Helin Evrim Sommer: Almanya Erdoğan'ın suç ortağı

Almanya'nın Türkiye'ye karşı sert yaptırımlar uygulamaktan kaçındığını belirten Sol Parti Milletvekili Helin Evrim Sommer, "Bence Almanya, Erdoğan'ın kendi halkına ve muhalefete karşı yaptıklarında suç ortağıdır. Erdoğan aynı zamanda uluslararası hukuku çiğniyor, tabiri caizse Federal Hükümet buna katkıda bulunuyor" dedi.

Abone ol

KÖLN - 10 Aralık’ta AB Türkiye gündemiyle toplandı. Yunanistan ve Fransa, Doğu Akdeniz'de gaz aramaya devam etmesi nedeniyle Türkiye’ye karşı sert yaptırımlar talep ediyordu. Ancak sert yaptırımların uygulanıp uygulanmayacağı konusu mart ayına ertelendi.

Almanya hükümeti Türkiye’ye karşı diyalog yolunu açık tutmak istiyor. Merkel liderliğindeki hükümetin Türkiye’ye karşı izlediği yatıştırma politikasını en çok eleştiren ve Türkiye’ye silah satışının durdurulmasını her seferinde talep eden Sol Parti sık sık Türkiye’nin Afrin’deki konumunu da Alman Parlamentosu’na taşıyor. Sol Parti özellikle Türkiye tarafından ihraç edilen tarım ürünlerinin, Almanya ve AB çapında satışının yasaklanmasını istiyor. Afrin’de üretilen ürünlerin ticaretinin önemini, Almanya-Türkiye ilişkisini; son yapılan AB zirvesini; bu yıl da bir kez daha Forbes dergisi tarafından dünyanın en güçlü kadını seçilen Merkel’in nasıl bir lider olduğunu, Sol Parti Federal Parlamento milletvekili ve Kalkınma Politikası Sözcüsü Helin Evrim Sommer ile konuştuk:

“Türkiye, Afrin’de üretilen zeytin ve zeytinyağını Avrupa’ya ve Almanya’ya yasal olmayan şekilde ihraç ediyor” diyorsunuz. Konuyla ilgili hükümete soru önergesi verdiniz. Afrin’den gelen bu ürünlerin satışının durdurulmasını neden talep ediyorsunuz?

Afrin'de zeytin ağaçlarının yağmalanması konusunda federal hükümete birkaç kez ayrı ayrı sorular sorduk. Çünkü Erdoğan'ın özellikle Afrin'de, Kuzey Suriye'de zeytin tarlalarını yağmalaması ve bu ürünleri AB'ye, Almanya'ya ucuz fiyatlarla ihraç etmesi söz konusu. Bu konu Alman basınında da geniş çapta haber yapıldı. Biz de federal hükümete soru önergesi vererek bu konu hakkında ne bildiklerini sorduk. Bunun arkasında asıl yatan mesele, Erdoğan’ın bu gelirle özellikle Türkiye’ye yakın İslamcı milisleri dünya genelinde finanse ediyor olmasıdır. Bu durumu Almanya federal hükümeti de biliyor. Ancak bize bilgilerinin olmadığını söylediler. Elbette biz buna inanmıyoruz. Çünkü Erdoğan’la var olan sorunlara yeni bir sorun daha katmak istemiyorlar. Afrin’de sürekli üretilen zeytin veya zeytinyağı Avrupa pazarına ucuz bir fiyatla ithal edilmektedir, bu nedenle de nereden geldiğini ve nasıl geldiğini sormak önemli. Bu ürünler gerçekte Afrin’deki asıl sahiplerine aittir. Bu ürünleri alıyorsanız bu sömürüde, yağmada sorumluluk sahibisiniz demektir. Bu nedenle Avrupa pazarı elbette Türkiye’nin Afrin’den ihraç ettiği ürünlere yasaklanmalı. Federal hükümet bu gerçeği görmek yerine ignore etmeyi tercih ediyor.

'ALMANYA ERDOĞAN’IN KENDİ HALKINA VE MUHALEFETE YAPTIKLARINDA SUÇ ORTAĞIDIR'

Sol Parti, hem Avrupa Parlamentosu’nda hem de Federal Parlamento’da Türkiye’ye her türlü silah satışının durdurulmasını talep ediyor. Fransa ve Yunanistan’ın da Türkiye’ye uygulanmasını istedikleri yaptırımlar arasında AB çapında bir silah ambargosu var. Merkel, bu konuyu NATO’ya havale etti. Fakat NATO partneri olan Türkiye’ye NATO’nun bir silah ambargosu uygulama ihtimali de yok. Sizce Merkel neden bu konuda NATO’yu adres gösterdi?

