“… Çatılardan çığlıklar atıyorum. Elitler, şiiişt komşuları uyandıracaksın, diyor ama zaten benim istediğim bu. Onları uyandırmak." Arundhati Roy
Son yazdığım yazıya ilişkin ses veren herkese çok teşekkürler, şizofrenik bir sanrıdan beni çıkardınız. Aslına bakarsanız bunu pek abarttığım söylenemez çünkü ‘Yeni Yaşam’ gazetesindeki köşemde son 34 haftanın 32’sinde bu konuya ilişkin yazı yazdım ve bugüne kadar bir tek yazının* dışında hiçbir olumlu ya da olumsuz tepki almayınca, insan kendisini garip hissediyor. 32 hafta, dile kolay, yaklaşık sekiz ay boyunca her hafta ‘yerel yönetimler için program üzerine’ tartışmamız ve bunu anlatmamız gerektiğini, adayların değil ‘cüretli bir yerel yönetim’ programının öne çıkarılmasıyla ancak geniş bir meşruiyet kazanılabileceğini, sanılanın tam aksine ‘kayyım’ politikasına karşı tek çarenin, ihtiyaçlar üzerinden meşruiyet alanının genişletilmesi olduğunu, yani bir karşı hegemonya değil, bir alternatif hegemonya inşa edilebilmesi olduğunu iddia ediyorum.
-İsteyenler, daha ayrıntılı olarak benim ‘Yeni Yaşam’daki o ‘ütopik’ (!) yazılara da bakabilir.-
O zaman, bir önceki yazının temel noktasına geri dönelim. Yanlış olduğunu düşündüğüm şey; neden HDP başta İstanbul olmak üzere üç büyük kentin ‘büyükşehir belediyesinde’ nihayetinde ‘ikna olduğunuza oy verin’ demekle yetinmektedir?
Bu kadar kilit bir partinin, ‘açık bir politik kazanım’ elde etmeden bunu yapması yeterli midir?
İlk olarak, bir önceki yazıda eksik anlaşılan bir şeye geri döneyim. HDP’nin bazı büyükşehirlerde aday çıkarmaması yanlış değildir. Tam aksine, mesela özellikle İstanbul, Mersin ve hatta Ankara’da bu HDP’yi kilit parti haline soktuğu için çok doğrudur ama yeterli değildir. Yani aday çıkarmamak, var olan adayları kendi programındaki bazı şeyleri gerçekleştirmeye zorlamaktan vazgeçmek anlamına gelmez. Kilit parti olmak tam da bunu gerektirir. Hele ‘önemli olan adaylar değil benim programımdır’ diyen bir parti için, iktidarı ve muhalefeti kuyruğundan çekip, sola sürüklemekten daha iyi bir şey var mıdır?
Tartışmada bir adım geri gidersek… Diğer partiler girdikleri ittifakta, bazı yerlerde ortak başkanlık adayları, ortak belediye meclisi, encümen üyelikleri listelerine dahil olarak iktidardan pay almaktadır. HDP ise söz konusu büyükşehirlerde, kilit partiyken, bu konumu nedeniyle, daha çok, daha farklı bir politik kazanım elde etmiş midir? Özellikle muhalefet ile içinde var olan ‘seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli’ durumu karşısında, geriye kalan ve zaten doğrusu da bu olan tek şey, az ve temel ilkeler ileri sürerek, özellikle muhalefeti hatta iktidar adaylarını da buna zorlamaktır. Bu uzun zamandır ilk defa, sürekli sağa sürüklenen genel politik alanın yönünü -belki sadece lafta da olsa- ilk defa sola çevirmesini sağlar.
HDP’nin aday göstermediği yerlerde öne çıkardığı tek şey olan 'faşizmi geriletmek' ölçütüne gelirsek, bu ona aykırı bir şey değildir. Tam aksine, adaylar üzerine ve gizli anlaşmalar ile değil, politik alanda faşizm ancak ihtiyaçtan doğan cüretli yerel yönetim ilkeleri ile geriletilebilir. Bu hem iktidar hem de muhalefet partilerinin gönlündeki yuva kurmuş ‘faşizm’ için geçerlidir. Yoksa bir kayyım genelgesine bakar yine her şey. Yani faşizmi engellemek ancak meşruiyet alanını var olmanın dayanılmaz sınırına kadar genişletmekle mümkün olabilir.
