Hayır gitmiyoruz!
Eski vali ve Mülkiyeliler Birliği başkanlığı yapmış Güngör Aydın’ın yaşına rağmen nizamiye kapsındaki varlığı, ailecek muhriç Boratav’ın 82 yaşında fakülte kapısındaki gülümseyişi, Tünay ablamızın gözlerimizin içine bakışı; yerde bıraktığımız cübbelerimizi ezen postalları yeneceğimizi, hem de öyle lafta değil hayat ve neşe katarak yenebileceğimizi öylesine gösterdi ki. Üniversite ideası bir anı değil artık. Mülkiye marşında söylendiği gibi: Ey vatan gözyaşların dinsin!
Dinçer Demirkent*
Bize Mülkiye’de ağzımıza biber süre süre öğretildi. Kişisel dertlerinizle kamuyu sakın ha meşgul etmeyin! Kişisel ihtiyaçlarınızı kamunun enerjisiyle karşılamayın, kamunun bilgisayarında yazıyorsanız yazınızın hakkını verin; öğrencinize zaman ayırmayın, ondan kalan zamanı başka işlerinize ayırın! Yazacaklarım biraz kişisel ama gündelik hayatımız ‘yüksek politika’nın zırvalarına o kadar gömüldü ki hocalarım kişisel duygularımı da yansıttığım bu yazıyı affedecektir. Ayrıca kamu, yazı yazma, bilgi yayma aracımı elimden aldı. KHK’nın çıktığı gecenin sabahı alışkanlıkla erken gittiğim okulda, sabahın sekizinde bilgiye ulaşma araçlarımdan biri olan internetim kesilmişti. Dün de bütün diğer arkadaşlarım gibi on beş yıldır sabah açıp gece kapattığım fakülteme alınmadım. On beş yıl öncesinden tanıdığım güvenlik amiri yaka paça sürüklenmemi, tartaklanmamı izledi. Fakültemin zavallı kayyum yöneticisi Prof. Dr. Kadir Gürdal gözlerinde hüzünle izledi sürüklenişimizi. Bu kadar özür yetecektir umuyorum, sevgili hocalarım bu ‘kişisel’ yazı konusunda affedecektir beni.
Mülkiye’ye 2001 yılında girdim. Daha lise yıllarım başlamadan karar vermiştim Mülkiye’ye girmeye. O yıllarda Türkiye’yi aydınlık bir geleceğe taşımak için yola çıkan, dostluk ve yoldaşlığın gereğini yerine getirerek canlarını ortaya koyan ‘ağabeylerin’ okuluydu Mülkiye benim için. Elbette oraya gidecektim. Onların okuduklarını, yazdıklarını daha Mülkiye’ye girmeden okumaya girişmiştim. Bazılarını racon gereği gazete kağıdına sarılı halde tabii. Mülkiye’ye girmeden önce okuduğum son kitap şimdinin iktidarının tetikçisi, fakültedeki arkadaşlarımı ve hocalarımı defalarca hedef gösteren Yeni Akit gazetesinin selefinin sayfalarında hedef gösterildikten sonra siyasal İslamcı katillerce öldürülen Ahmet Taner Kışlalı’nın Siyaset Bilimi kitabıydı, öldürüldükten bir yıl sonraydı. Fakültede girdiğim ikinci ders, Siyaset Bilimine Giriş. Derse her girdiğimde bir siluet eşlik etti baktığım kürsüye.
Bizim fakülte gariptir biraz, bulunduğu mevkiye 'Cebeci çukuru' denir. Fakat öyle bir ortamı vardır ki, örneğin aynı KHK’de yer almaktan bile gurur duyduğum hocam Murat Sevinç, Barcelona’dan çukuru çok özlediğini, arka bahçede emekçi bahçıvanımızın gayretleriyle içine beton dökülerek hayatta tutulan ağacın silik gölgesinde olmayı ne kadar istediğini yazmıştır. Gerçek duygudur bu, şaka sanmayın. Asıl soru, böylesine delice bir duyguyu yaratan nedir sorusudur. Benim meselem de hep bu sorunun yanıtıyla oldu, öğrenciliğimden hocalığa, on beş sene boyunca bana okulu sabahın karanlığında açtırıp gecenin karanlığında kapattıran o aydınlık duyguyla.
