Hayırdan sonra
Şu anda bütün engellemelere, adaletsiz kampanyalara ve belki de önümüzdeki günlerde açığa çıkacak bazı teknik hile ve yanlışlara rağmen yüzde 49'a yakın –belki daha fazla- bir hayır birlikteliğinin sandıktan çıkmış olması bu kitlenin ne kadar güçlü olduğunun göstergesi.
Buket Türkmen
Aylardır “hayır”cılar ile “evet”çilerin oldukça eşitsiz koşullarda mücadele ederek kampanya yürüttükleri anayasa halk oylamasının sonucunda Pazar günü sandıklar yüzde 51,22 “Evet” ile kapandı. Bunun akabinde nüfusun “hayır” taraftarları büyük bir hezimet duygusu ile duygularını paylaşmaya, karamsarlık ifade etmeye başladılar.
Öncelikle şunu ifade etmek iyi olur: bu satırların yazarı olarak ortalığa yayılan bu kötümser duyguları paylaşmıyorum. “Hayırdan sonra”nın düşünülmediği, örgütlenmediği bir hayır kampanyası ile kazanılacak bir zafer, hayırlara vesile olmayabilirdi. Şu anda bütün engellemelere, adaletsiz kampanyalara ve belki de önümüzdeki günlerde açığa çıkacak bazı teknik hile ve yanlışlara rağmen yüzde 49'a yakın –belki daha fazla- bir hayır birlikteliğinin sandıktan çıkmış olması bu kitlenin ne kadar güçlü olduğunun göstergesi. Bu referandumda sandıktan farklı sosyal sınıfların, etnik ve dinsel kimliklerin bir arada durarak oluşturdukları bir muhalefet çıktı. Bu, iktidarın çoğu kez kendisine karşı olanlar için kullandığı tabirle bir “elitler kitlesi” değil, doğudan ve batıdan farklı grupların ve sosyal sınıfların içinde yer aldığı çoğul bir kitle. Bunun ortaya çıkışı her şeyden önce bu yaygın karamsarlık perdesini biraz olsun aralayıp baktığımızda bize umut vermeli.
Diğer yandan bu umut, beraberinde kaygı verici bazı soruları da getiriyor. İktidarın engellemeleri ve uzun soluklu saldırıları karşısında epeyce sertleşmiş bazı toplumsal grupların, hayır kampanyası sırasındaki zorunlu yan yana gelişlerinde birbirlerine yansıttıkları suçlamalar ve öfke, bu muhalif buluşmanın bir geleceği olabilir mi ve ömrü ne olur gibi sorular sorduruyor insana. Oysa muhalif grupların yan yana durmaya ihtiyaçları olduğu, muhalefet kibrinden uzaklaşarak bir aradalığın formülünü bulmak zorunda oldukları gerçeği bu sandıktan çıkan belki de en önemli toplumsal gerçeğimiz gibi görünüyor. Söz konusu kibrin, sandıktan hezimet değil başarı çıksaydı kesinlikle engellenemeyeceğini düşünenlerdenim. Ben bu ucu ucuna kaçırılmış “hayır” iktidarının, uzun vadede epeyce hayırlı birlikteliklere kapı aralayabileceği umudunu taşıyanlardanım. Edirne ile Şırnak’tan aynı oranlarda hayır oyu çıkabiliyorsa, aynı şeyi Diyarbakır, İzmir, Dersim ve Antalya için de söyleyebiliyorsak, hayırcı kampanyaları yürüten grupların farklı “hayır”larının, bir noktada çatışma hatlarının ötesinde yeni bir toplumsal sözleşmeyi işaret edip etmediği sorusunu sormak çok da akıl dışı gibi durmuyor. Her ne kadar farklı saiklerle verilse de o oylar, kutuplaşmacı yarıkların ötesinde bir yan yanalık inşası için sandıklar bir işaret vermişe benziyor. Belki de bu bir milat olabilir iyi değerlendirilebilirse, yeni bir sözleşme için.
