İklim değişikliği ve dünyanın başına gelenlere dikkat çeken ‘Yedinci Kıta’ başlıklı 16'ncı İstanbul Bienali, seyretmesi güzel video ve enstalasyonları, doğaya adanmış işleri kadar bizi ‘androposen çağı’ üstüne düşünmeye davet etmesiyle de ilgi çekici.
Yedinci Kıta başlığının içerdiği anlamlar bir yana, 16'ncı
İstanbul Bienali’ndeki işler bütünüyle iklim değişikliği ve
ekolojiye adanmış, doğrudan bu meseleleri ele alan sanat eserleri
değil. Çoğunlukla insanlık kültürünü ve doğayı, mikro
organizmalardan bitkilere, nesli tükenmiş türlere kainatın tüm
canlılarını bize hatırlatan işlerle karşılaşıyoruz. Seçilen tema,
'Yedinci Kıta’ bizi içinde bulunduğumuz dünyaya ve gidişata dair
bir uyanışa davet ediyor. Esasen çok da farkında olmadığımız iki
kavramı gündeme getirerek bile küratör Nicolas Bourriaud zihinsel
ufkumuza müdahale ediyor.
Bienalin başlığı olan Yedinci Kıta, küratör Bourriaud’nun dile
getirdiği 'androposen çağı’nın dehşet verici sonuçlarından biri.
'Androposen çağı’ bir jeolojik evre olarak dünyanın insanoğlu
tarafından şekillendirildiği, içinde bulunduğumuz çağı
adlandırıyor. Yerkürenin tüm kaynaklarını sonsuz bir iştahla
kullanan, çoğalıp her yeri kaplayan insanoğluna bağlı olarak
kirlenen ve değişen atmosfer, artan ısı, eriyen buzullar, yükselen
sular, artan seller, azalan ormanlar ve bir katman olarak yerküreyi
saran plastikten, nükleer atıklara insan yapımı kalıntılar…
'Yedinci kıta’ ise bütün bu kabuslar içinde az bilinen ama varlığı
son derece anlamlı olan bir olgu. Okyanuslarda yüzen, kıta
büyüklüğünde bir plastik adası. Evet, bilim adamları zamanla bir
araya gelip suyun altında jel kıvamında çıplak gözle fark
edilemeyen ama gittikçe büyüyen bu kütlenin yıllardır farkında.
Okyanuslardaki canlı varlığını da tehdit eden, tamamen insan yapımı
bir dehşet kütlesi… Hepimizin diline pelesenk olan ama aslında bize
nasıl bir dünya sunduğunun galiba farkında olmadığımız iklim
değişikliği gibi yeryüzüne çektirdiğimiz eziyetin sonuçlarından
biri.
İklim değişikliği insanlık kültürünü geri dönülmez bir şekilde
değiştirecek, belki de türümüzün varlığını tehdit edecek.
Dolayısıyla bundan sonraki nesillerin tek ve en önemli konusu
olacak bu dehşeti düşünmek ve insanlar kadar hatta onlardan da çok
bunun mağduru olacak diğer türleri anlamak için Bienal iyi bir
fırsat sunuyor. Tüm bu fikirleri Resim Heykel Müzesi’nde geniş bir
yer ayrılan Feral Atlas Collective’in hazırladığı bölüm, hem de
güzel şiirler, video ve resimlerle iyi anlatıyor. Adeta temanın
gerekçelerini bize özetliyor.
MİMARLIK LUNAPARKI
Ana mekan diyebileceğimiz Resim Heykel Müzesi’nde çok sayıda
video ve enstalasyon var. Bir sanatçının farklı büyüklüklerde çok
sayıda iş donattığı odalardan çokça var. İçlerinde sanırım en
ilginci Güneş Terkol ve Güçlü Öztekin’in imzasını taşıyor. Diğeri
ise Simon Fujiwara’nın günümüzün mimarlık düşkünlüğü ile dalgasını
geçtiği 'Dünya Çok Küçük’ü… Mimari tasarımları birer lunapark
eğlenceliğine dönüştüren bu işin, yine mimari özellikleri için
merakla takip ettiğimiz ve bayıla bayıla gezdiğimiz Resim Heykel
Müzesi’nde yer alması ise pek anlamlı…
Doğa sadece resimler ve videolarda değil, kuru yaprak kokuları,
zambak kokuları arasında gezdiğiniz salonlarda bizzat yaşıyor,
karşınıza çıkıyor. Farklı kültürlerden, insanın doğayla kurduğu
unutulmuş ilişkilerden ya da kentsel dönüşüm gibi günümüz
meselelerinden söz eden çok sayıda Uzakdoğulu ve Afrikalı sanatçı
var. Bunların içinde beni en çok çekenlerden biri Tayvan’dan… bizim
Sulukule’ye benzeyen bir kentsel dönüşümü anlatan En Man Chang’ın,
teşhiri de çok güzel ve etkileyici olan video enstalasyonu
'Temelsiz Toprak’. Diğeri ise belki de basitliğiyle etkili olan,
sözünü hiç dolandırmayan Afrika kökenli sanatçı Radcliffe Bailey’in
siyahi köleleri taşıyan gemi parçası.
