Haziran, bu ülkenin muhalefet hareketleri tarihinde önemli bir ay. Kullanılması pek sevilen “sıcak yaz” metaforuna uygun en önemli hadise, yarım yüzyıl kadar eskiye gidiyor. 15-16 Haziran Olayları olarak bilinen işçi eylemleri, 1970 yılı Haziran’ında yaşanmıştı. Her zaman çok olumlu bir şey gibi sunulan iktidar ve muhalefet ortaklığından zuhur etmiş, müesses nizamın emek düşmanı önceliklerinden kaynaklanan haksızlığa karşı güçlü işçi itirazıydı. AP ve CHP anlaşarak işçileri ve işçi örgütlenmelerini sıkıştıracak bir düzenlemeyi meclisten geçirmişlerdi. İşçiler iki gün boyunca başta İstanbul ve diğer kentlerde etkili gösteriler yaptılar. Sonuçta kanun –daha önce destek vermiş- CHP ve TİP tarafından Anayasa Mahkemesi’ne taşındı ve iptal edildi. Meclisteki “temsilcilerin” yaptığını toplumsal muhalefetin kararlı tutumu geri çevirmişti.
İşçiler gelecek seçimi beklememişlerdi, çünkü gelecek seçimde iktidar olacaktan fazla bir bekledikleri yoktu. Bugün “Türkiye İskandinavya’da değil” sözünü pek ikna edici bulanların, yarım yüzyıl önce her bakımdan çok daha sıkıntılı bir ülke olduğunu hatırlaması yararlı olur. Elbette üzerinden çok zaman geçti, köprünün altından çok sular aktı. Dünyada da Türkiye’de de emek örgütlenmesi hem fikren hem fiilen çok geriletildi. Şimdi iktidar yandaşlarının “geçti o günler” sözünden çok rahatsız olanlar, yıllardır olduğu gibi aynı sözü fütursuzca kullanıyorlar.
Haziran ayını, muhalefet performansı açısından dikkat çekici yapan olaylar dizisinde, son on yılda da özel bir yığılma görülüyor. Neredeyse iki yıllık periyodlarla, muhalefet açısından son derece kritik olaylar, rastlantı sonucu hep Haziran’a denk geldi. 2013 yılındaki Gezi protestoları, 2015’te “7 Haziran” seçimi, 2017’de Adalet Yürüyüşü, 2019’da yenilenen İstanbul Belediye Başkanlığı seçiminde iktidara yaşatılan büyük hezimet. Bunlardan iki tanesi için, toplumsal olay değil seçim denebilir belki. Ancak her iki seçimin de, siyasi partilerin performanslarını aşan bir toplumsal-siyasal arka planı vardı.
On yıllık serinin başlangıcındaki 2011 seçiminde, AKP’nin oylarını yüzde 50 seviyesine taşımış olması, itirazı zayıflatan kritik bir eşikti. Bu tarih, bazı yorumcular tarafından ülkeyi tam ortasından ayıran kutuplaştırma politikalarının, otoriterleşme ataklarının da bir tür miladı sayılıyor. Sonraki süreçte her iki yılda bir, reel siyasetteki aritmetiği ikinci plana iten Haziran hareketlilikleri yaşandı. “Yaprak kıpırdamıyor” havasının ağır bir sis gibi çöktüğü 2013 yılındaki beklenmedik Gezi itirazı. İki yıl sonra 2015’te, ciddi oy kaybıyla AKP’nin iktidardan düşmesi. “Allah’ın lütfu” darbenin peşinden gelen olağanüstülük iklimindeki şaşırtıcı motivasyon, “Adalet Yürüyüşü”. Ve “hiçbir şey olmasa bile bir şeylere neden olan”, yerel seçim.
Şimdilerde gerçekçi olduğunu söyleyen “taktisyenlerin” pek önemli bulmadığı - bazıları zararlı olduklarını bile iddia edebiliyor - bu olayların, birbirinden bağımsız ve “sonuçsuz” saman alevleri olmadığını, birbirlerini doğuran ve besleyen bir süreklilik gösterdiğini düşünmek de mümkün. İktidarın güç konsolidasyonunu vardırdığı seviye, elde ettiği kontrol imkanlarına rağmen kendini güvenceye alamamış olması, muhalefetin de sürdürdüğü “olabilirlik” iddiası, bu tabloya dayanıyor. Mesela, herkesin büyük ve şaşırtıcı bir keşif gibi sarıldığı muhalefet (itiraz) ittifakının ilhamını Gezi’de bulmak zor değil. İktidar karşıtı –hatta çözüm süreci karşıtı- bir komplo olduğuna ikna olanlar o zaman da az değildi ama kendiliğinden gelişen tuhaf çeşitlilik çok daha ilginçti aslında.