UMUT VE KAYGI: KEMALİSTLER VE KÜRTLER
Bu umuda rağmen, geçtiğimiz aylarda fedakarca ve bir seferberlik ruhu içerisinde, örgütlü ve örgütsüz yurttaşlarca yürütülen Hayır kampanyalarının fazlasıyla “hayır”a odaklanmış, “hayırdan sonra”yı göz ardı eden bir söylem ve tavırda olduğunu teslim etmemiz gerekir. Birçok farklı grup, “benim hayırım seninkiyle aynı değil” diye seslendiği gruplarla yan yana durmayı pragmatik bir zeminde başarırken, esasen ne aynı kampta mücadele verdiği yoldaşlarının yaralı hafızaları ile ilgilendi, ne onların siyasal kimliğinin argümanlarına kulak verdi, ne bu kimliğin üzerindeki siyasal baskının boyutunu merak etti, ne de bütün bunlar kampanyada ifade edilmeden üstü kapalı geçiştirilirken, “hayırdan sonra” ne yapılacağı, nasıl bir birlikte yaşamın inşa edileceği konusunda kafa yordu... Bu konularda fazla düşünülmedi, tabiri caizse hayırdan sonra konulu sorulardan mümkün olduğunca kaçınıldı. “Hele bir Hayır çıksın da, gerisine sonra bakarız.” Bu kırılgan yan yanalık, AKP karşıtlığının ortak bir toplumsal birliktelik inşası için yetersiz olduğunu da gösteriyordu. Öyle ki yan yana hayır kampanyası yürüten gruplar meydanlarda birbirlerine suçlama yöneltebildiler, yanlarındakinin siyasal ve tarihsel yaralarına tuz basabildiler. Rakip ortaktı, ancak siyasal zeminin ortaklaşabilmesi için daha çok fırın ekmek yenmesine ihtiyaç olduğu ortadaydı.
Bu karşıt grupların hayır kampanyaları içerisindeki en önemlileri Kemalistler ve Kürtlerdi. İkisinin yan yana mücadelesi hayır kampını güçlendiriyordu. Buna rağmen, CHP kitlesinin ve idaresinin hayır kampanyalarında sık sık HDP kitlesi ve teşkilatı ile yan yana gelmekten kaçındığını ve Kürt karşıtı söyleme zaman zaman meydanlardaki hayır kampanyalarında başvurulduğunu gördük. AKP'nin şiddet siyasetine geri dönüşünün ve terörle mücadele söyleminin, mecliste üçüncü siyasal parti ve önemli bir muhalif güç olan HDP ve onun temsil ettiği siyasal söylem ile mesafenin altının çizilmesinde önemli bir bahane olarak rol aldığını söyleyebiliriz. Bu bahane sadece AKP ve tabanı değil, CHP ve tabanı tarafından da benimsendi.
Diğer yandan bu söyleme bizi götüren yakın ve uzak tarihle ilgili bir hesaplaşma ve bilinçlenme emaresi görülemedi. Bölgede bir yılı aşkın süredir süren yoğun silahlı çatışma ve savaş koşullarında yürütülecek bir halk oylamasının sağlıklı yapılıp-yapılamayacağı, Kürtler’in “hayır”a ihanet edip etmeyeceği soruları dışında, son bir yıldır buralarda sivil halkın yaşadıkları hususu Kemalist ve CHP'li hayır söylemlerinde doğru düzgün ifadesini bulamadı. Bölgede halkın oylarıyla seçilmiş belediye başkanlarının yerine atanan kayyumlar, çatışmaların bölgede yaşayanların hayatlarının idamesini imkansız hale getirmesi ve HDP'nin en önemli seçilmiş milletvekillerinin ve belediye başkanlarının, sözcülerinin hapse atılmış olması gibi meseleler göz ardı edilerek, Erdoğan’ın şiddet ortamını yeniden yeşertmesi üzerinden HDP ve tabanına karşı mobilize ettiği öfke seline maalesef Kemalistler de katıldı. Meydanlar bize bu öfkenin ve doğurduğu tepkinin sahnelendiği yerler olarak yansıdı.
