Cümleye “coğrafya kaderdir” diye başladığınız zaman çok kolay yol alırsınız. Bu cümle sizin konuşmaya ne niyetle başladığınızı peşinen ortaya koyar. Ama coğrafyanın, dağın, taşın, derenin, gölün toplumsal hayatı etkileyecek ne gibi bir özelliği olabilir sorusu ise seslendirilmese de bakidir.
Türkiye gibi coğrafyalarda, geçmişe bakıldığında art arda sıralanan olumsuzlukları görünce, nedenini ağır bir biçimde sorgulamak yerine, durumu coğrafya ile ilişkilendirerek kadere bağlamak aynı zamanda da kolaydır. Böyle bir coğrafya içinde yaşayan insanları etkileyebilecek politik iklimleri yaratmak da mümkün. Yeter ki doğru zamanda doğru aparatları kullanarak doğru mesajı iletin. Toplumsal iklimi değiştirecek algıyı yaratma yeteneği açısından gelmiş geçmiş en başarılı ekip AKP’dedir. Elindeki devlet ve medya gücü ile bilimsel tanımları bile arkasında bırakarak, 20 yılda pek çok iletişim kuramını müthiş bir uygulama ile kural haline getirmiştir.
İlk iktidar yıllarında AKP’nin tek önceliği, biraz da iktidarını mutlaklaştırmak için AB üyeliğiydi. Sokaktaki simitçi, ayakkabı boyacısı bile AB üyeliğini sıkı bir biçimde savunuyor, hatta AB karşıtı görüş ifade edenleri, neredeyse karakollara şikâyet ediyorlardı. Bu iklimi bizzat iktidar yaratmıştı. Aynı iklimi çözüm sürecinde de yaşadık. Şimdi ise çözüm sürecinin tam tersi bir iklimdeyiz, Kürt sorunu demek bile risk oluşturuyor. AB sürecini savunursanız hemen vatan hainliği ile itham edilip hâkim karşısına çıkarılabilirsiniz. Yeni Şafak’ın önceki günkü manşetine lütfen göz atınız, çıtanın yüksekliği sizi şaşırtmasın. Bu değişim süreçlerinin kısalığı ve mutlak başarısı gerçekten bilimin konusu.
Millet İttifakı genişleme kararı alınca tartışmaların merkezine HDP oturdu. Soru, bu ittifakta neden HDP’nin yer almadığıydı. Çok uzun değil 6 yıl önce çözüm süreci vardı ve Öcalan o dönemin kritik aktörüydü. Daha sonra AKP tarafından seçim kotarmak için uygulandığı net bir biçimde ortaya çıkan ve süreç içinde HDP tarafında yer alan hemen hemen herkesin bir soruşturmaya muhatap olduğu dönemden bahsediyoruz. Gündemin hızlı değiştiği ülkelerde doğal olarak her şey aynı hızla unutuluyor. O nedenle hatırlamalıyız. O dönem PKK’yı “kurum” haline getiren ve Öcalan tarafından da yaşananların “terör” olduğu onayı alan bir yasa bile çıkarılmıştı, sürece katılanlara yargı koruması sağlamak için. O dönem bırakın HDP’yi, neredeyse örgüt meşruydu, Öcalan muhataptı. AKP’nin politik çıkarlarını karşılama yeteneğini yitirince, hemen, çözüm sürecinin bileşeni kim varsa düşmanlaştı, yeni siyaset bunun üzerine kurgulandı. Başarılı da oldu. Bakınız 7 Haziran- 1 Kasım 2015 seçimleri. Öcalan’a sıkı tecrit uygulandı, HDP’ye baskı, kapatma davası açacak boyutlara ulaştı. Eş başkanları, parti yöneticileri, milletvekilleri tutuklandı, seçilmiş belediye başkanları görevden alındı yerine kayyımlar atandı. Çözüm sürecinde kıyısından köşesinden hukuk aranarak yasalar çıkarılırken, tersine işleyen süreçte hukuk da yasalar da Anayasa da Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararları da yok sayıldı. Buradaki niyet, aynı zamanda iktidarın Suriye politikasıyla da ilgiliydi. Öyle ya kendi ülkesindeki Kürtlerle çözüm süreci yaşarken Suriye’deki Kürtlerle ve onun üzerinden Esat yönetimiyle kavga edemezdi. Bu mevzu doğal olarak çok derin. Ama Türkiye’de herhangi bir meselenin ucundan tuttuğunuz zaman hemen diğer meselelerle bağlantısı ortaya çıkıyor. Bunu da not etmek lazım.
