Eldeki imkânlara razı olup hayat boyu çalışsa da eline geçen parayla faturalarını bile ödeyemeyen çoğunluk çoğaldıkça bu soru daha hayati bir hal aldı elbette: Tek başına çıkış imkânı var mı, yok mu? Bu ortamın çeşitli platformlardaki “hiçbir şey üretmeden ünlü” olabilme hırsını da, şans ve para oyunlarına duyulan ilgiyi de, kişisel gelişimsel uygulamalarını da, bunların yanında türlü dolandırıcılık biçimlerini de iyice köpürteceği çok açık, öyle de oluyor.
“Küçük insan”ın yükselme hırsı ve bu uğurda ne kadar ileri gidebileceği, hayatın, dolayısıyla kurmacanın öteden beri en gözde meselelerinden biri. Acımasız dünyada en altta kalmaya mahkûm görülen, kaderine itiraz etmeyen “iyi” yoksullarla, dünyanın kaymağını yiyen şanslı varsıl azınlık arasında, daima yer değiştirme imkânı olan bir “belki/ya çıkarsa” kitlesi, tüketime dayalı tüm sektörlerin gözünü diktiği kişi. Bu açıdan düşünüldüğünde “küçük insan” hiç de küçük değil ama kendi sınırları içinde, tek tek idare edilebildiği sürece öyle kalmaya devam edecek.
Dünyanın tam da böyle bir yer olduğu, açgözlü insan ruhunun başka türlüsüne imkân vermeyeceği, bireysel gayret, gözü karalık ve kurnazlıkla sağlanabilecek “sınıf atlama” olasılığı dışında, düzeni değiştirmenin bir yolunun bulunmadığı… Çocukluktan itibaren bin bir yolla insana öğretilen bu. Ya kaderine razı olur, hayatını çalışarak geçirip huzurlu ama uzamaz kısalmaz garantici bir ömür sürersin ya da “akıllıca” davranarak başkalarının üstüne basa basa şansını genişletirsin. Eldeki imkânlara (ve kaderine) razı olup hayat boyu çalışsa da eline geçen parayla faturalarını bile ödeyemeyen çoğunluk çoğaldıkça bu soru daha hayati bir hal aldı elbette: Tek başına “yırtma” imkânı var mı, yok mu?
Bu ortamın YouTube, TikTok gibi platformlardaki “hiçbir şey üretmeden ünlü” olabilme hırsını da, şans ve para oyunlarına duyulan ilgiyi de, kişisel gelişimsel uygulamalarını da, bunların yanında türlü dolandırıcılık biçimlerini de iyice köpürteceği çok açık, öyle de oluyor. Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan, ay başında ayı nasıl bitireceğinin planını yapan insan, labirente serpiştirilmiş peynirlerle esas çıkış gözden gizlendiği sürece, eksi hesabından sömürülmeye en müsait kişi, hâlâ.
Sırf son dönemlerde yükselen işçi eylemlerinin hızla ortaya çıkardığı sonuçlar bile, bu acımasız düzende kaderi değiştirmenin bireysel yırtma çabalarından çok daha fazla, direniş ve dayanışmayla mümkün olabileceğinin mis gibi kanıtı. Kadın mücadelesi, bin yıllardır birbiriyle rekabeti köpürtülerek, “kadın kadının kurdudur” paranoyası beslenerek sürdürülen erk yararına düzenin ancak buna tüm gücüyle itiraz eden bir dayanışma ve birlikle kırılabildiğini gösterdi. Yine de çarkın tüm dişlileri, şunu fısıldamaya devam edecek: “Belki bir çıkış var ama tek başına.” Sınırlı insan ömrünün temel problemi de bu cazip yanılsamaya kapılmakla hasır altı edilmek için mümkün her yolun kullanıldığı hakikati görmek arasındaki dengede gizli olacak.