Öfke sadece CHP tabanında değildi: HDP milletvekillerinin hapsedilmesine izin veren yasa oylandığında CHP’nin verdiği destek ve milletvekillerinin hapsedilmesine karşı ana muhalefet partisi olarak ettiği itirazların cılızlığı HDP tabanında CHP'ye öfke hattını döşemişti. 7 Haziran seçimleri ve Suruç sonrasında ortaya çıkan savaş koşullarında bu yaşananlar, anti-Erdoğan çizgisinde Gezi direnişinden beri zaman zaman yan yana hareket edebilen iki grup arasında eski derin uçurumları gizlendikleri yerlerden yeniden çıkarmıştır. Hele ki kayyumların atanması ertesinde Kürt yurttaşlar, seçtikleri vekiller ve belediye görevlilerinin görevlerinden alındığı ve yerine merkezden atanmışların geçtiği bir kolonyal ortamın yaşandığı bölge gerçekliğinin meydanlarda hemen hiç dillendirilmemesiyle yüzleşince, bu mesafe sadece söylemsel değil, siyaset ve ülke gerçekliğine bakış noktasında da derinleşti.
Bu yeniden ortaya çıkıp sertleşen uçurumun tarihsel bir derinliği var maalesef. Burada uzun uzun kolonyalist bakışın postkolonyal dönemdeki siyasal belirleyiciliğinden ve ötekinin siyasal iradesini yok sayan tavrından söz etmeyeceğim. Ama benim üzerinde durmak istediğim nokta, kısa bir süre önce bu tarihsel derinliği olan uçurum, yumuşak siyasal söylemlerin kotarılması ile ilmek ilmek yeniden kapatılmaya başlanmıştı, 7 Haziran seçimlerinde elde edilen ve mecliste AKP salt çoğunluğuna son veren HDP oy oranı bu çabanın sonucuydu. 2015 seçimleri sürecinde gruplar arasında yıllardır hüküm süren rövanşist söylemleri siyasal sahneden uzaklaştırmış ve söylemlerin yumuşamasını sağlamış olan HDP eşbaşkanı Demirtaş’ın bu son referandum sürecinde hapiste olması, yarıkların yeniden derinleşmesinde önemli bir unsur. Onun hayır kampanyalarındaki yokluğu karşılıklı sertleşen söylemlerde önemli ölçüde kendini hissettirdi.
Aslında bu yumuşama doğrudan Demirtaş’ın sıfırdan kotardığı bir vaziyet de değildi: ülkenin batısında Gezi sonrası birlikte direniş pratikleri içinden bazı mesafelerin aşıldığı bir dönem yaşanmıştı. Bu dönemde metropollerde kırılgan da olsa bu omuz omuza yürüyüş tecrübe edilmiş, siyasal sahnede de meyvelerini vermişti. Ancak bugüne bakıldığında, başka bir siyasal sahnenin kurulduğunu görüyoruz: birbirine yaklaşan bu eski Gezi-sonrası aktörlerinin gitgide seslerinin kısılıp yerine hamaset dolu söylemlerin, kolonyalist bakışın ötekinin öznelliğini yok sayan tavrının geçtiğini görüyoruz. Bu bakışın en tipik göstergesi ise, halk oylaması sonunda Kürt illerinde sandıklarda hile yapıldığı iddiaları ortaya çıkınca, doğrudan kayyumları atayanların değil, bölge halkının bu durumun müsebbibi gibi suçlanması olmuştur. Kolonyalist bakış tam da böyle bir şeydir: Ötekinin ya kendi iradesi, kendi tarihselliği yoktur ya da her daim ihanet içerisindedir. Terörle mücadele söyleminin yeniden pişirerek alanlara taşıdığı “Kürt karşıtlığı”, bu sandık hileleri için bölge halkının ihanet ile suçlanması noktasında çırılçıplak ortaya çıkıyor. Sandıktan, bütün hile şüphelerine rağmen, ülkenin en batısındaki illerle aynı hayır oranının çıkması göz ardı edilip, hileden Kürt halkı sorumlu tutuluyor ve seçilmişlerin hapiste olduğu bir ortamda kayyumların gözetimi ile referandum yapılması sorunsallaştırılmadan bu argümanlar yüksek sesle dile getirilip normalleştirilmeye çalışılıyorsa sivil yurttaşlar tarafından, ortada 2015’in çok gerisine düştüğümüzün açık bir kanıtı vardır maalesef. İktidar partisinin kutuplaştıran söylemleri ile etkileşim halinde görülen odur ki, bir dönem yan yana, omuz omuza olmanın yollarını arayan aktörlerin sesleri cılızlaşmış ve gruplar arası uçurumlar daha da derinleşmiş. Hayır’ın en önemli bileşenlerinden Kürt nüfusunu görmezden gelen ve onun siyasal öznelliğini küçümseyen bu yeniden-sertleşmiş Kemalist aktör, meydanlarda İzmir Marşı eşliğinde Kurtuluş Savaşı hafızasına dayalı haklı coşkusunu yaşarken, bugün verdiği bir başka mücadelede doğal yoldaşı olan Kürt yurttaşlara kulağını-kalbini kapattığını fark edemiyor veya bunu çok da umursamıyor.