Türkiye’nin Doğu Akdeniz'deki izinsiz gaz arama sondajı yapması nedeniyle Türkiye'ye sert yaptırımlar uygulanması istemiyle 10 Aralık'ta AB zirvesi yapıldı. Ancak istenilen sert yaptırımlar çıkmadı. Yalnızca sondajda yer alan şirket ve kişilere yönelik yaptırımlar olarak yumuşatıldı. Pratikte mal varlıklarının dondurulmasına karar verildi ve AB'ye girmelerine yasak getirildi. Ama en nihayetinde Erdoğan rejimine yönelik bir karar çıkmadı. Gaz aramaları sonuçta Erdoğan rejimi tarafından başlatıldı ve yapılıyor. Bu nedenle de Erdoğan’a veya bakanlarına yönelik bir yaptırım, ekonomik yaptırımlar ya da silah ambargosu gibi sert yaptırımlar isteniyordu. Çıkan kararlar Fransa ve Yunanistan'ın talep ettiği yaptırımlar olmadı. AB, Türkiye’ye yönelik birçok karar hazırladı ve diğer AB ülkeleriyle de olası yaptırımlar hakkında görüştü. Ama elbette Almanya AB içerisinde en önemli ülkelerden biri. Avrupa Konseyi Başkanlığı’nı da yürütüyor. Avrupa ülkelerini Erdoğan'a sert yaptırımlar uygulamamanın daha iyi olduğuna ikna etti, bunun yerine sadece hiç zarar vermeyen yumuşak yaptırımlar uyguladılar. Zaten zor durumda olan Türkiye ekonomisi daha da negatif etkilensin istemediler. Türkiye tabi ki hem AB ile hem de Almanya ile tabiri caizse iç içe geçmiş bir ilişkiye sahip. En önemlisi jeo-stratejik ve ekonomik anlamda önemli bir ortak. 2018'de ve 2019’da iki ülke arasında ticaret hacmi 35 milyar euro. Türkiye, AB ve özellikle Almanya için en önemli satış pazarlarından biridir. Mercedes Daimler-Benz ve Siemens gibi Alman üreticilerin, bölgedeki önemli yatırım ortağıdır. Ortadoğu ile Batı arasında köprü konumu göz ardı edilemiyor. Unutulmamalı ki son yıllarda da çok önemli enerji tedarikçilerinden biri oldu. Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı aynı zamanda Mavi Boru Hattı Türkiye’den geçiyor. Ülkesinin bu konumsal gücünü Erdoğan da biliyor, bunu da kullanıyor. Mülteci anlaşmasıyla Avrupa ülkelerine ve Almanya'ya şantaj yaptı ve yapmaya devam ediyor. Buna rağmen Erdoğan'a ve Türkiye'ye yönelik her zaman yatıştırma ve eleştirel diyalog politikası izleniyor. Bu politikayı da yakın zamanda değiştirmeyecekler. Çünkü Almanya’nın ekonomik çıkarları kendileri için çok önemlidir. Bu nedenle de insan haklarına dayalı bir politika yapılmıyor. Her zaman koruna gelen Avrupa için önemli olan demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi değerler ve ticaret arasındaki denge kayboldu. İnsan haklarına dayalı siyaset ve ekonomik çıkarlar çok büyük ölçüde ayrıştı ve ekonomik çıkarlar her şeye hâkim oldu. Geçmişte, bu değerler biraz da Batı’nın gücünü temsil ettiği için ekonomiyle insan hakları arasında az da olsa bir denge gözetiliyordu. Ancak son 20 ila 15 yılda insan hakları ve ekonomik çıkarlar arasında büyük bir ayrışma yaşandı. Türkiye, uluslararası hukuka aykırı olarak Kuzey Suriye'yi işgal ediyor, Libya'da savaşa taraf oluyor, Güney Kafkasya'da savaşa katılıyor vb. Bunlar aslında sert adımlar atılmasını gerektiren eylemler ve provokasyonlardır. Ama Almanya burada çok büyük olumsuz bir rol oynuyor. Bence Almanya, Erdoğan'ın kendi halkına ve muhalefete karşı yaptıklarında suç ortağıdır. Erdoğan aynı zamanda uluslararası hukuku çiğniyor, tabiri caizse Federal Hükümet buna katkıda bulunuyor.

