Haysiyet ve illiyet arasında: Covid-19 meslek hastalığı mıdır?

Covid-19 ve diğer meslek hastalıklarında illiyete karşı haysiyeti önceliklendirmek bir toplum olarak nasıl koşullar altında çalışmayı kabul edip etmediğimizle ilgilidir.

Abone ol

Zeynel Gül*

Pandemi birinci yılını doldurmuşken başlarda alkışlanan sağlık çalışanlarının yorgunluktan bitkin düşmüş portrelerine, hatta yasaklar nedeniyle 40 km yalın ayak yollara düşen hallerine tanık oluyoruz. Şu ana dek ne yazık ki 419 sağlık çalışanını koronavirüs nedeni ile kaybettik, diğer yüzlercesi enfekte oldu, kısa süreli ya da kalıcı sakatlıklara maruz bırakıldı. Türk Tabipleri Birliği’nin, işçi sendikalarının ve diğer meslek örgütlerinin çağrılarına rağmen SGK pandeminin başında meseleyi oldu bittiye getirip hızlı bir şekilde Covid-19 meslek hastalığı değildir diye karar aldı. Ancak Dünya Sağlık Örgütü daha en baştan Covid-19’un meslek hastalığı sayılması çağrısında bulundu, onlarca ülke Covid-19’u meslek hastalıkları listesine ekledi. Türkiye’de daha sonra kamuoyundan ve çalışanlardan gelen tepkiler üzerine “illiyet bağı” şartı ile sağlık çalışanlarının mağduriyetlerinin tazmin edilebileceği ilan edildi. İlliyet bağı kısaca bir hastalığın ya da yaralayıcı maruziyetlerin başka sebeplerden değil de iş yeri kaynaklı olduğuna dair nedensel kanıt olarak tanımlanabilir. Elbette nedensellik çerçevesi içerisinde ‘e ne var bunda canım ‘her’ yasal durumda olduğu gibi yaralanmanın kanıtını ve failini arıyorlar’ diye itiraz edilebilir. Ancak pratikte bu kanıt düzeninin işleyişi ne yazık ki farklı sonuçlara işaret ediyor. Bu kısa değerlendirmede illiyet bağının çalışanlar için nasıl bir zulme dönüştürüldüğünü dört yıldır takip etmeye çalıştığım silikosiz hastalarının tıbbi ve yasal kurumlarla mücadeleleri üzerinden anlatmaya çalışacağım. İşçi sağlığında koruyucu ve önleyici bir anlayışın yerleşmediği, işçi güvenliği sorununun toplumsal ve siyasal mücadelelerle birleşmediği durumda ‘bilimsel’ ve ‘teknik’ gibi görünen illiyet bağı işçiler aleyhine bir delile dahi evrilebiliyor. Hal böyleyken meslek hastalıklarının zamansal ve mekânsal yönlerden yayılmış olan şiddetine karşı yasal anlamda bir sorumlu, suçlu göstermek için bin dereden su getirmek gerekiyor.

Her yıl binlerce işçi yetkili hastanelere başvurmasına rağmen sayıları sadece yüzlerle ifade edilen işçi SGK’nın resmi kayıtlarına girebiliyor. Bu konuda emek veren iş ve meslek hastalıkları uzmanları her yıl Türkiye’de 80 ila 240 bin civarı meslek hastasının olduğunu tahmin ediyorlar. Sırf 2002 yılında gerçekleşen 22 bin ölümün meslek hastalığı kaynaklı olduğu düşünülüyor [1]. Buna rağmen iş yeri hekimleri Ahmet Tellioğlu ve Arif Müezzinoğlu’nun ifadesi ile, ne yazık ki meslek hastalıkları resmi kayıtlarda ‘mucizevi’ bir biçimde neredeyse sıfırlanıyor [2]. Fakat sorun burada da bitmiyor. Hantal şekilde işleyen kurumsal yapıdan ötürü meslek hastalığı belgesini almanız çoğu zaman yıllara yayılıyor. Ve bu belge ile iş vereninizi dava etmeye çalıştığınızda hak iddianız on üç yılı bulan davalara konu olabiliyor. Bırakalım patronları dava etmeyi, işçiler bazı durumlarda uzman hastanelere meslek hastalığını kanıtlamak üzere gittiklerinde bile işten atılıyorlar yahut iş yerinde mobbing'e maruz bırakılarak işi bırakmaya zorlanıyorlar. Yani bu labirente girmenin kendisi çoğu zaman bir çileye dönüşüyor.

