı metnin son haline.
Aslında bu belgesel metninin yaratım sürecinde senin müdahalen, onları iyice tanımak ve “konuşmalarını sağlamak” biçiminde olmuş anladığım kadarıyla, o güven sağlandıktan sonra akmış gitmiş?
Evet, bir de çok sert, insanı büyük bir karanlığa çeken yanları var bu hikâyelerin. Ama bu kadınlar da bundan ibaret değil, bu karanlık onları yutamamış. O nedenle Havva’nın “ben az anlatıyorum, siz çok anlayın” sözüyle başlamak istedim. Yani işte biz de bu belgeselde “az anlatıyoruz” aslında. Siz çok anlayın diyoruz.
Metinde bu ekonomik anlatım, kadınların gördüğü şiddeti aktaran kısımlarda da çok etkili kullanılmış. Sözgelimi Havva’nın kızına yönelik cinsel saldırıyı önlemek için öz savunma yapmak durumunda kaldığını anlatmaya, kocasının ona ve kızına söylediği şu söz yetiyor. “Ben ikinize de yeterim.” Sayfalarca şiddet ve istismar anlatımından daha vurucu...
Kesinlikle. Müdahale dediğim de şöyle birkaç şeydi. Mesela Havva önceden evli olduğu adamın adını yazmıştı. “Kötü insan deyince aklıma… geliyor” diye. Onu “o geliyor” şeklinde değiştirdim.
Filmin diğer çarpıcı tarafı şu. Erkek failleri çok iyi tanıyoruz. Bakışlarını, ifadelerini, şiddete, cinayete buldukları gerekçeleri, anlatımları ve onlar etrafında kurulan anlatıyı avucumuzun içi gibi biliyoruz. Ama bu kadınları tanımıyoruz. Öz savunma yapan bu kadınlar “cani, şeytan kadın” diye etiketlenip geçiliyor. Nelerden geçtiklerini, tüm bu şiddetten önceki hayatlarını, hayallerini hiç bilmiyoruz. Yani en canice cinayetleri işleyen erkekler için bile “tanırız, yapmaz” sözü cepteyken, bu kadınları tanıma zahmetine bile girilmiyor.
Evet, işte o nedenle de çocukluk, ilk aşk, dünyayla ve hayatla başka türden ilişkilerine daha fazla yer vermek, belki de hayatlarının bu karanlıktan ibaret olmadığını söylemek oldu, öyle umuyorum.
Havva'nın ifadesinde çok çarpıcı bir bölüm vardı. Çocuklarını korumak için, son çare olarak kocasını öldürdüğünü anlatıyor. Sonra arkadaşları dışarı çağırdığı için mecburen gidiyor ama ruh gibi, geri dönüyor. Döndüğünde cesedin hala orada öylece durmasına şaşırıyor. “Allaha o kadar çok dua etmiştim ki bizi bu zulümden kurtarsın diye, ceset de ortadan kalkacak diye umut etmiştim,” gibi bir şey diyor. Herhalde öz savunmanın daha güçlü bir psikolojik anlatımı olamaz… Çocukluklarından olay anına ve cezaevi sürecine dek bu kadınların yaşadıkları, maruz kaldıkları onca şiddeti düşününce, bu yaşam gücü, direnci inanılmaz, değil mi?
Evet, inanılmaz bir şey. O mücadele gücüne çok hayranım hatta bunu nasıl ifade edebileceğimi bile bilmiyorum. Düşünsene, evde şiddet var, çocuklukta ağır bir yoksulluk var. Buna rağmen çocukluğa dair her şey, yoksul bir evin bahçesi cennet gibi gelebiliyor. Aynı şekilde pazarda kardeşleriyle yere düşmüş, çürük meyve sebzeyi arakladıkları, bunun için bir de pazarcıların onları patakladığı bölüm var. Aylin bunu bile büyük sevgiyle anlatıyor. Aşırı güçlüler, çok büyük hayranlık duyuyorum buna. Aylin olağanüstü şiirler yazıyor mesela. Bunların şarkılaştırılmasını, türküleştirilmesini istiyor, çok da yetenekli. E Havva da kesinlikle stand-up yıldızı olmalı bence. Müthiş bir mizah dünyası var, gülerken ağlayan, ağlarken güldüren çok karmaşık, komik bir karakter. İkisinin bir başka ortak noktası da şu. Aylin ilk tanıştığımızda bağlama dersi alıyordu. Pandemi başlarında Havva da almak istiyordu aynı dersi ama sadece erkeklere sınıf açmışlardı, kadınlara açmamışlardı. Çok öfkeliydi o nedenle.
Bu yaşam gücü, yaşama, hayatı yeşertmeye, üretmeye duyulan coşku bile bu kadınların bir adım sonra katilleri olacak adamları aslında sadece hayatta kalabilmek için öldürdüklerinin kanıtı sanki…
Evet işte bu gücü bu coşkuyu da aktarmak istedim. Bir de şu var. Olaydan sonra evlerini olduğu gibi geride bırakıyorlar. Adamların aileleri evden bir çöp bile almalarına izin vermiyor. Bu nedenle ne bir fotoğraf ne bir eşya, giysi, hiçbir şey yok. Biz de çıkışsız kaldık bu noktada çekerken... O kadar tuhaftı ki.
İşin ilginç tarafı, bu malzeme yokluğunun, çıkışsızlığın kendisi karakterlerin durumuyla çok örtüşen bir anlatım biçimine dönüşmüş. Elinize sağlık o anlamda da. Bu çıkışsızlık, yoksulluk, yoksunluk, kadınların ellerinden özgürlükleri başta her şeyin alınmış olması… Geriye bir tek kendi hafızaları, anılar kalmış gibi. Resmi engel nedeniyle görüntü ve ses kaydı da yapılamadığı için, sadece sözcükler. Bunu çok minimal, hatıra ve hayal çağrıştıran simgesel bir dille çekmen ve oyuncuların da sesleriyle olabildiğince doğal katılımı çok hoşuma gitti. Rüyaların dilinden konuşan bir film… Elde çok malzeme olsaydı nasıl olurdu peki sence?