Oysa sandıktan çok farklı bir mesaj geldi. Sandıktan çıkan sonuç, verilen demokrasi mücadelesinde hattın nereden çizilmesi gerektiğini ve bu sertleşmiş söylemin ne kadar yanlış bir yol izlediğini açık seçik ortaya koyuyor. İzmir-Diyarbakır hayır hattı farklı saiklerle inşa ediliyor, doğadır ki aktörlerin farklı hafızaları bugün inşalarını da farklılaştırıyor. Yine de nereye kadar bu farklılıklar aşılmaz? Bu aşılamaz diye bakılan uçurumların yeniden pişirilmesinde nereye kadar iktidarın payı var? Bu bir tuzak gibi geliyor insana, sandıktan çıkan hayır oylarının coğrafi dağılımına bakınca. Bu farklı saikleri birbiriyle konuşturacak yeni bir hayır hattının kotarılmasına, sertleş-tiril-miş söylemlerden uzak, minimum ortak paydaların altının çizildiği yeni bir muhalefet hattının inşasına ivedilikle ihtiyacımız var. Sandık ne mi söylüyor? Sandık en fazla bunu söylüyor, siyasal ve kamusal sahnedeki kutuplaşmacı söylemlere inat.
Fakat bütün bu kutuplaştırıcı söylemlerin ötesinde, Geziden önce ve sonra, bir başka mücadele hattı vardı her zaman bu topraklarda, Gezi’nin de söylem ve eylem dilini belirlemiş, Gezi sonrasındaki kamusal alana yayılan barış dilini ilmek ilmek örmüş, kutuplaştırıcı ve ayrıştırıcı dillerin en fazla kurbanı olduğu için onlarla en etkin mücadeleyi vermekte olan, sokakları dolduran bir mücadele hattı bir süredir yolunu yürüdü ve yürüyor: kadın hareketi.
