Hayko Bağdat: Ermeni kapıları uzun zamandır kimseye açılmamış
Hayko Bağdat’ın ‘Kurtuluş Çok Bozuldu’ adlı yeni hikâye kitabı raflardaki yerini aldı. Kitap çıkar çıkmaz Duvar’a konuşan Bağdat, sonu umutlu biten hikâyeler için “Hâlâ yaşıyorum, öldürülmedim, özgürüm...” diyor.
DUVAR - Hayko Bağdat, ‘Salyangoz’ ve ‘Gollik’ kitaplarının ardından ‘Kurtuluş Çok Bozuldu’ adlı yeni hikâye kitabı ile okuyucularla buluştu. Kahkaha ve gözyaşının iç içe geçtiği kitapta bu kez kendi hayat hikâyesini bir kenara bırakıyor ve hikâye avcılığına soyunuyor.
İnkılap Yayınları tarafından basılan 'Kurtuluş Çok Bozuldu' kitabında 17 hikâye yer alıyor. Her bir hikâye yaşanmışlığın izini sürüyor. Güncel siyaset konuşmasına alışık olduğumuz Hayko Bağdat, insan hikâyelerini peşinden gidiyor.
Henüz raflara teni çıkan kitap vesilesiyle Bağdat’la bir araya geldik. Edebiyat konuştuk ama güncel siyasete dokunmadan geçemedik...
Salyangoz ve Gollik’ten sonra ‘Kurtuluş Çok Bozuldu’ adında kitabınızı da hazırladınız. Sanıyorum diğer iki kitabınızdan farklı; neden?
Bu kitapta 17 hikâye var, o hikâyelerden biri de ‘Kurtuluş Çok Bozuldu’ adını taşıyor. İlk kitabım ‘Salyangoz’ ve ‘Gollik’te kendi hikâyem üzerinden bir hayat algısı anlattım. Büyüyen bir çocuğun, insan gibi yaşamak için uğraştığı mücadelede etrafta dolaşan trajik algıları ve bu algıları yaratan devleti ve sistemi, milliyetçiliği, ayrımcılığı, ötekileştirmeyi, bir çocuğun gözünden anlattım. Ama kendi hikâyem bir yere kadar. Bu kitapta da o yüzden biraz hikâye avcılığı yaptım.
Türkiye coğrafyasında geçen, ama aynı zamanda da yaşanmış hikâyeler mi?
Elbette yaşanmış hikâyeler... Sadece Ermenilerden, azınlıklardan bahsetmiyor, Kürt coğrafyasından ya da büyük şehirde geçen, herhangi bir sokakta rastlayabileceğimiz yaşanmış hikâyeler. Yüzyıl öncesinden de, seçim çalışmalarında birinin başından geçen hikâyeler de var. Zaman ve mekân atlamalı bir kitap oldu...
Salyangoz ve Gollik için "Kendi hikâyemdi, yeter" dediniz... Bu iki kitap kendinizle de yüzleşme taşıyor aslında; zor olmadı mı?
‘Salyangoz’ çıktığı zaman bunu çok konuşmuştum; Salyangoz’u yazarken anlamsız buldum, doğru... 40 yaşındaki adam neden kendi hayatını anlatsın diyordum. Bir de kime ne benim hayat hikâyemden, bu çelişkileri yaşadım... “Kime ne, zaten herkes böyle bir hayat yaşamıyor mu?" diyerek yazmayacaktım. Yayınevinin zorlamasıyla yazdım ama kitap çıktığı sene çok satanlara girdi, çok şaşırdım gerçekten. Beklemiyordum. Düşündüm ki aynı coğrafyada yaşadığımız insanlardan Ermeni kapılarının kapısı, uzun zamandır kimseye açılmamış.
Her iki taraflı kapılar kapalıydı o halde...
Ermeniler de açmamış, bu kadar güvenli görmemişler bu kapıyı...
Siz niye açtınız?
Ben o kadar Ermeni değilim çünkü... Bunları, en azından kendi etnik kimliğimi, inanç kimliğimi, trajedileri ve dertlerini hepimizin ortak dertleri havuzuna atıp oradan ortak mücadeleye katkı sunsun diye anlatıyorum. Burada da bir güven kaygısı yaşamıyorum. Salyangoz’u yazdığım için de Gollik’i yazmak istedim. Gollik’te sadece trajikomik durumlar var.