Merkel’in sorunu NATO‘ya havale etmesi sorundan kaçması anlamına gelir. Çünkü Türkiye’nin kendisi de NATO ülkesi. Gerçi NATO ülkesine ait kriterler var ve Türkiye bu kriterleri de çiğniyor. Fakat önemli bir partner olduğu için Türkiye’ye yönelik herhangi bir önlem almaz. AB bir şey yapmıyorsa NATO hiçbir şey yapmaz.

AB’nin son aldığı uyarı niteliğindeki yaptırım kararlarının ardından ABD’de Rusya’dan satın alınan S-400 hava savunma sistemi nedeniyle CAATSA yaptırımları çerçevesinde Ankara’ya yönelik yaptırım kararlarını açıkladı. Avrupa’dan bakanlar bu yaptırımları yumuşak olarak değerlendiriyor. Bu konuları takip eden Türkiye’deki bazı gazeteci ve analistler ise alınan yaptırım kararlarının hafif olmadığı görüşündeler. Siz hem ABD’nin hem AB’nin aldığı kararların Türkiye’yi zorlayacağını düşünüyor musunuz?

Hayır, kesin bir şekilde karşı çıkmak zorundayım. Erdoğan ve benzeri gibi siyasi karar vericilere üstelik ortada yükselen silah endüstrisi gibi bir söylem varken, AB silah ambargosu uygulasaydı Türkiye'yi çok fazla etkileyecek bir yaptırım olur durum da farklı olurdu. Şimdi sondajda yer alan, malvarlığı dondurulan şirket ve kişilerin olmasının veya bu kişilerin AB'ye girmelerinin yasaklanmasının Erdoğan hükümetine negatif sonuçları ne olacak? Kesinlikle yok! Bu bakımdan, bunlar devede kulak sayılır. Erdoğan'ın sürdürdüğü gerçek provokasyonlardan caydırıcı olması dileğinde bir manevra, ama Erdoğan çekinmiyor. Yunan sularında gaz aramayı bırakması konusunda bir anlaşma vardı. Çünkü Doğu Akdeniz’deki sınırlar gerçekten henüz net değil. Türkiye'nin izinsiz gaz sondajı yapması muhtemelen uluslararası hukuka aykırıdır. Erdoğan’ın kendisine gelip mantıklı bir şekilde bu aramaları yapmayı bırakması gerektiği söylendi. Eğer gaz aramaktan vazgeçerse AB, Türkiye’ye gümrük birliğini derinleştirmeyi ve modernize etmeyi, Türk vatandaşlarına vize verilmesini kolaylaştırmayı ve mülteci işbirliği çerçevesinde ödemeleri artırmak için mülteci anlaşmasının revize etmeyi teklif etti. Eğer gazeteci ve analistlerin kast ettiği bu vaatlerin yerine gelmeyecek olmasıysa bunu kabul ederim. Çünkü Erdoğan, ortağı Bahçeli ile birlikte kışkırtmaya devam ediyor. Kıbrıs'ta bir anlaşmaya varmıyor, Türk kesiminin bağımsızlığını sürdüreceğini söylüyor. Bunların hepsi AB'nin temsil ettiği batılı değerlerin ayaklar altına alınmasıdır. Ama dediğim gibi, Türkiye’ye bir şey yapılmadı. Vaatler yerine gelemiyor ama sert bir yaptırım da olmadı.

‘TÜRKİYE’YE KARŞI İZLENEN POLİTİKA AB’NE GÜVENİ AZALTIYOR’

‘AB Türkiye’ye karşı yeni bir politika belirlemek, daha net bir tavır almak zorundadır. Bu gelgit ilişkinin sürdürülebilirliği yok’ şeklinde tartışmalar var. Siz AB’nin Türkiye ile daha farklı bir ilişki kurabileceğini düşünüyor musunuz?

