HDP'li Piroğlu: Seçim zaferini kabul ettirecek halk hareketi örülmeli
HDP İstanbul Milletvekili Musa Piroğlu, korona virüsü salgınının emekçi semtlerindeki yaygınlığını değerlendirdi. Salgının ekonomik krizin işçi sınıfı üzerindeki yükünü artırdığını söyleyen Piroğlu, "Kitleler hareket halinde ve baskıyla yılmıyorlar. Bu da çok önemli bir hareket alanı. Sorun toplumsal muhalefetin kendisinde. Buna hepimizi dahil etmek gerekiyor..." diyor.
DUVAR - Bugün Covid 19 salgınının etkisini gösterdiği mahallelere, şehirlere baktığımızda çok keskin bir şekilde dikkat çeken bir nokta var: O da 'kırmızı' yani salgının tehlikeli bir şekilde yayıldığı bölgelerin işçi sınıfının ve yoksulların yoğun yaşadığı yerler oluşu. Elbette salgının en çok yoksulları etkilediği artık bilinen bir gerçek. Fakat aynı insanların ekonomik krizin faturasını ödemek zorunda kalması ise, durumu çok daha çıplak bir şekilde ortaya seriyor.
Biz de bu durum üzerine Halkların Demokratik Partisi (HDP) İstanbul Milletvekili Musa Piroğlu ile konuştuk. Peki neden kendisiyle onu tercih ettik? 1988 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi'nde okurken çalıştığı inşaattan düşerek iş kazası geçiren Piroğlu'na, omurilik zedelenmesi tanısı konuldu. O günden bu yana tekerlekli sandalye kullanıyor. Fakat bu durumun onu 'engellediğini' söylemek pek mümkün değil. Zira İzmir ve İstanbul'un sokakları kendisini oldukça iyi tanıdığı gibi, Covid 19 sürecinin başından bugüne, özellikle emekçilerin hak arama mücadelelerinde sık sık gördüğümüz bir isim.
“Karşımızda iktidarda kalmak için her şeyi yapmaya hazır bir güç var. Ve bizim bu güce karşı benzer bir seferberliği yaratmamız gerekiyor ki bunu ortadan kaldırabilelim” diyen Piroğlu, sorunun asıl olarak toplumsal muhalefette olduğunu belirterek çözümün Kürt halkıyla emekçilerin birliğinden geçtiğinin altını çiziyor: “İktidarın ölümcül korku duyduğu zemini yaratmak zorundayız: Bu, Kürt halkıyla Türkiye emekçilerinin, demokrasi güçlerinin yan yana gelmesidir.”
'FABRİKALAR 'VİRÜS TARLALARINA' DÖNÜŞTÜ'
Covid 19 salgınının başından beri sokaktasınız. Sizi hep emekçilerin hak arama mücadelelerinde gördük. Sizce salgının Türkiye'de hissedildiği günlerden bugüne doğru baktığımızda emekçilerin yaşamlarında neler değişti?
Aslında salgın başlamadan önce de ciddi bir durum söz konusuydu. Dünya çapında yaşanan kriz, önlenemeyen neoliberal politikaların yol açtığı yıkım, Türkiye'de kendini işsizlik ve artan yoksulluk olarak dayatıyordu. Salgın bu krizin derinleşmesine ve hükümetin sınıf karşıtı, sınıf düşmanı politikalarının kristalize olmasına yol açtı sadece. Hükümet bu salgını bir 'sınıf karantinası' uygulamasıyla karşılamayı tercih etti. Yani şunu yaptı: Üst sınıfları yaşamsal olarak ve ekonomik olarak korumaya alırken, işçi sınıfı ve yoksulları kendi kaderiyle baş başa bırakmayı tercih etti. 'Çarklar dönecek' sloganı, bu politikanın basit şekilde izah edilmiş hali olarak ortaya çıktı.