En az iki Mülkiye vardır. Bunu kendimi, siyasi fikirleri ve eylemiyle ve dahi bütün varoluşuyla karşısında yer aldığım Abdülkadir Aksu ile (o zaman bakandı) yan yana, iki pisuvarda bulduğumda idrak ettim. Mehmet Ağar’ın Mahir Çayan’ın futbol sevdasının içinde kaleci olarak yer aldığını övünçle anlattığını biliyordum oysa. En az iki Mülkiye vardır diyorum, çünkü Mülkiyeli Hüseyin Cevahir’in Yordam dergisinde Fazıl Hüsnü Dağlarca şiirine yaptığı eleştirinin olağanüstü dilini asistan olduğumda, Mülkiyeli Cemal Süreya’nın ilk şiiri Şarkısı Beyaz'ı üçüncü sınıfta Mülkiye Dergisi’nde yayımladığını ve Mülkiyeli Ece Ayhan’ın iki yıl kaymakamlık yaptıktan sonra ‘mülk’e ve tüzüklere karşı çıktığını öğrenciyken öğrendim. Duygu buydu işte, Fikir Kulüpleri'nin doğum sancılarına tanık olan yer ile o dönem yapılan boykota katılmayarak mezun olan Mesut Yılmaz’ın meşhur ineğimizle gülümseyerek fotoğraf verdiği mekanın yarattığı duygu. Bu mekanın o çok da matah olmayan ‘manzarasını’ Boğaziçi’nin boğazı, ODTÜ’nün ormanına tercih edilebilir kılan duygu bir araya gelmek isteğin her anda bir araya gelip, Ece Ayhan’ı, Hüseyin Cevahir’i, Hegel’i Marx’ı, geçmişi, geleceği ve daha önemlisi şimdiyi özgürce konuşabiliyor olmaktı. Üniversite ideasına ilişkin öyküler sırandandı zaten, efsane dekanlarımız vardı onu savunan: Turhan Feyzioğlu fakülteyi açış konuşmasında 'iktidarın, güç sahiplerinin işine gelmese de nabza göre şerbet vermeyin' demişti öğrencilerine (Bu nedenle alınmıştı dekanlık görevinden). Mümtaz Soysal, 1971 darbesinde görüşlerinden dolayı cezaevine konmuştu. Cevat Geray, polisin şiddetine uğramış öğrencilerini savunmak için kendi elleriyle bulmuştu dayakçı polisi. (Şimdinin 12 Eylülcüsü İbiş’in hakkında iki soruşturma açtığı Yalçın Karatepe bu onura açık adaydır gözümde, öğrenciliğimizde çektirdiklerine rağmen). 1402’liklerimiz vardı. Kürsü hocam deme şansını yakaladığım Cem Eroğul, hiç yakından tanıyamadığım ama dersini dinleme şansını bulduğum kürsü hocam Mümtaz Soysal, ilk paragrafta yazdığım kamu fikrini aşılayanlardan Baskın Oran, haysiyet duygusunun akademik anlamını öğrendiğim Korkut Boratav, 1980’lerde üniversiteden atıldıktan sonra doğa bilimleri ile sosyal bilimlerin ilişkilenmesi üzerine yazmış olduğu kitabı okuyarak tanıdığım Tuncer Bulutay, bizi arkamızdan bağırarak kovalamış olsa da daha Mülkiye’ye gelmeden kitabını okumak zorunda hissettiğim Alparslan Işıklı, o zulüm döneminde üretkenliği bin kat artmış Taner Timur. Başka hiçbir yerde görülemeyecek ve her daim güzellikte olan öğrencilik anılarımızda en büyük yeri kaplayan Kurthan Fişek. Hocaların üniversite ideasını hiç de karşılıksız bırakmayan öğrencileri unutmamak gerek. Ülkenin ilk öğrenci derneğinin kurulduğu Mülkiye’de bir fotoğraf ile övünç duyulur: Padişahım çok yaşa pankartının önüne dizilmiş ama istibdadın padişahının lütfunu kabul etmeyen ve padişaha uzun ömür dilemeyen öğrenciler. Bu gelenek, 150 yılı aşkın bir süredir kesintilerle de olsa öğrenci derneklerinde özgür tartışmalarla sürüyor, Mülkiye’yi Mülkiye olarak sürdürebilmek için.