Uzun uzun Türkiye’nin stratejik ve ticari anlamda önemli bir partner olduğunu konuştuk. Bu her şeyi etkiliyor. Ama gerçekten de Almanya veya AB Türkiye’ye karşı sürdürdüğü yatıştırma politikasına devam ederse kendisine olan güveni her geçen gün biraz daha kaybedilmesine neden olacak. Kendi değerleri çiğneniyor. İnsan hakları, demokrasi, hukuk devleti, azınlık hakları gibi değerlerin içerisinde yer aldığı liberal bir dünya düzeninde yaşıyoruz. Bunlar batı güçlerinin temsil ettiği değerler. AB ve Almanya Türkiye’yle ilişkilerine yeni bir yön vermek zorundadır. Bu şekilde devam edemeyeceği açıktır. Sadece öncelikli bir biçimde ekonomik çıkarlara yoğunlaşmak, insan hakları prensiplerinin yok olmasına izin vermek uzun süre daha sürdürülebilir değil. Ama gidebildiği yere kadar sürdürecekler. Çünkü AB, 3,5 milyon mültecinin Avrupa’ya gelmesini istemiyor. 2015’teki akımdan sonra Almanya’da aşırı sağ parti güçlendi. Sonuçta hem eyalet parlamentolarında hem de Berlin parlamentosunda artık sandalyeleri var. Bu nedenle Almanya ve Avrupa için mültecilerin gelmesi büyük bir tehlike olarak görülüyor. Ama bu hiç savunulacak ve sürdürülebilecek bir durum değil. Mülteciler orada kötü şartlar altında zorla tutuluyor. Bu insanlar tüm AB ülkelerine sağlıklı bir biçimde dağıtılarak yerleştirilebilir. İnsanı önceleyen bir mülteci politikasına derhal ihtiyaç var. Bu yapılmadığı sürece Erdoğan AB’ne hep şantaj yapacak. Bu noktada da Almanya şantaja çok açık bir ülke oldu. Yeni bir mülteci politikası yapılmadığı sürece AB ve Almanya Türkiye ile sorunlu ilişkiden kurtulamayacak.

Konu mültecilere gelmişken mülteci anlaşmasının mimarı ve Türkiye’nin her zaman arkasında duran Angela Merkel değişmez biçimde yıllardır dünyanın en güçlü kadını seçiliyor. Bu yıl Time dergisi tarafından da yılın en güvenilir politikacısı seçildi. Neredeyse bir Merkel mitosu oluştu. Siz Alman bir politikacı olarak daha yakından biliyorsunuz. Merkel’in Almanya için iyi bir lider olduğunu düşünüyor musunuz?

Merkel’in dışında diğer Almanya başkanları Helmut Schmidt olsun, Schröder olsun hepsi Türkiye’ye yakın bir politika izlemiştir. Merkel, Türkiye’ye çok daha yakın veya farklı bir siyaset üretmedi aynı çizgide devam etti. Schröder, örneğin Türkiye’ye daha yakındı. Türkiye’nin o zamanki AB’ne alınmasından yanaydı. Tabi Merkel dünyada politikayı belirleyen bir isim ama biz Sol Parti olarak muhalefetteyiz ve Almanya’da yaptığı siyasete eleştirel bakarız. Ekonomi olsun, dış politika olsun, veya sosyal politikalar olsun dört dörtlük olmadığını görüyoruz. Bu alanlarda çok eksiklikleri var. Almanya’da 2 milyona yakın yoksul çocuk var. Ülkede yoksulluğun büyüdüğü dönem Merkel’in dönemidir. Bu kadar zengin bir ülkede yoksulluk olması bir paradoks ama var. Sosyal adaletin zayıfladığı dönem yine Merkel’in dönemine de yansıyor. Göçmen politikasında çok da atak bir siyasetçi değil.

Merkel’in öne çıkması otokrat eğilimli liderlerin siyaset sahnesinde olmasıyla ilişkili midir?

Bunun etkisi var ama bu ülkelerle biz kıyaslanamayız. Demokrasimizin eksiklikleri olsa da mesela yabancıların seçme ve seçilme hakkı tam dört dörtlük değil, ama parlamenter demokrasisi güçlü bir ülkeyiz. Burada demokrasinin işleyişi var. Bu nedenle seçilmiş bir lider yasalara uymak zorunda. Ama Merkel’in kendi kişisel çıkarlarını gözetmek gibi bir zayıflığı da yok. Kendi menfaati için bir şey yapmamıştır, bunu da söylememiz gerekir. Almanya birçok kriz geçirdi. Mesela 2008’de çok sert bir finans krizi oldu. Birçok sorunun çözülmemesinde Merkel’in de payı var. Örneğin Avrupa düzeyinde göçmen ve iltica sorununa iyi bir lider olsa çözüm bulurdu. Onun döneminde ne yapıldı: Avrupa sınırlarını kapattı. İnsanlar göç yollarında denizlerde ölüme terk edildi. Bu da Merkel’in siyasetinin bir sonucudur. Binlerce insan her gün Avrupa’ya gelmek için denizlerde ölüyor. Ya da iklim politikasına el atmadı. Dijitalleşme konusunda Almanya dünyada önemli birçok ülkenin gerisinde kaldı. Kendi grubundaki politikacılar bile bunu eleştiriyor. Uyum ve iltica politikasında iyi hiçbir şey yapmadı tam aksine kısıtlamalar oldu. Bunu yapmamış birine iyi bir lider diyemeyiz. Bu kadar yıl siyasette kalmış olması onu güçlü gösteriyor olabilir. Ama biz siyasetin günlük sorunların içindeyiz. İyi bir şey göremiyoruz. Kiraların artması, işsizliğin yükselmesi gibi hayattaki birçok sorunun içindeyiz. Bu nedenle Merkel dört dörtlük bir lider diyemeyiz.

