Seçimlere bir ay kala, ülke genelinde yüzde 10’un, kendi seçmen kitlesinin yoğunlukta olduğu illerde genellikle yüzde 60’ın üzerinde oy alan Halkların Demokratik Partisi, hakkında açılan kapatılma davasında savunma yapacak. Anayasa Mahkemesi davaya ilişkin ne karar verirse versin bu davanın varlığı bile başlı başına siyasi tarihe kara lekelerden birisi olarak kayıt düşüldü. Takvim itibariyle ülkenin seçim tarihine de işlenen bir dava oldu. İddianamenin ve hangi yönde olursa olsun verilecek kararın hukuki mi hukuk dışı mı olduğu hiç tartışmaya açık değil. Tümüyle siyasi bir dava olduğu için hukuka uygunluğu var mı yok mu kısmını önemsiz hale getiren gelişmelerin başında seçim sürecinde görüşülen bir dava oluşu yer alacak.
“Tarih dünün sosyolojisi, sosyoloji bugünün tarihi” tespitine minik bir ek kabilinden basının, her iki bilim dalı için de temel kaynaklar arasında yer aldığını hatırlatayım. Bu çerçevede yazdıklarımın geleceğin tarihçilerine not bırakmak olduğunu düşünürüm genellikle. Bugünden bakınca durum, altı milyonu aşkın seçmenden oy alan bir partinin rakipleri seçim kampanyası yürütürken AYM’de savunma yapmak zorunda bırakılması, iktidar yargı işbirliğiyle önemli bir partinin seçim yarışından diskalifiye edilmek istenmesi olarak görülüyor. Geleceğin tarihçileri ise muhtemelen seçim öncesi görüşülen parti kapatma davasını, Erdoğan’ın siyaseten intiharı anlamına gelen olaylar listesinin başına yerleştirirler. Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı hep sorun olarak yaşanagelmiş bir ülkede, olağanüstü yetkilerle donatılmış tek karar vericili sistem, yasama gibi yargıyı da tek elde topladığından AYM üyelerinden çok tek karar vericinin iradesi sorumlu tutulur elbette. İnsan bu her ne ederse kendine eder. İyilik yapan iyiliği, kötülük yapan kötülüğü kendine eder. Etrafındaki kimi aklı evveller ne akıl verirlerse versinler, kendisi tecrübeli siyasetçi olarak seçim oyunlarını ne denli iyi bilirse bilsin geldiği gibi gitmenin yolunu döşemekten kurtulamadığı bugün de gün gibi ortada, gelecekte de böyle değerlendirme yapılır, sanırım.
Bir siyasi parti kapatıldıktan sonra kendi partisini kurmuştu. Bir siyasi yasağın ardından yıldızı parlamıştı. Bizim seçimler tarihinde gördüğümüz asla şaşmayan tespitlerden birisi, seçmenin siyaseten diskalifiye edilmek istenenlerin elinden tutup sandıktan çıkardığı gerçeğidir. Bu gerçeği yaşayarak bilenlerden birisi olmalıydı Erdoğan. Değilmiş, insan bu nisyan ile malul, ne de olsa. İktidarının ilk dönemlerinde partisi içinde kendisine rakip gördüklerini dışarıda bırakmayı seçmişti. Abdüllatif Şener gibi yok sayılmaya tahammül etmeyip ayrılanlar azdı ama sessizliğe gömülenler hiç az olmadı. Sonra karşısındakileri azaltmayı seçti. Hakaretleştiklerini yanına çekerek parti tabanını küstürmek pahasına yönetim kadroları vaat ettiği Soylu, Kurtulmuş gibi isimleri yanına çekerek o partileri yok etti. Derken MHP ile can ciğer oldu. Kürt hakları savunuculuğundan Kürtlerin siyasal haklarını gaspa yöneldi. Hak ihlallerine itirazla iktidara gelmişti. Gelmiş geçmiş tüm yöneticiler arasında hak ihlali şampiyonu oldu. İddiasından vurulmak diyebiliriz Erdoğan’ın kendini soktuğu durumlara. Belki iktidar hırsı, belki ideolojik körleşme, belki de saraylı olma hali.
Saray dediğimde hemen “orası külliye” itirazını yükseltenlerle sık karşılaşılıyor. Bu vesileyle epeydir yazmak isteyip de bir yere konduramadığım saray, külliye meselesine dair iki kelam edeyim. Mekanın işlevi açısından orası saray, külliye değil. Çünkü külliyeler sivil mimari yapılardır, halka açıktır, kimseden izin almadan gönlünce kullanır insanlar. Saray yaptırıp o sarayda oturmayı seçen kişi adına külliye dediği için halka açık sivil mimari yapıya dönüşmüyor orası. Tarih bilmezlerin toplumsal hafızayı, insanların tarih algısını ters yüz etmeye girişenlerin sözüyle geçmiş değişmez. Yönetim binaları saraydır, güvenlikli yerlerdir ve her isteyen insan gidip gönlünce oradan yararlanamaz. Padişahların sarayı gibi, hükümet sarayları, adliye sarayları gibi isimler düşünülerek de Beştepe’nin külliye değil saray olduğu kolayca anlaşılır, İnanmayan gidip Beştepe’de sarayın bahçe duvarına oturup bir soluklanmayı denesin bakalım hemen anlaşılır halka açık yer olup olmadığı. Hatta Millet adı verilen ve işlev olarak inananlar için Allah’ın evi sayılan camiye giderken kaç noktada polis aramasından geçildiğini saymak da serbest. Erdoğan’ın sivil halk kesimlerini Cumhur olarak isimlendirmesine bakıp da herkesi, tüm halkı kastettiğini sanmayalım. Hatta kendisine ve partisine oy verenleri de bu cumhur dediği kesime dahil ettiği zannedilmesin. Kimse cumhur dediği zaman kendi üstüne alınmasın. Yılların birikimiyle anlaşılan o ki Erdoğan’ın cumhur tasavvuru sarayında yaşayanlardan, saray erkanından ibaret. İletişim adı altında manipülasyona harcanan bütçeyi de göz önüne alarak düşünelim ve lütfen artık kimse bu algı oyunlarına aldanmasın.