Yazının konusuna dönelim. AKP, yine yarattığı bir iklim ile HDP ile PKK’yı eşitleyerek, onlarla CHP ve Millet İttifakı arasında da bir bağ kurarak rakiplerini kriminalize etmeye çalışıyor. Bunda kısmen başarılı da oluyor. Örneğin HDP düşük volümde de olsa ittifak içinde bir biçimde yer almamasını eleştirirken, AKP ve MHP, HDP’nin 6 partinin genel başkanının buluştuğu masanın altında olduğunu söylüyor. Devlet Bahçeli’ye göre masanın tek ayağının bulunmasının nedeni bile HDP’nin oradaki varlığı. Millet İttifakı emeklerken AKP’nin amacı, PKK ile eşitlediği HDP ile CHP’yi bağlantılı göstererek İyi Parti’yi rahatsız etmekti. Ama bunda başarılı olamadı.
İhtiyaç halinde PKK’nın kurucusu Abdullah Öcalan’ın kapısını çalan, ağır bir tecritte olmasına karşın ondan aldığı mektubu okutan, “Edirne’deki İmralı’dakine hesap verecek” diye açıklama yapan Erdoğan’ın, meşru, yasal ve denetlenebilir HDP’yi gayrimeşru ilan ederek, bunun üzerinden muhalefetin kurduğu ittifakı bozmaya çalışması da çok ilginç ve akademik olarak izlenmesi gereken bir örnektir. Erdoğan’ın bütün bu hamlelerine, paydaşı olduğu iktidar ve onun olanakları nedeniyle ses çıkarmayan MHP’nin durumu ise, ayrıca bir tez konusudur.
Genel kuraldır, siyasetin matematiği yoktur. Yani yüzde 10 oyları olan 2 ayrı parti iş birliği yapınca oyları yüzde 20 etmez. İstisnaları olabilir, seçimlerde 2 partinin oy toplamından fazla oy alabilirler ama bu kalıcı olmaz. Şimdi HDP ile ittifak tartışmaları üzerinden bu konu ele alınıyor. 24 Haziran 2018 seçimlerine HDP, üçüncü bir ittifak modeli olarak katıldı. Şimdi ittifak görüşmesi yaptığı sol, sosyalist partilerden hem destek aldı hem de onları temsil etmesi için bazı isimleri parlamentoya taşıdı. Şimdi de adını koyarak üçüncü bir ittifak olarak seçimlere katılma planı var HDP’nin. Bu, muhalefette seçenek oluşturması ve seçmenlerin sandığa gitmesini sağlamak için olumlu bulunuyor. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde komplekssiz, aynen yerel seçimlerde olduğu gibi, AKP rejimini geriletmek için Millet İttifakı'nın belirleyeceği adaya, benimsemeleri durumunda koşulsuz destek vereceklerini açıklıyorlar. Millet İttifakı ile HDP’nin iş birliği zemini, seçimler sonrasında biraz da parlamento dağılımına bağlı olarak, TBMM çatısı altında olabilecek gibi gözüküyor. HDP’nin bu süreci ufak tefek itirazlara karşın makul götürdüğü gözlemlenen bir gerçek.
Buradaki en temel eleştirinin muhatabı CHP. CHP’nin neden HDP ile ittifak yapmadığı ya da onu neden Millet İttifakı'na dahil etmeye çalışmadığı tartışması kıyasıya yapılıyor. HDP ile ittifak ya da iş birliğinin önündeki en büyük engel olarak hep İyi Parti ve onun Türk milliyetçisi refleksi gösteriliyor. Buna kimse itiraz etmiyor, öyle olabilir. Ama bence en önemli nedenlerden birisi, CHP’nin yapısı ve tabanının, HDP’li bir ittifak modeline gerçekten tam anlamıyla onay verip vermeyeceğidir. Parti tabanının ve seçmeninin ciddi bir oranının onay veremeyeceğini, herhangi bir sağlıklı araştırmaya dayanmaksızın, kişisel değerlendirmem olarak söyleyebilirim. Buradaki en önemli verim, 30 yıl öncesinin bir ittifak pratiğine dayanıyor: SHP-HEP. Hadi tekrar hatırlayalım.