Almanya'da en önemli sorun aşırı sağcılığın yükselişi, kurumsal ırkçılık, artan saldırı ve tehditler. Fakat Korona nedeniyle gündem değişti ve bu konu eskisi kadar güncelliğini korumuyor. Siz geçtiğimiz Haziran ayında neo-Naziler tarafından tehdit edildiniz. Tehditler devam ediyor mu?

Ben sadece Alman ırkçıları tarafından ölüm tehditleri almıyorum, Türkiye'den de tehdit ediliyorum. 1999'dan beri politik hayatın içindeyim ve o günden bugüne hep Türkiye'den belli ve düzenli aralıklarla tehdit edildim. Hatta yetkililerin verdiği bilgiye göre buradan Türkiye'de beni öldürmek isteyen birinin kimliğini dahi tespit etmişler. Bu kişi Türkiye'de sorgulanıp tekrar serbest bırakıldı. Bu tehditleri hep alıyorum. İki yıl önce CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu Almanya'ya gelmişti. Türkiye kökenli politikacılar olarak kendisiyle görüştük. Daha sonra Türkiye'de Kürt olduğum için hemen PKK ile aynı kefeye konulduğum haberler yapıldı. İki ay boyunca tartıyma proğramlarında benim resmim ve ismim kırmızılarla işaretlenip PKK'li Kürt olarak hedef gösterildi. Erdoğan bizzat bir konuşmasında, benim Almanya Parlamentosu'na Türkiye'ye zarar vermek için girdiğimi söyledi. Demokratik yollarla Almanya'da seçilmiş yirmi yıllık bir milletvekiliyim beni terörist olarak lanse etti. Daha sonra Türkiye'den ve Almanya'daki milliyetçilerden çok sayıda tehdit aldım. Buradaki neo- faşistlerden de tanınan bir antifaşist olduğum için tehditler alıyorum. Haziran ayından sonra Ekim'de, Aralık'ta tehdit etmeye devam ettiler. Her aldığım tehdidi de açıklamıyorum. 2010'da evimin önünde neo-Naziler arabamı ateşe verdiler. Ne yazık ki sadece tehdit olarak kalmadı bu saldırıyla beni susturmak istediler. O günden beri her iki taraftan gelen tehditlere karşı savaşıyorum. Ama elbette ırkçılığa, neo-faşizme karşı savaşmaya devam edeceğim.

Kendinizi güvende hissediyor musunuz?

2010'da yaşadığım saldırıdan sonra Alman polisine ve güvenlik güçlerine güvenim sarsıldı. Alman polisinde de neo-Nazi gruplar var. Kurumsal ırkçılık var. Bu Almanya'nın en büyük toplumsal sorunlarından biridir. Beraber yaşamanın temel ilkelerini zedeleyen bir sorundur. Yıllarca burada yaşamış, vergisini ödemiş insanlara yönelik ırkçı politika yüksek bir seviyede. Bence Almanya’da ırkçı parti AfD'nin (Almanya için Alternatif) oluşmasında bu en büyük sebeptir. Böyle bir politika izlenmemiş olsaydı bunlar da bu derece güçlenip ortaya çıkmayacaklardı. AfD Irkçı siyasetini hiç aksatmadan sürdürüyor. Almanya kurumsal ırkçılığı aşmadığı sürece bu gibi güçler her zaman oluşabilir. Almanya'nın bu sorunu ciddi bir sorun olarak görmesi gerekir. Gerek poliste gerek diğer kurumlarda da olan tüm kurumsal ırkçılığı bitirmek zorunda. Ama federal içişleri bakanı Seehofer, kurumsal ırkçılığın olmadığını savunuyor. Mecliste talep edilen konuyla ilgili bilimsel araştırma yapılmasını reddediyor.