Sonu mutlu biten hikâyeler var Gollik'te, var mı bir sebebi?
Çünkü hâlâ yaşıyorum, öldürülmedim, özgürüm... Demek ki hâlâ mücadeleye devam edebilirim.
Bir dönem sizi güncel siyasetin içinde bulduk... Ama kitaplarınız güncel siyasetten uzak, siz de uzaklaştınız mı?
Hikâyelerimde ve son kitabımda güncel siyaset yapmak zorunda kalmadım. Ben yakın zamana kadar haftada 2-3 kez televizyona çıkıp, bir sürü gazetede güncel siyasetin allahını yapıyordum... Salyangoz’u sahneye taşıdım... Zaten güncel siyasette yaşadığım dertlerin kavgası o kadar yordu ki... Kendi hayatımı böyle böldüm. Sesim güzel olsa şarkı da söyleyeceğim... Bu kavgayı o alanda yapan arkadaşlarım gibi kavgayı o alanda da yapacağım.
O kavgayı da vermek iyice zorlaştı, ne dersiniz?
Deminden bu yana anlattığım mecraların hiçbirinde ben bir yazarım, ben bir sahne sanatçısıyım, ben bir köşe yazarıyım, gazeteciyim demedim. Ben şunu yapıyorum; elimden gelen her mecrada, akşam kafamı yastığa koyduğumda huzur içinde, gerçekten bu kavga içerisinde başına sıkıntılar gelmiş insanın yanında mıydım yoksa yamuldum mu? Derdim bu!
Peki, sizin için de Gezi sürecinde özellikle bir takım söylemler oldu... Gezi’de polis aracından insanlara seslenmeniz çok konuşuldu...
Kafamı yastığa koyduğum zaman huzurluydum çünkü hiçbir zaman devletin yanına düşmedim ben! Ama o süreçte belki korkmuşumdur adamı TOMA ezecek diye... Hepsi olabilir, insanidir. Fakat akşam başımı yastığa koyduğumda o çocukları üzmüşüm, yanlış bir şey yapmışım neticede, çok pardon! Ama beni tanıyan insanların bu kavgada yamulmamanın bedelini nasıl ödediğimi bildikleri için, kafam rahat.
Biraz da bu kendiniz olmakla ilgili... Hangi mecra olursa olsun sözünüzü sakındığınız bir yer yok mu?
Diyarbakır’a son gidişimde, Sur’da direniş sürerken Salyangoz’u sahneye koyduk. Çatışmanın ortasında yaptık bunu. Bunu övünerek söylemiyorum. Zaten böyle yapmamak ayıptır. Yıllar boyunca devletin kime yaptığına değil, ne yaptığına bakın dedim. Ben kendi çapımda bu sesi, hangi kimlik olursa olsun korumaya çalışıyorum. Bana mikrofon uzatılan bütün mecralara konuşurum. Söyleyebileceğimi söylediğim takdirde, kısıtlanmadığım sürece ve o mecrada ırkçı olmadığı sürece her yere çıktım ve söyledim. Bugün TV’ye niye çıktın diye çok kızılan bir dönemde Selahattin Demirtaş’ı çıkardım. BirGün’e, Duvar’a, Med Nuçe’ye söylediğim gibi o mecrada da aynı şeyi söylemişsem doğru yaptım demek ki...
Türkiye çok umutsuz günler yaşıyor... Farklı mecralarda söylemlerde bulunurken dikkat ettiğiniz durumlar olmadı mı?
Ben yıllar boyunca Arat Dink’le arkadaşlık ederken, babası vurulmuş bir arkadaşla nasıl ilişki kuracağımı bilemedim. Bir gün havaalanında bir yere gidiyorum ve Ali İsmail Korkmaz’ın annesiyle karşılaştım, oturduk sohbet ettik, babası vurulmuş bir gençle ne konuşacağımı bilmezken çocuğunu kaybetmiş anneyle ne konuşayım şimdi... Biz bunları bilmiyoruz ve bize bunları dayatan bir devlet var. Kalemi her elime aldığımda ve her televizyona çıktığımda tek düşündüğüm şey şu; Rakel abla izliyor mu? Ali İsmail’in annesi izliyor mu, Berkin’in annesi izliyor mu? Orada yanımdaki Nazlı Ilıcak mı? O mu bu mu oraya bakmıyorum.