Pratik siyasette, özellikle içinde yer aldığınız parti merkezde ise, yaptığınız her hamlenin getirisi ile götürüsünün ne olabileceğini ince bir biçimde hesaplamanız gerekir. Çünkü her oy kıymetlidir. Merkezdeki partiler de içlerinde çok farklı politik kimlikler barındırırlar. Partinin çatısını asgari müşterekler oluşturur. 1991 yılında CHP’nin o dönemki partisi olan SHP, HDP’nin o dönemki partisi olan HEP ile seçim ittifakı yaptı. HEP’i kuranların tamamı CHP kökenliydi, SHP’nin siyasi yelpazesindeki yeri bugünkü CHP’den daha soldaydı. Ve bu ittifak, ne getirip ne götürdüğü üzerinden halen tartışma konusudur.
Süreci kısaca ve süratle hatırlayalım. 1989 yılının Ekim ayında Paris’te Kürt konferansı toplandı. CHP’li milletvekilleri de bu konferansa davetliydi. Katılmamaları yönündeki uyarılara karşın konferansa katıldılar ve parti içinde disiplin süreci çalışmaya başladı. Disiplin sürecini Genel Başkan İnönü ile Deniz Baykal birlikte başlatmışlardı ama, disiplin kurulundaki İnönücü üyeler ihraç edilmemeleri yönünde oy kullanmalarına karşın, Baykalcı üyelerin oylarıyla 7 milletvekili ihraç edildi. 7 ihraca tepki göstererek 11 milletvekili de istifa etti. İhraç edilenler arasında Ahmet Türk, istifa edenler arasında Abdullah Baştürk, Fehmi Işıklar, Kemal Anadol, Arif Sağ ve Aydın Güven Gürkan da vardı. Bu milletvekilleri 1990 yılında HEP’i kurdu Genel Başkanı da Fehmi Işıklar oldu. İnönü ihraçları savundu, parti ihraçlar ve istifalar nedeniyle ikiye bölündü. Bu ihraç ve istifalar nedeniyle Türkiye’nin ilk Kürt partisi de siyaset sahnesinde yerini almış oldu.
1991 yılında yapılan seçimlerde SHP ve HEP seçim ittifakı yapmak üzere anlaştı. Kürt illerinde HEP’li isimler listelerde yer alacaktı. Bu listelerde SHP’den ayrılanlardan daha çok, yeni, bilinmedik, kimlik siyasetine daha uygun isimlere yer verildi. Bu ittifak başta Deniz Baykal olmak üzere parti içinde çok büyük tartışma yarattı. İttifakla seçime gidildi, Kürt illerinde başarı yakalanırken diğer illerin tamamında SHP oy kaybına uğradı. 1987’de yüzde 24,7 olan, 1989 yerel seçimlerinde il genel meclisinde yüzde 28,6’ya çıkan SHP’nin oyları, ittifak ile yüzde 20,7’ye düşmüş ve DYP ile ANAP’ın ardından 3’üncü parti olarak parlamentoya girebilmiş, 74 ilin 44’ünde milletvekili çıkaramamıştı. Bu başarısızlığı tek başına HEP ile ittifaka bağlamayıp, yerel yönetimlerdeki olumsuzluklara da bağlayanlar vardı. Ama parti içinde hep, başarısızlık ittifaka ve onu savunanlara mal edilerek muhalefet buradan yükseltildi.
Turgut Özal Cumhurbaşkanı, Yıldırım Akbulut ve sonrasında Mesut Yılmaz ANAP genel başkanıydı ama bu ittifak modelini siyasi malzeme yapmadılar. Süleyman Demirel’in DYP’si ile SHP koalisyon hükümeti kurdu, bu modeli Demirel de onun yerine o koltuğa oturan Tansu Çiller de, parti içinden yapılan eleştirilerin onda biri kadar eleştirmediler. Bu ittifak modeline en ağır eleştiri DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit’ten geldi ve yıllarca “bölücüleri parlamentoya taşımakla” suçladı SHP’yi.
Şimdi bu tarihsel hatırlatma ve onun somut sonuçları üzerinden, Türkiye’de bizzat iktidarın elindeki medya ve devlet gücüyle istediği iklimi yaratma, eskisi kadar olmasa bile var olan gücü üzerinden bu ittifak meselesini bir daha ele alalım.