Rene Girard, “Romantik Yalan ve Romansal Hakikat (Edebi Yapıda Ben ve Öteki)” adlı etkileyici kitabında, modern toplumun yalnızca olumsuz bir taklitten ibaret olduğunu ve herkesin gittiği yoldan çıkma çabasının herkesi karşı konulmaz bir biçimde tekrar o yola ittiğini söyler. Girard’a göre tüketim kültüründe farklılığını, özgünlüğünü sürekli olarak tüketim aracılığıyla inşa etmeye çalışan birey, baştan bu amacı nedeniyle diğerleriyle benzer olmaya mahkumdur. Ancak arzusunun dolayımlılığını reddetme eğilimindedir.
Görünürde “romantik aldanış”ın açmazlarını ortaya koymak için yazılmış olsa da kimilerince modern roman eleştirisinin temel metinlerinden biri kabul edilen kitabın değeri yazıldığı dönemde çokça tartışılmıştır. Girard, yapıtının yazıldığı dönemde hedefe ulaşamamasının temel nedeninin “en kıymetli yanılsamamıza, arzularımızın gerçekten kendimize ait olduğu, gerçekten özgün ve kendiliğinden olduğu inancına saldırması, arzunun öykünmeci (mimetik) doğasını sorgulaması” olduğunu söyler.
Okuduğum ilk zamandan bu yana çeşitli nedenlerle sık sık başvurduğum bu kitabı, son günlerde izlediğim, birbirinden çok farklı iki yapımın düşündürdükleri üzerine yeniden elime aldım. Popüler Netflix belgeseli “Tinder Avcısı” (The Tinder Swindler) ve Guillemo del Toro’nun etkileyici yeni filmi “Kâbus Sokağı” (Nightmare Alley).
“Tinder Avcısı”, adı üzerinde, dünyaca popüler “çöpçatanlık” uygulaması Tinder’da milyoner taklidi yaparak kadınları avlayan, çoğunlukla olanakları sınırlı, orta sınıf kadınlar üzerinden yürüttüğü duygusal dolandırıcılıkla 10 milyon dolar gibi bir parayı cebe indiren bir şarlatanı anlatan bir gerçek suç belgeseli. Simon Leviev takma adıyla, bir pırlanta zengininin oğlu taklidini yaparak sürdürdüğü aşırı lüks hayatla kadınları kendine çeken, bir aylık lüks hayata eşlik eden “love bombing” aşamasının ardından da “peşimde düşmanlar var” yalanıyla bu kadınlara kredi üstüne kredi çektirerek kurduğu sistemle gününü gün eden su katılmamış bir dolandırıcı, Simon. Mağdurlardan birinin ünlü bir Norveç gazetesiyle kurduğu işbirliği sonucunda ifşa olup yakalansa da İsrail’de geçmişteki çeşitli suçlarından birkaç aylık cezasını yatmış çıkmış. Kurnazca yürüttüğü esas büyük dolandırıcılıktan ceza almamış, hâlâ serbest hatta sosyal medyada “Bugün Bentley mi, Ferrari mi?” kararsızlığıyla dolanıyor. Belgeseli izleyenlerin çoğunluğu da, lüks hayat vaadiyle bu adama bile bile lades diyen kadınların “salaklığına”, varsayılan kurnazlığına ya da her ikisine birden, adamdan daha çok kızıyor besbelli.
Halbuki aslında belgeselden anlaşıldığı gibi, mağdurları avlayan mekanizma para hırsından çok daha fazla, küçüklükten beri benimsetilen “beyaz atlı prens” imgesine, romantik aldanışa borçlu varlığını. Ama dolandırıcının hayat boyu dolandırıcı olarak dolanmasının, şimdi artık adı sanı ve ünüyle bunu yapmasının önünü açan abuk düzendense, mağdurları suçlamak daha kolay.