Nasıl bir kırılma yaşıyorsunuz?
Kendi yaşadığım dertlere ağlamaya ve şikâyet etmeye utanıyorum. İnsanların öldürüldüğü, işkence gördüğü, işlerinden sürüldüğü bir yerde elbette benim payıma bir sürü şey düşüyor, benim payıma düşenleri söylemeye utanıyorum, ayıptır, daha kötüleri vardır diye…
‘Yeni Türkiye’ lafını iktidardan çok duymaya başladık. 15 Temmuz’dan sonra baskılar, tutuklamalar arttı... Bu gidişatı nasıl yorumluyorsunuz?
Gerçekler var bu ülkede, F-16 geldi meclisi bombaladı, sokaklarda insanlar öldürüldü... 10 tane Kürdistan’da ilçe yok şu anda. 300 bin kişi tehcir edildi orada... Binlerce çocuk öldürüldü hendeklerde. Batıda bütün öğretmenler açığa alındı, bu muydu senin yapacağın ülke be kardeşim! İyi olacak dediği şey de, geldiği nokta da bu! Engin Dinç, Hrant Dink davasında ifade verdi... Halen İstihbarat Daire Başkanı olarak görev yapıyor, dalga mı geçiyorsunuz bizimle?
Tamamen korku ülkesi olduk mu peki?
Korkuyu Kürt biliyor, Alevi biliyor, Ermeni biliyor... Korkmakta haklılar, Ermeniler de, Kürtler de, Aleviler de...
Peki, devlet eskiye mi özeniyor? Neyle karşı karşıyayız?
Kimle kavga edersen onla barışırsın ya, şu anda devlet yapısı, bizi öldürüp ölümüzü yiyecek neredeyse. Dolayısıyla elinde devlet olan bu mekanizma karşısında çok çaresiziz. Kürtlerle sohbet ettiğimde şunu söylüyorum, bir şeyi ihmal ediyorsunuz, devletin neler yapabileceği konusundaki fikrimiz törpüleniyor, her şeyi yapar! Mesela senin evine geldiklerinde yaşadın ve gördün, Dilek Doğan olmaman şanstı belki! Gözünün ne kadar kararabileceğini ve ne kadar ileri gidebileceğini biliyorsun! Ama toplumlar hafızasında unutuyor! Karşımızdaki yapı bu, yüzyıllardır bu! Devleti eski yapı diye değiştirmeye çalışan bu adam neyse bu eski devlet portresidir. Eski devlet Kenan Evren mi, Mehmet Ağar mı? Kürte sor şimdi Tayyip Erdoğan'ı! Hepsini geçtik, kime sorarsan sor, bu! Eski devleti evlat edinmiş. Eski devletin vitrindeki yeni hali budur. Halk buna bir şey demedi... Ben umutlu bir şey söyleyemeyeceğim sana... Senin evine bir daha gelirler, bu benimle son röportajın olur, beni bir yerde vururlar ya da...
Gitmeyi düşündünüz mü?
OHAL’de burada değildim, tutuklanacak gazetecilerin isimleri yayınlandı, benim adım da vardı. Bir sabah ablam aradı, sakın gelme vs... Sonra Selahattin Demirtaş aradığında herhalde vur emri çıktı dedim... Elbette döndüm, girişte de pasaportumu almışlardı. Tuhaf olan beni al da, FETÖ’den alma ya! Beğen beğenme solculuğumdan, bir yerden al... Ben de işlediğim suçun ne olduğunu bilerek gireyim... O yüzden de herkes gitmek istiyor, kimseye gitme diyemem. Hrant abi "Bu ülkeden biraz gitmek lazım" demişti, Keşke gitseydi! Sen bu devletin neler yapabileceğini bilecek biriydin, gideydin keşke!
Sizin en büyük kaygınız ne?
Kaygılarım var... Deniz Naki ile Diyarbakır’da denk geldik; Selahattin Demirtaş’ın evinde toplandık. Ertesi gün gazetede manşet “İçimizdeki vatan haini” diye… 10 yaşındaki oğlum “Baba, sana terör diyorlar” dedi... “Oğlum bu devlet yalan söyler” dedirttiler. 10 yaşındaki çocuğuma bunu anlatmak zorunda bırakan ya da 10 yaşında çocukları öldüren bir devlet yapısıyla karşı karşıyayız.