Yine bazı yorumcularca iddia edildiği gibi Gezi’nin, karşı yüzde elliyi konsolide ettiği argümanı, ne dönemin kamuoyu yoklamalarıyla ne de iki yıl sonra yaşanan 7 Haziran sonuçlarıyla doğrulanıyor. Aksine, HDP’yi hatta o dönem muhalefet safında sayılan MHP’yi de içeren, konsolide muhalefet birlikteliği bugünden bile daha sıkıntısız görünüyordu. (Bakınız: 2015 yılında meclisteki iç güvenlik yasası görüşmeleri) 2017’deki Adalet Yürüyüşü'nün ise, CHP’nin sık müracaat ettiği “sokak tehlikesini” boşa düşüren bir pratik olduğunu herhalde herkes kabul eder. Etkili muhalefetin tek çıktısının, “karşı konsolidasyon” olmadığının kanıtı da sayılabilir.
Bu olayların önemli birer aşama olduğunu teslim etmeye mecbur kalınsa da “ama terse döndürüldü ve sonuçsuz kaldı” argümanı hep imdada yetişiyor. Ayrıca, “olay muhalefet içinde kaldı, iktidar seçmenine ulaşamadı” önermesi de daima yedekte. Peki gerçekten öyle mi? Önce ivmenin terse döndürülmesi iddiasına bakalım: Söylendiği gibi bu olayların toplumsal dinamiklerle uyuşmadığı için kendiliğinden terse döndüğü pek haklı bir tez gibi durmuyor. Çünkü hemen hepsinde, hiç de toplumsal dinamiklerin doğal akışına uygun olduğu ileri sürülemeyecek olağandışı müdahaleler yaşandı. Süreçlerin ters siyasi sonuç üretmesi için ağır bir mühendislik devreye sokuldu.
İktidar seçmeninin bu olaylardan hiç etkilenmediği iddiası da tartışmasız bir hakikat gibi durmuyor. İktidar tabanının da dahil olabildiği, İkizdere itirazının, yeşil yol protestolarının, HES ve maden direnişlerinin mayalandığı fikrî zemin, iradesi hilafına ağacına uzanan baltaya karşı çıkılmasıyla ilgisiz olamaz. Daha önce Tuğrul Türkeş’ten, şimdi Sedat Peker’den duyulan Suriye’ye giden silahları dile getirdiği için insanları hapse atmaya isyanın tetiklediği adalet yürüyüşünü, bir kesimin hiç duymadığı çok inandırıcı değil. Olsa olsa hâlâ duyduklarını inkâr etmeyi tercih ediyorlardır. “Çünkü çaldılar” diyenlerin yerine, her şey güzel olacak diyenlere kulak verenlerin sadece muhalefet seçmeni olmadığını da biliyoruz.
Dolayısıyla, çoğu organize olmayan ya da toplumsal muhalefetin öngörülemeyen desteğiyle “kendiliğinden” ivme kazanmış “Haziran” performansları, toplumsal dinamiklerin tamamen karşısında, “Türkiye gerçeklerinden” çok uzakta olmadıkları gibi, “bir tane daha yapalım” diye imal edilemeyecek kadar “doğal” görünüyorlar. On yıllık hayli karanlık bir koridorda, umudu ve itiraz direncini canlı tutan –en isteksizlerin bile zaman zaman müracaat etmek zorunda kaldığı- referanslar olarak duruyorlar. Kısa ve orta vadede “neyi değiştirdi” sorusuna aranacak cevaptan daha fazla şey öğretebilecek malzeme temin ediyorlar. Tıpkı, “ee ne oldu yani?” sorusunun 1848 Paris’inde de, 1968 Paris’inde de çok tatmin edici cevaplar alamayacağı gibi.
“Toplumsal gerçeklerin farkında olmayı”, toplumsal dinamiklere hatta bizzat topluma inançsızlığın gerekçesi yapıp, insanları işin dışında tutan taktik formüllerde deva aramanın iyi formül olduğuna ikna olmak zor. Türkiye Norveç olmayabilir ama Afganistan’daymış gibi siyaset yapmanın gerçekçilik sayılması da bir tuhaf. “Asıl iktidar seçmeni veya karşı bloka ulaşmak gerek” derken, “onları hoş ama aynı zamanda işin dışında tutun” fikrini önermek de, sonuç alması zor bir “uyanıklık” gibi duruyor. Mesele, toplumsal dinamikler ve taleplerle siyasetin ilişkilenme biçimini değiştirmeyi denemek. Bu konuda ilham verici kötü örnek; iktidarın, “değişmez-değiştirilemez toplumsal realiteyi” tek haline getirmesiyle yaşadığı dağılma ve çözülme. İtiraza inanmadan değişim olmaz, olursa da bir şeye benzemez. (Bakınız: 1999 seçimleri)