Sergide evet çok sayıda video vardı. İzlemesi dikkat ve zaman
isteyen videolar, çağdaş sanatın zorlu bir alanı, ama bol video her
bienal için normal, çünkü günümüzün en gözde malzemesi, sanat yapma
biçimi bu. 16'ncı Bienal’deki pek çok güzel video içinde en
beğendiğim film Mika Rotenberg’in komik, ritmik, estetik işi,
formların değişimini, teknoloji-doğa ve insanı ele alan şahane
'Spagetti Blok Zinciri’ oldu.
Sergide pek çok ‘güzel’ resim, heykel, enstalasyon vardı.
Şiirsel, estetik, belli bir zenaat ve emekle yapılmış, özgün bir
fikir içeren, bakması karşılaşması ‘güzel’ işler... Bunlar arasında
Jeniffer Tee’nin resimleri, Müge Yılmaz’ın 'On Bir Güneş’ adlı
yerleştirmesi, Turiye Magadlella’nın kadın çorabı mağarası, Sanam
Khatibi’nin Pera Müzesi’ndeki resmi, Suzanne Husky’nin duvar halısı
aklımda kalanlar...
Güzel resimler ve enstalasyonlar bakımından Pera Müzesi de son
derece vaatkar. Burası hayali dünyalara ve büyük anlatılara
ayrılmış diyebiliriz. Tabii bienalin teması, iklim değişikliği ve
dünyanın geleceği olunca ütopyaların, distopya ve hayali dünyaların
da kapıları aralanıyor. Bu aralıktan geçen, büyük çaplı işler Pera
Müzesi’nin katlarına dağılmış. Norman Daly, yarım asır üstünde
çalıştığı hayali uygarlık Llhuros’un hayali eserlerini bir
arkeoloji müzesi atmosferinde bizimle buluşturuyor. Müzelere
duyduğumuz tutkuyu ve tarih saplantımızı hedefleyen bu iş özellikle
ihtiva ettiği emekle takdire değer. Hayal ürünü bir alemin resimli
ansiklopedisini hazırlayan Luigi Serafini’nin muhayyilesi ve sabrı
ve becerisi de öyle… Heykellerini suya gömüp midye ile kaplamasıyla
tanınan Simon Starling’in İstanbul için yaptığı midye kaplı maske
ile birlikte bu işlerin tümü, aslında sanatta çokça yapılan bu
nedenle belki de artık şaşırtıcılığı kalmayıp etkisini yitiren bir
tarzın devamı gibi. Damien Hirst’ün 2017’de Venedik’te de
sergilenen devasa midye kaplı heykellerle (Treasures from the Wreck
of The Unbelievable) büyük bir şova dönüştürüp tüm sürprizini emip
bitirdiği bir tarz… Charles Avery’nin kendi hayal dünyasında
kurduğu ‘Ada’ ise ilk bakışta benzer bir tarzda gibi görünse de
güzel resimleri, felsefeden gücünü alan meselesi ve en çok da
camdan deniz mahlukatlarıyla kurduğu balık pazarının kendine özgü
atmosferi sayesinde farklı bir yerde duruyor. Hatta benim için
Bienal’in en güzel işleri arasında yerini alıyor.
RESİM HEYKEL MÜZESİ İLE İLK BULUŞMA
16'ncı İstanbul Bienali’nin İstanbul sanat izleyicisine bir
hediyesi de Resim Heykel Müzesi’nin yeni binasıyla buluşma fırsatı
sunması oldu. Bir zamanlar en güzel sergilere mekan olmuş 5 nolu
Antrepo, uzunca bir süredir cadde tarafındaki Denizcilik
İşletmeleri ofisleriyle birlikte, bir müze binasına dönüşüyordu.
Mimar Emre Arolat’ın projesini yaptığı bina tamamlandı. Türk sanat
tarihini simgeleyen koleksiyonuyla birlikte müze, 2020’de açılacak.
Nasıl bir müze olacağını hala merakla bekliyoruz. Ama gördük ki
güzel bir binası olacak. Eski antrepo binası tipik bir modern müze
yapısına dönüşmüş. Eskisine benzer biçimde korunan girişi, yarım
asır önceki modernist mimari dokuyu yaşatacak. Benzer bir duygu,
gri rengin hakim olduğu içeride de devam ediyor. Konteynırlardan
ilham alan sergi odaları, rampaları, yüksek sergi alanlarıyla büyük
bir koleksiyonu ve daha fazlasını ağırlamaya hazır… Tabii Bienal’i
gezenler, bu yeni müze binası kadar etrafında sürüp giden inşaattan
da gözünü alamıyor. Galataport ve İstanbul Modern inşaatları,
gözünüzün dışarı kaydığı her an sizinle. Bu durum, inşaatın
damgasını vurduğu çağda düzenlenen bir bienal için, olması gereken
bir şey belki de…
Resim Heykel Müzesi'nin yeni
binası
İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından düzenlenen İstanbul
Bienali, sponsor Koç Holding’in katkısıyla ücretsiz gezilebilir.
(Girmek için internet sitesinden kayıt yaptırmanız gerekiyor,
önceden yapmak avantajlı…) Küratörü, Fransız yazar ve akademisyen
Nicolas Bourriaud. Fındıklı’daki MSGSÜ İstanbul Resim Heykel Müzesi
binasında, Beyoğlu’nda Pera Müzesi’nde ve Büyükada’da çeşitli
mekanlarda gerçekleşen Bienal 10 Kasım’a kadar açık kalacak.