Küçük adamın insanları kandırarak yırtma hırsının nerelere varabileceğini gösteren bir diğer güncel ve kuşkusuz estetik açıdan çok daha ilgiye değer yapım da, Guillermo del Toro’nun son filmi “Nightmare Alley” (Kâbus Sokağı). Yönetmen, çoğu filmindeki gerçek ve gerçeküstünün, fantastiğin sınırları arasında gezinirken insanın temel korku ve arzularına değen cazip olduğu kadar da tekinsiz öykü dünyası ve atmosferini burada da ustalıkla kurmuş. 1947 yapımı aynı adlı film noir’ın bu bol yıldızlı yeniden çevrimini ben çok beğendim.
“Kabus Sokağı”, İkinci Dünya Savaşı ortamında kaderini değiştirmeye çalışırken yolu bir karnavala düşen aşırı hırslı bir genç adamın (Bradley Cooper) hikayesini anlatıyor. O insanı eşit ölçülerde huzursuz edip eğlendiren karnaval ortamından başlayarak tıp tıp yağan yağmur ve karın neredeyse tüm filme eşlik ettiği birbirinden iyi tasarlanmış mekanlarıyla, zaman zaman sarkan senaryoya rağmen dışına çıkmayı pek istemediğiniz bir dünya bu. Temel merak da başta bahsettiğim ikilem üzerine. Filmin şahane kadrosundaki en iyi isimlerden Toni Collette’in canlandırdığı Zeena karakterinin dediği gibi, adamımız tam bir “belki” kişisi. Yani iyiyle kötü, caziple tehlikeli, kurban ve fail arasında bir dengede. Macerasını bu iki taraftan hangisinde noktalayacağı, bunu yaparken de kimin hayatını ne derece karartacağı başlıca merak konumuz. Bu iyi filmin en büyük zaafı da yine burada ama. Ripley’den bu yana hep işleyen o formülü çalıştıracak denli güçlü bir özdeşleşim kuramıyoruz karakterlerle. Stil ve atmosfer daima hikâyenin önünde. Yine de aldığımız haz da çıkardığımız hisse de az değil. Karnaval, panayır, sirk gibi mekanlar, büyüyle büyü bozumunun sürgit bir döngüde, aynı anda gerçekleştiği yerler. Sanal deneyimlerin gerçek, etkileşimli izleme etkinliğinin çoktan önüne geçtiği günümüz dünyasında, özellikle sinema açısından cazibelerini korumaları da bundan kaynaklanıyor belki. Küçük bir alana birçok eğlence ve acayipliğin sıkıştırıldığı bu mekanlar, prodüksiyonun “zavallılığını”, insan elinden çıkmalığını hiçbir zaman gizlemiyor. Kurduğu büyüyü kendi eliyle bozan bu yabancılaştırıcılık da bu ortamlara özgü tekinsizlik hissine dahil oluyor. Gerçek hayatta insanı bulut gibi saran bu kâbus/rüya hissinden yoksun olduğumuz için, “kandırılma”nın pek bu kadar estetik bir yanı da olmuyor.
Karnavaldaki iyi niyetli, yaşlı bir ustadan öğrendiği “zihincilik” (zihin okuma) tekniğini giderek daha kötüye kullanarak para ve ün elde eden hırslı genç “şarlatan” Stan’a Girard’ın kitabında “üçgen arzu modeli” olarak tanımladığı sistemin çok bildik ikilisi eşlik ediyor: Huzur ve masumiyeti temsil eden “iyi kadın” Molly (Rooney Mara) ve arzu, hırs ve kibrin temsilcisi femme fatale Lilith (Cate Blanchett). Eskinin donuk bakışlı ama karizmatik büyük yıldızlarının günümüzdeki en iyi temsilcilerinden Blanchett başta olmak üzere, tüm oyuncular çok iyi.
Stan kaderinden yırtmaya, yükselmeye çalıştıkça batıyor. Filmin final sürprizi de “tek başına çıkış var mı?” sorusuna pek güzel bir cevap veriyor. Kadınların değil ava gidenin avlandığı finali ayrıca sevdim.
Romantik yanılsamalarla “romansal” hakikat arasındaki ayrım daima, giderek acımasızlaşan dünyada ayakta kalmanın sahici yolları üzerine düşünme imkânı veriyor.