Diyelim şanslı birkaç yüz işçiden birisiniz ve SGK durumunuzu meslek hastalığı olarak tanıyor. Bu durumda engellilik oranınız yüzde 10’un üzerinde ise SGK size cüzi bir gelir bağlanmasına hükmediliyor. Bu oran yüzde 1 ila 10 arasında ise hastalık tanınsa da bir gelir bağlanmıyor . Her iki durumda SGK kayıtlarında ‘meslek hastasıdır’ diye anılıyorsunuz ancak ailenizi ve kendinizi geçindirecek olanaklardan yoksun bırakılabiliyorsunuz. Tıpkı kot kumlama sırasında ciğerlerini kaybeden Ömer’in hikayesi gibi. Ömer 2003 yılında kayıt dışı bir tekstil atölyesinde çalışırken silikosize yakalanıyor. Bir şekilde o zamanki mücadeleler ve kamuoyu baskısı ile SGK’nın kayıtlarına alınıyor. Fakat çoğu silikosizli tekstil ve seramik işçisinin durumunda olduğu gibi, Ömer’e asgari ücretin çok çok altında olan 600 TLlik bir gelir bağlanıyor. Ömer uzman hastanelerden aldığı raporlar ile 5 yıl boyunca 6 farklı işyerine başvuruyor. Hepsi meslek hastalığı geçmişi nedeniyle onu işe almayı reddediyor. ‘Piyasanın sessiz zoruyla’ ve yasanın yasadışılığa davetiyle, Ömer en son sahte ‘sağlıklıdır’ raporu çıkararak işe girebiliyor. Ömer gibi onlarca silikosizli işçi için SGK kayıtlarına silikosizli olarak geçince inşaat, tarım, kağıt toplayıcılığı veya tekstil gibi sektörlerde kayıt dışı çalışmak dışında bir seçenek bulunmuyor. Hatta bazı durumlarda işçilerin bu raporları almış olmalarından dolayı pişman olduklarına tanık olmak mümkün.

Silikosiz davalarından başka örneklerde şirket avukatları ‘illiyet bağı’nı bulandırmak için yan taraftaki çimento fabrikasını, şehirdeki hava kirliliğini gösterebiliyorlar. İlliyet bağı kurma çabası etrafında işçiler ve avukatları mahkeme salonlarında ‘işçinin emeğini satmakta özgür olduğu’ etrafındaki söylemleri sil baştan tekrar tekrar çürütmeye zorlanıyorlar. Mesela piyasalarda hâkim olan ‘varsayılan risk’ teziyle, yani işçilerin riskleri bilerek işe girdikleri argümanıyla mücadele etmek zorunda kalıyorlar. Yahut havalandırmanın olmadığı, ürünler çatlamasın diye camların açılmadığı, işçilerin çalışma ortamının riskleri konusunda bilgilendirilmediği, hatta periyodik muayenelerin sahte belgelerle yapılmış gibi gösterildiği şirketlerde illiyet bağının karşısına işçinin sigara içerek kendi hastalığına katkı sunduğu iddiası çıkarılıyor. Yaşadığı yoksul mahallenin hava kirliliğinin ya da kendi yaşam tarzının hastalığa katkı sunduğu iddiası ile insan hayatını hiçe sayan çalışma koşulları görünmez kılınıyor. Yani bu yasal akıl yürütmede işçi yoksul olduğu için, işçi işçi olduğu için hastalanıyor ya da ölüyor, bunun başka da bir açıklaması yok.