Bütün bunlar, akademik yoldaşlık, dostluk yaptığım insanlar 1 Eylül’de çıkan ilk KHK ile güzel anılara dönüşmüştü benim için, itiraf edeyim. Evet fakülte hâlâ İbiş’in iki kere soruşturma açtığı eski dekan Yalçın Karatepe’nin deyimiyle ‘iktidar zıpla deyince ne kadar yükseğe zıplayacağını’ düşünen bir yönetim anlayışıyla yönetilmiyordu ama işgüderlik yapıyordu. Evet hâlâ akademik kurulları çalıştırmaya gayret ediyorduk. Evet İbiş zulmüne direniyorduk. Ama yine de Ankara Üniversitesi’nin bütün fakültelerinden köklü bir kurum olarak, altı padişahın üstesinden gelmiş bir kurum olarak öğretim üyelerine elinden gelen bütün zulmü uygulayan İbiş’e karşı tutulmuştuk. Ece Ayhan’ı ve Gilles Deleuze’u birlikte konuştuğumuz betonlu ağacın gölgesi, Cem Küçüklerin, Abdülkadir Selvilerin adını duyar olmuş, Akit’in hedef göstermeleri saatlerce konuşulur olmuştu. KHK ile yatıp KHK ile kalkıyor, İbiş’in hangi öğretim üyesini neden hedef aldığını, alacağını konuşuyorduk. Evet artık Mülkiye, ya da bizim daha çok sevdiğimiz adıyla Siyasal bir anıya dönüşmüştü benim için. Ta ki düne kadar. 10 Şubat günü, benim de dahil olduğum 72 Ankara Üniversitesi personelinin (büyük çoğunluğunu birlikte Mülkiye camiası denen şeyi şekillendirmiş olan SBF ve İLEF ile Türkiye’nin en köklü kurumlarından olan DTCF oluşturuyor) 7 Şubat KHK’sı ile kendileri için bir işyerinin çok ötesinde anlam taşıyan fakültelerinden kovulmasına karşı gösterilen tepkiye kadar.
Rektör, zulmün tetikçisi İbiş, hiçbir gerekçe göstermeden, hiçbir kanıt göstermeden Mülkiye’yi ders verilemez hale getirene, DTCF’nin Tiyatro Bölümü'nü kapanacak noktaya taşıyana, İLEF’in can damarını kurutana, eleştirel düşünceyi, üniversite fikrini yok etmeye vardırana kadar. 10 Şubat günü Mülkiye, İLEF, DTCF, Eğitim Fakültesi, Hukuk Fakültesi bir arada Cebeci Çukuru’nun ve DTCF orta bahçesinin karşısında İbiş’in fakültelerimizin öncesinde çok gördüğü diğer ibişler gibi kötü bir anı olarak kalacağının işaret fişeğini çakana kadar. Eski vali ve Mülkiyeliler Birliği başkanlığı yapmış Güngör Aydın’ın yaşına rağmen nizamiye kapsındaki varlığı, ailecek muhriç Boratav’ın 82 yaşında fakülte kapısındaki gülümseyişi, Tünay ablamızın gözlerimizin içine bakışı; yerde bıraktığımız cübbelerimizi ezen postalları yeneceğimizi, hem de öyle lafta değil hayat ve neşe katarak yenebileceğimizi öylesine gösterdi ki. Üniversite ideası bir anı değil artık. Mülkiye marşında söylendiği gibi: Ey vatan gözyaşların dinsin!
Fakülteler bizim, bu bizim dişimizle tırnağımızla edindiğimiz mesleğimiz, burası bizi vareden ve bizim varettiğimiz kurumumuz, üzerinde sorumluluğumuz olan hakları gasp ettiğiniz, çöle mahkum edilecek olan bizim öğrencilerimiz. Bu nedenle bir daha söyleyeceğiz: Hayır Gitmiyoruz!
* Ankara Üniversitesi SBF Eğitim Sen temsilcisi ve barış imzacısı akademisyen.