Baştan beri zaten iç içe geçen imgeler olacaktı. Çünkü niyetim kadınların zihninde dolaşabilmekti. Onlar için de çok netleşemeyen, mesela çocukluğa, mutluluğa dair imgeleri onların gözünden görmek. Eğer içeride, görüş odasında çekim yapabilseydik niyetim hiçbir zaman cezaevindeki yaşamı kaydetmek değildi. Ama diyelim avukat görüş odasında karşılıklı oturuyoruz. Karşıda Aylin olacaktı, Havva olacaktı. Kamera direkt onların yüzünde olacaktı. Çok yakın. Ve onlar kameraya bakacaktı. Bu sayede aslında seyirciyle en direkt etkileşimi kurabileceklerdi. Göz göze bakabileceklerdi. Ve onların zihninden geçen imgelerin dünyasında, bu imgelere bakan o gözler de, o bakış da olacaktı. Mesela bir sokak görüntüsü, papağanla iç içe geçiyor. Gökyüzünün onların gözünden keşfi gibi, bu bakışı içeren bir anlatı… Bunu yapamadığımıza biraz üzülüyorum.
Yine de tam olarak amaçladığını başardığını, bizi bu kadınların zihninde dolaştırabildiğini ve onları tanımamızı sağladığını düşünüyorum… Konuşmak istediğim bir de şu var. Son günlerde Pınar Gültekin’in katilinin, bunca vahşice bir cinayetin haksız tahrik indirimi alabilmesi, bu büyük haksızlık çok tartışılıyor. Bu olay üzerine, hayatlarını ve çocuklarını korumaya çalıştıkları için böyle katillerle benzer sürelerde cezaevinde yatacak olan bu kadınlarla tanışmak ayrıca değerli. Toplumun bu konudaki bakışını nasıl görüyorsun? Neden hayatını yitirmiş kadınlar, makbul kurbanlar daha çok ilgi ve empatiyle karşılaşıyor sence? Hayatta kalanların hikâyeleri neden yeterince sahiplenilemiyor? “Cadılaştırma” bu, değil mi? Bir kadın hayatı pahasına bile olsa bir erkeğe bu kadar güçlü biçimde dur dediğinde dünyanın çivisi oynatılmış gibi mi oluyor?
Kesinlikle ve bu hiç hoşa gitmiyor. Kadınlar açısından nasıl bir ülkede yaşadığımızı şu küçük örnek çok iyi anlatıyor aslında. Bunu bana bir avukat söylemişti. Bulunduğu şehirdeki minibüs duraklarından birinin adı “sığınma evi”ymiş. Düşünsene, minibüs şoförü giderken “sığınma evi!” diye bağırıyor. Yani o kadar trajikomik bir durum ki, bir ülkede asla olmaması gereken ne varsa bizde var. Buna rağmen de baş kaldıran, hayat memat meselesi olduğunda bile akışa direnen kadınlar cezalandırılıyor. Nevin Yıldırım da bunun en açık örneklerinden biri. BM’nin 2018 raporuna göre kadınlar için en güvensiz yer, evleri. Ve yine araştırma sonuçlarına göre kadınlar suçlu olduğunda ortada mutlaka güçlü bir koruma saiki oluyor. Kendini ya da çocuğunu korumak için öldürüyor kadın. Kadına yönelik şiddetse her koşulda, her durumda artıyor. Pandemi sürecinde bile kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri de arttı bir yandan. Yine de ben bu belgeselin projesini hazırlarken bana en çok sorulan sorulardan biri şuydu: “E ne diyoruz yani, şiddet gören kadın öldürsün mü diyeceğiz?” Bu çok şaşırtıcı ve insanı isyan ettiren bir şey. Yaşayanların değil de ölenlerin hakkına sahip çıkmak daha kabul edilebilir geliyor genel olarak.
Hikâyeler anlatmak, makbul bulunmayan hikâyeleri de anlatmak ve sesini duyuramayanın sesi olma ısrarı, bu hâkim anlatıyı kırmanın en önemli yolu herhalde… Bu konuda son olarak söylemek istediğin bir şeyler var mı?
Şunu söyleyebilirim: Öz savunma haktır. Tartışılabilir bir şey değil bu. Bununla beraber ve bunun dışında ben başkaldıran kadınların ve kız çocuklarının hikâyelerini anlatmaya çalışıyorum. Buna da devam edeceğim. Temalar, mekanlar, türler, formlar değişiyor. Ama elimden geldiğince anlatacaklarım, bu hikâyeler. Bir de bu film özelinde bir destek ve dayanışma ağı da kurduk biz. Bunu da çok kıymetli buluyorum. Çünkü maddi olarak filmi tamamlamakta çok zorlanıyorduk. Damla Sönmez’den Burcu Biricik’e, Hasibe Eren’den Ceren Moray’a kadın oyuncular destek oldular. Sektörden, başka destek olanlar da var. Bu sayede ekibin kaşelerini ve masraflarımızı ödeyebildik. Birbirimize sahip çıkmamız gerekiyor. Başka türlü olmayacak. Yani hepimizin kendi mücadelesini verebilmesi için birbirimize el uzatmamız gerekiyor. Çok dert var, çok fazla şey üstümüze üstümüze geliyor, yalnızlaşıyoruz. Destekle, dayanışmayla, ortak gülüşü, nefes alma alanlarını da çoğaltarak yan yana durma ısrarı çok önemli.