Ne oldu? 'Evde kalın' çağrıları yapılırken işçi sınıfına fabrikalarda çalışma dayatması yapıldı. Yaş kısıtlaması getirilirken, işçi çocuklarının çalışmasının önü açıldı, sokağa çıkma yasağı ilan edilirken fabrikalarda çalışan işçilere ulaşım izni verildi, fabrikalar bir çeşit 'virüsün yayılma tarlasına' dönüştü, işçiler bu virüsü kendi yaşam alanlarına taşıdılar ve ortaya şöyle bir görüntü çıktı: Virüsün en etkili olduğu alanlar, işçi sınıfının ve yoksulların yaşam yerleri haline geldi. Bunlar ülke çapında şehir olarak baktığımızda, Bursa, İstanbul, Kocaeli, Ankara, İzmir gibi büyükşehirler olarak öne çıkarken bu şehirlerde de işçi sınıfının yoğun olarak yaşadığı yerler oldu. Bugün hâlâ İstanbul'da yoksulların ve işçilerin yaşadığı yerler, vaka sayısının en yüksek olduğu, salgının en fazla yayıldığı yerler.
Bunun sağlık açısından karşılığından söz edecek olursak, işçiler arasında hastalanma oranı yüksek bir şekilde arttı, ölümler belli oranlarda buralarda görüldü. Sosyal olarak da özellikle yazdan bu yana salgın, işçi sınıfına ciddi bir yoksulluk ve işsizlik olarak görüldü ve görülmeye devam ediyor. Yani aslında ekonomik kriz işçi sınıfı açısından yoksulluk, sefalet ve işsizlik anlamına geliyordu, bu derinleşti ve arttı.
Ekonomik krizin derinleşmesi gündemdeyken, bunun emekçilere yansıması nasıl oluyor? Örneğin Sakarya'daki Kürt mevsimlik işçilere saldırı münferit bir olay olarak değerlendirilebilir mi? Yoksa bu olayı farklı açılardan da okumak gerekiyor mu?
Bunu iki boyutuyla tartışmak gerekiyor. Birincisi, ekonomik kriz denen kavram, egemen sınıflar ve zenginler için daha fazla büyüme, tekelleşme ve zenginlik alanı yaratma anlamına gelirken; yoksullar ve işçiler için daha fazla sefalet ve işsizlik, küçük esnaflar ve üreticiler içinse iflas anlamına geliyor. Kriz birileri için fırsat, birileri içinse sefalet olarak ortaya çıktı ve bu derinleşti. Güvencesiz çalışan sayısı arttı ve iktidar bütün yasal düzenlemeleriyle, bütün uygulamalarıyla tekelci sermayeyi ve zenginleri gözetirken işçi sınıfına bu krizin bütün faturasını ödetmeye devam etti. Nitekim 'ücretsiz izin' uygulamasının uzatılması ve yaygın hale getirilmesi bunun somut örneği. İşçiler günlük 39 ile 24 kuruş olarak tarif edilen, neredeyse kuruş kuruş hesaplanan bir parayla yaşamaya zorlandılar. Sermaye şimdi bunu daha vahşi bir şekilde kullanarak, insanları ya ücretsiz izne çıkarmak ya da çok daha düşük ücretle çalışmak gerçeğiyle yüz yüze bırakıyor. Yani bir yandan işçilerin alım gücü düşerken, öte yandan işsizlik artıyor.
İkinci boyutuysa şu: Sakarya'da meydana gelen saldırı, sadece bir ekonomik kriz düzlemiyle ele alınmaması gereken bir şey. Sakarya'daki saldırı sadece işçilere yönelik bir saldırı değil. Bu işçiler Kürt işçiler ve Kürt kimlikleri sebebiyle bu saldırıya uğradılar. Bu saldırı ülkenin çok fazla şehrinde hemen hemen her yıl tekrarlanıyor. Kendi yaşam alanları yağmalandığı için, sömürge koşulları gereği, kendi ekonomileri ellerinden alındığı için her yıl yüzbinlerce insandan oluşan bir grup halinde mevsimlik işçi olarak batıya; Karedeniz'e, Çukurova'ya çalışmaya gidiyorlar. Bu insanların yüzbinlercesi çocuk işçilerden oluşuyor ve gittikleri yerlerde insanlık dışı koşullarda, çok düşük ücretlerle çalıştırılıyorlar; hem de ciddi bir ırkçı ve şoven saldırıyla yüz yüze geliyorlar!