Neyse tekrar Kürt seçmene dönelim. Yıllardır HDP’nin kriminalize edilmesi, siyaseten iş göremez hale düşürülmesi için sergilenen tüm iktidar oyunlarına rağmen HDP ayakta. Seçmeni bağlılığını sürdürüyor. Dindar Kürtlerin oyunu çekebilmek için yapılan her türlü suçlama ve kayyım atamalarına rağmen bölgedeki birinci parti olmaya devam ediyor. Üstelik genel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçiminde yöneldiği tarafa kazandıracak kritik öneme sahip olmaya devam ediyor. İktidar en çok bu nedenle elbette Kürt oylarına talip. Ama Kürtlerin siyasal haklarını gasp ederek, seçmenin oyunu, seçilenin yetkisini yok sayarak bunu başaracağını zannetmesi siyasi tarihimiz açısından affedilmez bir hata, demokrasimiz için utanç tablosu ama kendi siyasi hayatı açısından bir nevi intihar girişimi. Hele HDP’nin yerini Hür Dava Partisi (HÜDAPAR) ile doldurmaya çalışması söz konusu değil. HDP’nin oy oranına ulaşması mümkün olmadığı gibi tüm dindar Kürt seçmenin HÜDAPAR’a yönelmesi de mümkün olmadığına göre bu çabanın altındaki beklenti hayli farklı olmalı. “Güneydoğu’da sandıklar bize emanet” çıkışıyla Cumhur İttifakının gizli ortağı, kendisine düşen görevi açıkladı. Sandık güvenliği, seçim kampanyasında bölgenin ilçe ve köylerindeki siyasi propaganda (ya da baskı) gücünden yararlanılacak kullanışlı aparat olmalı.
Bu ülkede seçmenin damarına basmak anlamına gelen ve o damar atınca basanın sandığın altına atan refleksi harekete geçiren her şeyi yapmakla meşgul. Erdoğan, AKP, Cumhur İttifakı panik halinde aynı anda tüm tuşlara basıyor. Kendisini iktidara taşıyanlardan birisi de '99 depremlerinde dönemin iktidarının başarısızlığı ve dönemin Kızılay yönetiminin yolsuzluklarıydı. Birkaç yıl önce Kızılay yolsuzluğu ile iktidara geldi Kızılay ile gidecek demiştim. Gerçekten şu anda o günleri yaşıyoruz. Geçmişteki yolsuzluklara rahmet okutan akıl almaz vurgun düzeni, 6 Şubat depremleriyle öyle açığa çıktı ki istifa eden olmasa da sandığa gömülecek bu iktidar. Deprem yıkımının ardından bir de ekonomik kriz yaşamıştık 25 yıl önce. Şimdi de bir ekonomik kriz hem de ne kriz yaşıyorken üstüne depremlerin yol açtığı çok yönlü yıkım yaşıyoruz. Dedim ya geldiği gibi gitmek bu durum. Yalnız tek bir fark var ekonomik krizle ilişkili bir seçmen davranışına dikkat etmek gerekir.
Bizde seçmen genellikle ekonomik kriz ortasında iktidar değiştirmek istemez. İktidarın kendisine krizi aşabilecek politikalar geliştireceği yönünde güven vermesini bekler ve en ufak bir işareti bu yönde olumlu algılar. Mehmet Şimşek görüşmesine bu yönden bakmak gerekiyor. Erdoğan’ın seçmen alışkanlığını hesap ederek Mehmet Şimşek’i davet ettiği ortada. Çok umut bağladıkları için günler öncesinden duyurduklarını ve görüşme sonrası için basını, kürsüyü hazır beklettiklerini de herkes biliyor. Görüşme sonrası yapılan açıklama ise uzaktan telefonla bile söylenebilecek gerekçelerle Şimşek tarafından ret edildiği yönünde. Erdoğan gördüğü gerçeğin gerektirdiği önlemi almak istedi ama isteğini gerçekleştiremedi. Peki bu durumda seçmen kriz ortamında iktidar değiştirmeme eğilimini bir kenara bırakır mı sorusuna cevap aramak gerekiyor. Ancak bu cevabı sadece muhalefet partileri verebilir. Emek ve Özgürlük İttifakı'nın kimi açık kimi dolaylı ifadelerle tek adayı desteklemesine benzer şekilde siyasi partilerin ekonomik programlarını halka ince ince açıklaması ve diğer partilerden de bu programa destek beyanları gelmesi durumu değiştirebilir. Çünkü seçmen ekonomi politikası açısından Erdoğan’ın (muhtemelen)son kozunu oynadığını gördü.