Yazıya gelen bir başka, benim için oldukça şaşırtıcı eleştirilerden çoğu, önerdiklerimin zaten HDP programında olduğudur. Tabii ki var. Zaten HDP programında olduğu için, bunlar ya da buna benzer ilkelerin bir seçim koşulu olarak ileri sürülmesini öneriyorum. HDP, programında olmayan bir şeyi, bir kilit parti olarak neden ileri sürsün zaten?* Komik bu.
Mesela ‘bedava toplu taşıma’, HDP yerel yönetim programının temelinde olan ‘ekolojik belediyecilik’ ilkesinin bir parçasıdır. Bizim 6-7 yıl önceden beri ileri sürdüğümüz bir şeydir. Bedava toplu taşıma, büyük kent trafiğini rahatlatacak, yakıt tasarrufu sağlayacak ve çevre kirliliğini azaltacaktır. Ayrıca doğrudan, bütün halkın temel giderlerinden biri olan ulaşım harcamalarını ortadan kaldıracaktır. Bizim bu önerimizden yıllarca sonra, bu günlerde, Almanya’nın birçok şehrinde ekolojik bir önlem olarak uygulanmaya, tartışılmaya başlanmış ve Lüksemburg’da bütün ülkede yaşama geçirilmiştir. Burada akla gelebilecek ‘ama Lüksemburg küçük ülke’ dudak bükme salvosunu da, bunun Paris belediyesinin gündeminde olduğunu da hatırlatarak savuşturarak.
-Bedava toplu taşımanın maliyetine; hiç geçmediğimiz köprülerinin geçiş ücretlerini ödeyen, hiç inmediğimiz havaalanlarının ‘pistindi’ parası cebinden çıkan, makam arabalarının çok silindirli karınlarını doyuran İstanbul halkının, her gün kullandığı toplu taşımanın maliyeti için pek itirazı olmayacaktır. Ben zaten kendi arabamı kullanıyorum ve toplu taşıma bedava olsa da inatla kullanacağım diyenler de bir de buna katlanıversin canım.-
Belki birçok kişi HDP’nin programında ücretsiz kreş ve anaokulunun olduğunu, kooperatifleri destekleyeceklerini açıkladıklarını bilmeyebilir ama ‘çok dilli belediyecilik’ ilkesinin HDP programında olmadığı söylenebilir mi? Burada önemli olan HDP’lilerin bunu bilmesi değildir. Bunu bir ön ilke, destekleme koşulu olarak ileri sürmektir. Zorlamaktır. Hiçbir şey olmasa da politik bir meşruiyetin etkisini yaygınlaştırmaktır. Her şey bir yana, iktidarın ‘terörist’ diye adlandırdığı bir partinin ısrarla neden ‘bedava toplu taşıma’ istediği sorusudur.
Şurada seçime çok az zaman kaldı ama eğer buna benzer koşullu destek ilkeleri ileri sürülmezse, mesela Türkiye’nin en büyük ve önemli kenti İstanbul’da, bir kilit parti olmanın politik kazanım fırsatı elden uçup gidecektir.
-Mesela daha önce, 7 Haziran sonrası, seçim hükümetinde HDP’li Kalkınma Bakanı, bütün engellere rağmen, kendi yetkisi içinde olan bakanlık yönetmeliği yayınlayarak, ülkenin kalkınması, işsizliği azaltmak için, bütün ülkede günlük mesai saatlerini dört ya da altı saate indirebileceği bir bakanlık yönetmeliği yayınlayabilirdi. Çok muhtemel bu yaşama geçmeyebilirdi ama günlük iş saatleri azaltılarak kalkınabilme, ekonomik krizi aşabilme şansı hâlâ gündemde olurdu ya da bütün işçilerin, işsizlerin, emekçilerin kulaklarında bir HDP politikası olarak çınlar dururdu bu.-
Tekrar sorarsam; HDP’nin İstanbul Büyükşehir’de sessiz kalma ve bu kadar alıngan olma lüksü var mı?
Bu koşullar hiç de ütopik değildir ve eğer ütopikse, neden HDP programında vardır? Yoksa eğer bana kalsaydı, en az on yıldır söylediğim gibi, kent topraklarının evsizlere, yani kadınlara dağıtılmasını şart koşardım.
Yani yaşasın 8 Mart…
* Buna ilişkin tek yazı Sayın Türkan Yüksel'den gelmişti.
** Sevgili İrfan Uçar bu yazıdan böyle bir sonuç çıkartılınca, ‘Ez nikarim rehetîya xwe mêze bikim- yani