Sakarya'daki saldırı ve benzerleri, aslında yerel sermaye odaklarının işçilerin haklarını gasp etmek, kendi varlıklarını kalıcı kılmak için milliyetçiliği kendi çıkarları adına kullanmaları olarak ortaya çıkarken, bu saldırının arkasında esas olarak devletin Kürtlere karşı saldırıları cezasız bırakan ve şovenizmi kışkırtan siyasetinin rolü çok ciddi bir şekilde açığa çıkıyor. Hiç cezalandırma yapılmadı. Bu olayda da şimdiye kadar yapılmadı, hangi saldırı olsa devlet hemen devreye girdi ve saldırıya uğrayan insanlar evlerine yollandı ya da kenti terk etmeye zorladı. Saldıranlar da ödüllendirildi. Nitekim Sakarya'da da gözaltına alınanlar, aynı gün serbest bırakıldılar. Bu yüzden bu saldırı, bir sınıfa yönelik bir saldırı olmasına rağmen, esas olarak Kürt işçilere yönelik ırkçı bir saldırı olarak öne çıkıyor, buradan bakmak gerekiyor.
'UMUTSUZLUK İÇİN SEBEP YOK'
Eski bir tarih öğretmeni olduğunuzu da göz önünde bulundurarak bir soru yöneltmek isterim. İçinden geçtiğimiz zaman dilimi bu yıl içinde çokça incelendi, fakat kendi zamanımızın dışından bugüne bakarsak neler söyleyebiliriz? Geçmişten örnek verecek olursak Ortaçağ karanlığı, dünyanın bir bölümü için kendi geçmişlerinden -yani o zamanın 'eskisinden'- daha karanlık bir zaman dilimiydi. Sizce yakın geleceğin -ya da bugünün- ekonomik, kültürel ve toplumsal çöküşle bize geçtiğimiz yüzyılları mumla aratacak bir evreye girmesi muhtemel mi?
Birincisi, tarihin tekerrür etmesi denen kavram benim bakış açımdan doğru bir kavram değil. Çünkü tarihi yapan özneler, irade sahibi sınıflardan oluştuğu sürece bu söz konusu değil. Tarih, tekrar ettirilmeye çalıştırılabilir. Ama söz konusu olan tarihin bir tekerrürü değildir. Küresel ölçekte neoliberal yıkımın yol açtığı popülist, otoriter eğilimlerin güçlenmesi, ırkçılığın özellikle mülteci düşmanlığı üzerinden dirilmesi ve dünya çapında totaliter, baskıcı rejimlerin iktidara gelmesi dünya için karamsar bir tablo yaratsa da aslında tersten kapitalist üretimin ve onun ideolojik aygıtlarının sonuna doğru geldiğinin de göstergesi olarak okunması gerekiyor. Zira bir yandan bir karamsarlık olarak bize sunulan o dediğiniz karanlık bir algı söz konusuyken tersten; hemen salgından önce başlayan, Şili'den, Kolombiya'dan İran'a kadar etkisini gösteren büyük halk hareketleri ve ABD'de hâlâ devam eden ırkçılık karşıtı hareketler, Sudan'da otuz yıllık iktidarı deviren büyük halk hareketi ve dünya çapında işçi sınıfının yeninden canlanması düşünüldüğünde geleceğe karamsar bakmak için hiçbir sebep yok.