KADINLAR VE MUHALEFET HATTI İNŞASI
Özellikle son beş yıla bakarsak, Edirne-Şırnak, veya İzmir-Diyarbakır muhalefet hattının inşaatında en güvenilebilecek ameleler kadınlardır diye iddia ediyoruz. Türkiye’nin batısındaki büyük kentlerde kadın hareketi bir süredir zaten çift kültürlüdür (sloganlarını da, bildirilerini de, pankartlarını da hem Kürtçe hem Türkçe kullanarak yayar ve Kürt kadın hareketi ile temas halindedir). Kadınlar bir süredir savaş karşıtı hareketin inatçı baş aktörleri olmalarıyla, karma siyasal sahnenin kutuplaştırıcı söylemlerine eleştirel mesafe alma çabalarıyla kendilerini tanımlıyorlar. Feministler devletin ataerkilliğiyle mücadeleyi savaşla mücadelenin temel zemini kıldılar, Kürt kadınları ile omuz omuza direnişleri de bu tavırlarının net bir ifadesi. Toplumun birçok alanında, ama en çok da siyasal alanda temel madun grubu olan kadınlar, savaş politikalarına karşı, kamusal alanda gösteri yapmanın en tehlikeli olduğu dönemlerde şiddet tehditleri karşısında sokağı boşaltan diğer aktörlerden farklı olarak, inatçı bir şekilde sokağı terk etmediler. Savaşa ve şiddete karşı ses çıkaran eylemlerine devam ettiler. Zira kadınlar savaşların ve toplumsal kutuplaşmaların birinci sıradaki kurbanları olageldi hep bu topraklarda: bedenleri ve kamusal var oluşları araçsallaştırıldı ve öznellikleri birtakım siyasal aktörlerce gasp edildi. Son dönemde yeniden hortlayan şiddet ve savaş politikaları karşısında kadınlar, kutuplaşmacı söylemlere karşı ötekinin hayatından geçmeyen hiçbir iyi hayat tanımını kabul etmeyeceklerini gösterdiler. Ötekinin hafızasını yok saymadan, birlikte bir “iyi hayat” inşasına soyundular. Bu iyi hayat tanımı, kendisinin özne olabilmesinin koşulunu ötekinin öznelliğinden geçirerek yapılıyor. Çıplak hayatların değersiz kılınmış varlıklarına karşı çıkarak, değersiz kılınan ölülerine yas tutarak savaşa direndiler kadınlar, ötekinin kırılgan hayatını alıp birlikte iyi hayat inşa etmeye soyundular. Son dönemde kamusal alanda patlayan bombaların ve savaşın sağırlaştırıcı etkisine karşı birkaç kadın, elde tencere-tava, bilye dolu pet şişeler ve çıngıraklar, inatla alanı boşaltmayarak ses çıkardı, savaşa karşı yayınlar yaptı, bölgeye gidip Kürt kadınlarını kucakladı. Kadınlar hayatı tekrar tanımlamaya çalıştılar, kutuplaştırıcı söylemlerin ötesinde bir kadınlık dili kurarak.
Hemen her zamanki iddia ile bu savımıza cevap verilecektir: feminist hareket sınırlı bir harekettir ve kitleye yayılması gereken bir barış ve demokrasi söylemi için yetersiz kalır. Son 8 Mart’ta görüldü ki, kadınların önerdiği iyi hayat tanımının etkisi, İstiklal Caddesi’ni dolduran elli bine yakın kadının kulağında yankılanmış, birlikte haykırılan iki dilde barış ve demokrasi sloganları binlerce kadının diline dolanmış. Patlayan bombaların ve olağanüstü hal polislerinin tehdidi altında susturulan sokaklarda elli bin kadının İstanbul şehrinin ana caddesini doldurması ve bir ağızdan Kürtçe-Türkçe barış sloganları atması küçümsenebiliyorsa bu topraklarda, benim bu hususta başkaca bir sözüm olmayacaktır. Bunun önemini anlayabilmek için toplumsal hareket tarihimize bir göz atmayı öneririm.
Bu vaziyet bugün de devam ediyor görünüyor. Kadınlar henüz daha sandığa gitmeden önce, 18 Nisan’da Kadınların Hayır’ını haykırmak üzere Kadıköy’de toplanacaklarını açıklamıştı. Hayır kampanyalarının kutuplaştırıcı, kendilerinin önerdiği birliktelikten doğan iyi hayat tanımını susturan kampanyalarında canla başla çalışan kadınlar, kendi hayırlarını ayrıca haykırma ihtiyacı duydular. İşte tam da bu noktada görüyoruz: kadınlar farklı bir muhalefet hattının inşasına talipler. Belki de kutuplaşmaların ötesinde en fazla ortak muhalefet birikimi olanlar da onlardır. İşte bu sebeple 18 Nisan’da mor bayrak dışındaki bayrakların yürüyüşlerine karışmasına itiraz eden kadınlara kulak vermek gerekir.
Kadınların mor bayrağı, başka bayraklarla aynı değildir.