Doğrusunu isterseniz, çoğulculuk, ademimerkeziyetçilik gibi kavramlarla, 2003-06 yıllarında görev yaptığım Bağdat’ta, yeni Irak anayasasının, konularında önde gelen anayasa uzmanlarının da katılımıyla, yazım sürecinde tanıştım. Hatta Ankara’ya takip ettiğim gelişmeleri yazarken “decentralization” terimini Türkçeleştirmek için üniversite yıllarında okuduğum Prens Sabahattin’den kalma “ademimerkeziyetçilik” sözcüğünü yeniden dolaşıma sokarken duraksadım. Yüz küsur yıldan bu yana demek bu kavramı "öztürkçeleştirmek" gereksinimi duymamıştık. Demek yaklaşım bize yabancıydı.
İzleyen yıllarda (2003-13 arasındaki on yıl), hep Irak’ta görev yaptığım ve/veya Irak üzerine çalıştığım için, şu soruyu da kendime pek çok kez sordum: Günün birinde, diyelim Bağdat’ta yaşayan bir Kürt, “yahu şu filanca Şii veya Sünni Arap Başbakan adayının programını çok beğendim, bu seçimde ona oy vereceğim” diyecek mi? Kimlikçi siyaset, özellikle devletin şiddet tekelinin ortadan kalktığı Irak benzeri ortamlarda var kalma mücadelesiyle birleşince geri dönüşü pek olmuyor. İç savaşlar da, baskın bir üçüncü kuvvet yoksa kolay sona ermiyor. Ama gelin her ikisi de kör şiddetle yoğurulan komşularımız Suriye ve Irak’ı birbirleriyle karşılaştıralım.
Yeni Suriye’nin anayasası hem Esat’ın gücünü sınırlayacak ve denetime açacak, hem Kürtlere belirli bir özerklik tanıyacak biçimde çatışma bittikten sonra yazılacak. Bu konuda bir taslağı Ruslar dolaşıma soktu. Irak’taysa, tam anlamıyla hatta pek çok yönüyle uygulanamamış olsa da referandumla kabul edilmiş ve salt yönetsel tarafıyla ele alınırsa gayet ilerici bir metin var yürürlükte. Buna göre, bırakın halen tek federe bölge olan Irak Kürdistanı’nı, vilayetlere de Bağdat’tan çok büyük oranda özerklik tanınmış durumda. Vilayetlerin tek başlarına veya başka vilayetlere birleşerek bölgeye dönüşme seçenekleri de var.
Bizim yüz yılı aşkın süredir kanayan Kürt yaramız ise bana göre, nasıl buranın yerli ahalilerinden Anadolu Ermenilerinin toptan yok edilmesinin yolu Sarıkamış hezimetiyle açıldıysa, bugünkü Irak Kürdistan Bölgesi’ni Kerkük’le birlikte içeren dönemin Musul vilayetinin 1926 Ankara Anlaşması’yla Irak’ta kalmasıyla açıldı. Uzak veya yakın tarihçeyi bir yana bırakalım, birlikte ölmüş, karışık aileler kurmuş, özellikle 1990’ların köy yakma ve boşaltmalarıyla metropollere göçmüş, din ve mezhep birliği olan Türkler ve Kürtleri, Magrep’teki Arap ve Berber halklar nasıl birbirinden çözülemiyorsa, birbirlerinden ayrıştırmak olanaksız. Ta 2017 yılında bu yönde kafa yormak da bana göre zaman ve enerji kaybı.
Hep birlikte yapmamız gereken, sihri bozmadan, ortak tarihimizin ulusal öyküselleştirilmesini güncelleyerek, hukuk zemininde yönetsel çözüm üretmeye çabalamak. Kim bilir, bir diğer yerli ahali Kürtler, kalabalık, Anadolu’nun erişilmesi en uzak, topoğrafyası en zorlu bir bölgesinde homojen biçimde yaşayan direngen bir halk olmasalardı, onlardan da çoktan “kurtulunmuştu.” Ancak bu tarihi veya siyaset antropolojisini ilgilendiren konularda takılıp kalmak bugünkü yönetim sorunumuza çare olmuyor. Kürde Kürtlük öğretmemek taraftarıyım. Kürt sorununu da Kürtçülük, kimlikçilik üzerinden tartışmamak. Esasen “Türk kimliği”, Kürdün kimliğiyle tam simetri oluşturmuyor.