Bu örneklere bakarak illiyet bağını kurmanın zorluğu ve meslek hastalığı kanıtına gölge düşürmenin kolaylığını anlamak mümkün olsa gerek. Çevresel felaketler üzerine çalışan sosyal bilimcilerin iddia ettiği üzere içinde yaşadığımız ‘risk toplumu’nda artık felaket ve hastalıklarda neden sonuç ilişkisi kurmak zaten hayli zor [3]. Daha somut örneklerle, Avrupa menşeili asbest yüklü gemilerin Aliağa’da sökülmesinin oradaki tersane işçileri için ne gibi hastalıklara ve ne zaman yol açacağı tam olarak kestirilemiyor. Ya da Çernobil’in Karadeniz’de olduğu gibi ulus ötesi kanser risklerine etkisi herkesin malumu. Geçtiğimiz günlerde Fukushima nükleer kazasından kalma atık suları Pasifik okyanusuna salacağını açıklayan Japonya’nın bu hareketinin kimi nasıl etkileyeceğini net olarak hesaplamak da mümkün değil. Ve tahmin edilebileceği gibi şirketler ve devletler bu alanlarda önleyici politikalar yerine bilimsel ve zamansal belirsizlikleri ticarileştiriyor; bunlardan istifade ediyor.
Bu nedenle, Türkiye’deki sağlık çalışanları ve diğer çalışanların Covid-19 enfeksiyonuna bağlı kalıcı hasarlar ve bundan kaynaklı ölümlerinin tazminatının inkarının illiyet bağı tartışmasına sıkıştırılmasına karşı mücadele etmeliyiz. Bu konuda en çok emek harcayan isimlerden hukukçu Murat Özveri’nin TTB’nin meslek hastalıkları etkinliğinde belirttiği gibi, Covid-19’dan etkilenen işçilerin devlet ve sermaye tarafından tazmininde eğer illa bir kanıt aranıyorsa, bu kanıt ‘Evinde Kal’ çağrılarının ortasında işçilerin bu koşullarda çalışmaya zorlayan genelgelerdir [4]. Buradan hareketle çalışanlar arasında Covid-19 enfeksiyonu ‘kusursuz sorumluluk’ ilkesi etrafında, yani riskin neredeyse kaçınılmaz olduğunun kabulü ile ele alınmalıdır.

Amacım muğlaklıktan istifade eden ve bilimi bir karikatüre dönüştüren söylemlere katkı sunmak değil. Daha ziyade meslek hastalıklarının hem sağlık hem diğer tüm çalışanlar için toplumsal bir sorun olduğunu tanımaya, siyasal mücadelenin konusu yapmaya dair bir çağrı. Bilindiği üzere işçi bedeninin ne kadar sömürüleceğinin sınırları biyolojik ve toplumsal olan arasındaki dalgalanmalar tarafından belirlenir [5]. Bugün bize çok bariz görünen ‘fabrika’, ‘işçi’, ‘kaza’, ‘iş hastalığı’ gibi tanımların hepsi işçi sınıfının yüzyıllara yayılan mücadeleleri sonucunda şimdiki anlamlarını kazanmıştır. İlliyet bağını salt teknik tartışmalara hapsetmek konuyu bütünüyle enfeksiyona, virüs üzerine kurulu bir düzleme çekmekte, meslek hastalığını toplumsal olandan biyolojik olana doğru kaydırmaktadır. Sadece sağlık çalışanları için değil, bütün işçiler için meslek hastalıklarının daha adil bir şekilde ele alınması talebini daha yüksek sesle dillendirmemiz gerekiyor. Zira torna başındaki yaralanmalar; sekreterler ve metal işçileri arasında yaygın olan eklem hastalıkları; iş stresi kaynaklı depresyon, mobbing ya da tükenmişlik sendromu; veya gündelikçilerin kimyasal temizlik maddelerine maruziyetinde bedensel ve ruhsal hasarların hepsinde ortak risk faktörü çalışmanın kendisidir. Ve elbette ‘çalışma riski’ ortak paydasına rağmen organizasyonu ve koşulları farklı farklı örgütlenen bütün bu işler bedenleri farklı şekillerde ve yoğunluklarda yaralamaktadır.