Bunun Türkiye açısından da böyle okunması gerekiyor. İktidarın yol açtığı uygulamalar insanların kafasında çok kötü, karanlık bir takım çağrışımlar uyandırabiliyor ama bu ülkenin tarihi 12 Eylül zulmünü görmüş, 12 Eylül hapishanelerini; Metris'i, Mamak'ı, Amed zindanlarını görmüş bir tarih... 93 sürecini yaşamış, köylerin yıkıldığı, insanlara her çeşit zulmün yapıldığı bir dönemi yaşamış, katliamlarla örülmüş bir tarih bu... O yüzden önümüzdeki süreç de AKP iktidarının kaybetmeye başladığı bir süreç olarak okunmak zorunda. Tarihsel süreci böyle okuduğumuzda, yani geçmişin gelecekle bağlantısı için tarihsel bir okuma yaptığımızda bu döneme karşı da kendimizi daha rahat konumlandırma şansına sahip olacağız. Umutsuzluk için sebep yok, umut oldukça güçlendirecek veriler çok fazlasıyla mevcut.
'İKTİDAR OLAĞANÜSTÜ BİR İKTİDAR'
Son dönemde iktidarın sık sık iç çatışmalara, anlaşmazlıklara girdiğine şahit oluyoruz. Sizce yönetenler eskisi gibi yönetemiyor mu? Diğer taraftan uzun bir süredir 'AKP sona yaklaşıyor' yorumu da yapılıyor. Ama görünen o ki iktidar bir şekilde kendini yenileyebiliyor. Sizce bu kendini yenileyiş ve bahsedilen 'son' nasıl değerlendirilmeli?
İktidarın elbette kaybetmekte ve tükenmekte olduğu iyimserliği, bunun kendiliğinden yıkılacağı gibi bir beklentiye dönüşmemek zorunda. Zira bu iyimserlik, iktidarların kendilerine karşı ciddi muhalefet hareketleri ve sınıf hareketleri olmadığı sürece üretebileceği ve devam edebileceği gibi iradi bir kötümserlikle beraber ele alınmak zorunda. Ne yazık ki sizin dediğiniz olgu, bu muhalefetin temsilcileri tarafından fazlasıyla dillendirilen ve giderek de her öğesi bir siyasi perspektife dönüşmüş olan bir bakış açısını ifade ediyor. En somut haliyle, 'Gidiyorlar, hiçbir şey yapmaya gerek yok' söylemini özetleyen, bir seçimle iktidarın kesinlikle yıkılacağı beklentisini doğuran ve bu beklentiye yaslanan siyasal çizgiyi besleyen bir bakış açısı söz konusu. Bir seçim beklentisi var. Anketler bunu günden güne besliyor ve diyor ki AKP oy kaybediyor, AKP bloku oy kaybediyor, kendi içlerinde çatışmalar yoğunlaşıyor, ağır bir ekonomik kriz var, siyasal durum ve dış politika onlar için her gün daha fazla çuvalladıkları bir yere dönüşmüş durumda... Yani aslında somut olguların hepsi iktidarın kaybettiğini gösteriyor.
Ama bu iyimserlik, şu gerçeği görmezden gelmeye yol açmamalı: Bu iktidar herhangi bir hükümet değil artık. Varolan iktidar 'olağanüstü' bir iktidar... Yani devletin karakterinin değiştiği, mahkemelerin, medyanın zor aygıtı olarak öne çıktığı ve zora dayalı olarak kendini var etmeye çalışan bir iktidardan söz ediyoruz ve bu iktidarın hayatta kalmak için her şeyi yapabileceği gerçeğini de unutmamak gerekiyor. O yüzden de bir seçim yerine, o seçime zemin yaratan ve seçimi zorlayıp sonuçlarını kabul ettirecek bir halk hareketini, bir gücü öremezsek ve bu halk hareketine önderlik edecek toplumsal muhalefeti derleyip toparlayamazsak, bu bizi karamsarlığa götürecek daha kötü bir sürece tekabül edebilir. Biz bunları yaşadık. Yani bu ülkede kazanılmış seçimlerin nasıl kaybedilmiş olarak gösterildiği, en son İstanbul seçimlerinin nasıl tekrar ettirildiği göz önünde bulundurulmalı. Artık bu iktidarın sokağı sürekli baskı altında tuttuğu gerçeği de görülmek zorunda. Karşımızda iktidarda kalmak için her şeyi yapmaya hazır bir güç var. Ve bizim bu güce karşı benzer bir seferberliği yaratmamız gerekiyor ki bunu ortadan kaldırabilelim. Yoksa bu iyimserlik daha karanlık bir geleceğin oluşması riskini taşıyor. Son cümlemi de şöyle söyleyeyim, iyimser olmak için her şey mevcut, ama bu iyimserliği besleyecek gerekli hamleleri yapmak, somut hareket alanlarını yaratmak kaydıyla.