Bizim yapmamız gereken, kafa kafaya verip toplumsal sözleşmemizi yenilemek. Daha sıkıcı ifade etmem gerekirse “idare reformu.” Nasıl cumhuriyetimiz kurulduğunda 71 olan il sayısı 74’e yükseldi, derken arada farklı değişikliklerle 67’ye düştü, sonunda 81’e yükseldi? Bugün kaçımız Üsküdar’ın 1926’da ilden ilçeye döndürüldüğünü anımsar? Esasen AKP iktidarının erken döneminde (2004’te) getirdiği Büyükşehir Belediyesi Kanunu, yerinden yönetim yönünde atılmış doğru yönde ama belki mahcup bir adım değil miydi? Demek ki yönetim sistemi üzerine konuşmak tabu değil. Uzak değil yakın tarihimizde de örnekleri var.
Konu, sadece Kürtleri değil, tüm anayasal yurttaşların daha iyi yönetim talebine verilecek toplu yanıtı ilgilendiriyor. Konu, yönetilenin kendi seçtiği yönetene fiziksel olarak yakın olması. Konu, yurttaşın, karar alma sürecine doğrudan katıldığını, karar alma sürecini etkileyebildiğini görmesi. Konu, yurttaşın kendi yaşamasını ilgilendiren her konuda yönetimden daima ve her an hesap sorabilmesi. Konu, merkez baskısının ülkenin sırtından kaldırılması. Konu, devlet aygıtının yatak odalarımıza kadar girip, neredeyse tıraş olup olmayacağımıza varıncaya kadar günlük hayatımıza karışması yerine her alanda özgürlüğün, serbest girişimin önünü açacak bir biçimde yeniden yapılandırılması.
Bakınız Gaziantep’e. Gaziantep, Fransız işgalinden kendi olanaklarıyla kurtuldu. Cumhuriyetin ayrılmaz bir parçası olduğunu en baştan kendi belli etti. Özkaynakları itibarıyla zengin bir belde olmasının yanı sıra, coğrafi konumu da ticaret açısından avantajlı. Çevresindeki illere göre hatta Türkiye genelinde toplumsal hayatı gayet gelişkin de bir ilimiz. Gaziantep’in, Ankara’ya söylediği öteden beri nedir? Özetle, “biz kendimiz çalıştık başardık, gölge etme başka ihsan istemeyiz.” Mesela Dersim/Tunceli (ayrıntısına girmeye gerek yok) her yönüyle kendine özgü bir yer. Yarın mevcut il sınırları içinde bütünüyle “ulusal doğal park” statüsü kabul edilse fena mı olur?
Diyelim bir ilimiz kıraç, içinden kilometrelerce devam eden cetvel gibi bir karayolu geçiyor. O vilayetin meclisi bu yolda hız sınırını 150km olarak belirleyemez mi? Bir başkası ormanlarla çevrili yolunda, yol cetvel gibi olsa da, çevre kaygılarıyla hız sınırını 70km’ye indiremez mi? Yukarıda değindiğim Büyükşehir Belediyesi Kanunu’nu tamamlamak adına vali ve belediye başkanı makamları halkın seçeceği biçimde birleştirilemez mi? Anayasasının hiçbir yerinde “federasyon” sözcüğü geçmeyen İspanya’nın Bask Bölgesi’nde yedi ayrı “çeşit” kolluk gücü görev yapıyor. Benzer bir güvenlik yapısının belirli yerlerde talep varsa ve yerine göre uyarlanarak ülkemizde de benimsenmesi üzerine düşünülemez mi?
Ama işin içinde silah var, şiddet var, ölüm var, diyorsunuz. Ben de kiminle çatışılıyorsa, onunla barışılır ve kalıcı çözümün yapısı saydam tartışmalarla Meclis’te kurulur, diyorum. Dünyadaki örneklerde hiç bir barış sürecinde önden teslim olup, silah bırakıp, sonra masaya oturmanın örneği olmadığını anımsatıyorum. Çatışmasızlık ortamına karşılıklı istenirse hemen bugün geçilebilir, geçilmelidir, kalıcı barışı kurmaksa çok daha uzun sürebilir, diyorum. İnsan hayatı kaybının önüne geçilmesi az şey midir? AKP hükümetinin başlattığı barış süreci döneminde, bunu en sert eleştirenler bile herhalde can kaybının durmasından şikayetçi değildi.
Her şeyden önemlisi, yaşanmış tüm yıkıcı şiddete rağmen, sihiri, hamuru, örüntüyü, bizi biz yapan ortak öykü her neyse onu korumak, onun üzerine titremek hepimizin asli ödevi olmalıdır demek istiyorum. Ve bu umutla 16 Nisan’da HAYIR oyu vereceğimi burada bir kez daha kayda geçiriyorum.