İşçi sağlığının özellikle yirminci yüzyılda ortaya atılan refah uygulamalarıyla ve yasal araçlarla düzenlenmesinin temelinde, işçilerin makineleşme karşısında becerilerinin ve emek süreci üzerindeki kontrollerinin kaybolmasına karşı işle ilişkilerinin yeniden kurulması vardı. Yani bir bakıma bugün büyük oranda işçi aleyhine olan iş yasaları, daha evvelki refah uygulamalarında sınırsız sömürüyü öngören sözleşme ilişkisi karşısında bir nebze de olsa işçinin haysiyetinin yeniden kazandırılmasını hedefliyordu. Bu haysiyet meselesinin işçi algısına etkisini, mesleki sağlık seminerlerden birisinde bir hocamızın aktardığı bir örnekle ile düşünebiliriz. ABD’nin Baltimore şehrindeki bir işçiden işyerindeki hayli düşük düzeyde radyoaktif madde içeren bir atığı belediye nükleer atık bölümüne götürmesi istenir. İşçi atığı teslim edeceği günün bir gece öncesinde rüyasında atığı götürdükten sonra kuyruğunun çıktığını görür. Diğer gün apar topar şirketin işçi sağlığı birimine gelir, rüyasının gerçek olmayacağının garanti edilmesini ve atığı götürdükten sonra muayene edilmesi şartını ileri sürer. Neyse ki sonunda atığı götürdükten sonra işçi sağlıklı ve kuyruksuz (!) bir şekilde geri döner ve muayeneleri de maruziyet olmadığını doğrular. Burada kanımca önemli olan tıbbi uzman bilgisinin bu kuyruğun çıkıp çıkmamasını doğrulaması değil, geç kapitalizm koşullarında insanların insanlık dışı, insan-altı bir formda kendisini hayal edebilmesinin olanaklarının mevcudiyetidir. Devletin, yasalarının ve kurumlarının işçi bedenleri üzerindeki görünmez şiddeti karşısında ‘sınıfın gizli yaralarının’, bilinçaltının dışavurumudur. Bu sebeple Covid-19 ve diğer meslek hastalıklarında illiyete karşı haysiyeti önceliklendirmek bir toplum olarak nasıl koşullar altında çalışmayı kabul edip etmediğimizle ilgilidir.


Kaynaklar-notlar:
[1] Bkz. Şimşek, Cebrail. “Meslek Hastalıklarımızı Neden Tanımıyoruz?” Karatahta İş Yazıları Dergisi Sayı: 3/ Aralık 2015, s: 219-228. Benzer şekilde meslek hastalıklarının tanınması konusunda çok değerli çabalara imza atan Prof. Dr. İbrahim Akkurt her yıl 100 bin’in üzerinde işçinin meslek hastalığına yakalandığını söylüyor. Akkurt, İbrahim. ‘Türkiye Meslek Hastalıklarını Gizlemede Bir Numara!’, tipdunyasi.dr.tr, 28 Eylül 2015.
[2] Müezzinoğlu, A, ve Ahmet Tellioğlu. “Türk Mucizesi': Meslek Hastalıkları Sıfırlanıyor.” 4 Mayıs 2016. Erişim, 2 Mayıs 2021. http://www.politeknik.org.tr
[3] Bkz. Ulrick Beck, “Risk toplumu: başka bir modernliğe doğru”, Çev: Kazım Özdoğan, Bülent Doğan. Istanbul: Ithaki, 2011; ve Petryna, Adriana. Life Exposed: Biological Citizens after Chernobyl. Princeton, NJ: Princeton University Press, 2002.
[4] Türk Tabipler Birliği, "Panel: Sağlık Çalışanları İçin COVID-19 Meslek Hastalıkları Yasası", YouTube video, 26 Aralik 2020 
[5] Marx, Karl. Kapital (1. Cilt). Çev: Mehmet Selik ve Nail Satılgan. Istanbul: Yordam, 2010 [1887].

*Johns Hopkins Üniversitesi doktora öğrencisi