Son olarak bu hareket alanlarını biraz daha açabilir misiniz?
Gerçekten de bu iktidara karşı umudu yükseltecek çok fazla dinamik oluşmuş durumda. En başta iktidarın baskısı kitlelerde korku yerine öfke yaratıyor, bu çok önemli bir kazanım alanı. Kitleler hareket halinde ve bu baskıyla yılmıyorlar ve direnme potansiyeli oldukça yüksek duruyor. Bu da çok önemli bir hareket alanı. Sorun toplumsal muhalefetin kendisinde. Buna hepimizi dahil etmek gerekiyor, benim de içinde bulunduğum zemin dahil. Çıkış yolu çok basit, birincisi iktidarın ölümcül korku duyduğu zemini yaratmak zorundayız. Bu da, Kürt halkıyla Türkiye emekçilerinin, demokrasi güçlerinin yan yana gelmesidir.
Bu yan yana geliş, İstanbul seçimlerinde iktidara ciddi bir darbe vurmuştur ve onu ayağa kaldırmıştır. Şu anda bütün gücüyle bu muhalefet cephesini parçalamaya çalışıyor. Bu parçalamayı durdurmanın yolu da bu birlikteliği yükseltmekten geçiyor. Sakarya olayı bunun çok çıplak göstergesidir. Sakarya, Kürt işçilerine bir saldırıdır ama aslında Sakarya, tüm demokrasi güçlerine, bu ülkenin geleceğine yönelik bir saldırıdır. Biz bunu böyle görmek zorundayız ve bu ittifakı halk hareketi ekseninde kurmak ve dayatmak durumundayız. Bunu becerebilirsek, yani Kürt halkıyla HDP'nin meclis bünyesindeki devrimci hareketlerini, Türkiye emek hareketlerini, demokrasi güçlerinin yan yana gelmesini sağlarsak, iktidarın sonunu da getirmiş oluruz.
Musa Piroğlu kimdir?
1968 yılında Kırşehir’de doğdu. Erzincanlı Alevi bir işçi aileden gelen Piroğlu, İzmir Atatürk Lisesi’ni bitirdiği yıl inşaatlarda çalışmaya başladı. 1986 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi Tarih Bölümü’ne girdi. 1988 yılında okurken çalıştığı inşaattan düşerek iş kazası geçirdi, omurilik zedelenmesi tanısı koyuldu. O günden bu yana tekerlekli sandalye kullanıyor. Kendi deyimiyle kazadan sonra 'daha aktif bir biçimde' üniversitede öğrenci hareketlerinin içinde bulundu.
Üniversiteden sonra 15 yıl tarih öğretmenliği yaptı, bu sürede Eğitim-Sen’de yer aldı. 1990’lı yıllarda 'Kurtuluş' hareketine katıldı. Sırasıyla Birleşik Sosyalist Parti (BSP), Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) ve Sosyalist Demokrasi Partisi’nin (SDP) kurucuları arasında yer aldı. Daha sonra SDP’nin Türkiye Gerçeği ile birleşmesi sonucu kurulan Birleşik Devrimci Parti’de yöneticilik yaptı. 24 Haziran seçimlerinde milletvekili seçildiği HDP’de Parti Meclisi ve Merkez Yürütme Kurulu’nda yer aldı. HDP Engelli Komisyonu sözcülüğü görevinde bulundu.