Hem Müslüman, Hem Feminist: Neden olmasın ki?

İslam dininde kadının yerini sorgulayan dindar kadınlar, baş örtülü olsun veya olmasınlar türlü sorunlarla karşılaşıyorlar. Dindar erkeklerin husumetini çektikleri gibi, feminist gruplardan da bazı tepkiler görüyorlar. Müslüman, dindar bir kadın feminist olabilir mi, sorusunu, eskiye göre daha seyrek olsa da, hepimiz duyuyoruzdur. Böylesi bir kimlik adeta eşyanın tabiatına aykırı sayılıyor.

Funda Şenol fsenol@gazeteduvar.com.tr

AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin’in tesettürlü kadın tutukluların çıplak arandıklarının ortaya çıkmasından sonra yaptığı açıklama birçok kesim tarafından infialle karşılandı. Gözaltına alındıkları dönemde çıplak arandıklarını beyan etmeye cesaret edemeyip, üzerinden zaman geçtikten sonra dile getiren kadınları ve onların seslerini duyurmaya çalışan insan hakları savunucularını hedef alarak: “Onurlu ve ahlaklı kadın bir sene beklemez. (…) Bu insanlar artık talimatla bebek sahibi oluyorlar, ‘bebekli kadınlar cezaevinde var’ demek için” diyordu Zengin. Zengin’e yönelik eleştirilerin bir kısmı, özellikle laik kesimden kadınlar ve erkekler tarafından yapılanların bir kısmı, fırsattan istifade, asıl hedefe, tabiri caizse kendi mahallelerinde meskun dahili ötekilere fırlatılan oklar gibiydiler: “Türbana özgürlük” diyen sözde solcular ne büyük gaflet, hatta aptallık içindeydiler. Hâlâ anlayamamışlardı onların hesaplarını. En çok da, Özlem Zengin’i kadın hareketindeki geçmişi ile ve olumlu bir izlenimle hatırlayan Oya Baydar’ın, “Bir zamanlar sizi ‘onurlu’ ve ‘ahlaklı’ bir kadın olarak tanımıştım” başlıklı yazısına içerliyorlardı. Her fırsatta önümüze koyulan ve Baydar’ın nezdinde tüm “yetmez ama evet”çilere yönelen husumet yıldırıcı biçimde yine gündeme geliyordu. Üstelik, Baydar’ın siyasi duruşunu eleştirirken cinsiyetçi hakaretlere, küfürlere başvuranların bir bölümü kendilerini solcu, demokrat veya özgürlükçü olarak adlandıranlardı. Bıraksan kadın özgürlüğünün bayraktarlığını yapacaklardı. Böylece bir sopayla, kendileri gibi düşünmeyen birkaç kişiyi dövüp rahatlamış oluyorlardı.

Bu hesaba göre, bütünüyle tesettür kurallarına uygun kılık kıyafet yahut türban, baş örtüsü, kadınların özgür iradelerinin tezahürü olamazdı. Bir semboldü, bir bayraktı ve erkeklerin güdümündeydi bu kadınları tümü. Onlar siyasi İslam'ın neferleri, irticanın enstrümanlarıydılar. Onlar arasında kendisine özgürlükçü, feminist diyen gruplarla birlikte yürüyen feminist veya demokrat kadınlar da radikal İslam'ın yönetim mekanizmasına, devlet kurumlarına, toplumsal ilişkilere hakim olmasına giden yola taş döşüyorlardı. Tıpkı Oya Baydar’a yapılan saldırılar gibi, Özlem Zengin’i haklı olarak eleştirirken bile cinsiyetçi bir dil kullanmaktan geri kalmayarak haksız duruma düşüyorlardı böyle düşünenler. Sosyal medyada yaptığı ilk gece hakkına göndermeli paylaşım yüzünden soruşturmaya tabi tutulan, erkek akıl tutulmasıyla malul avukat buna iyi bir örnek. Sarf ettiği cinsiyetçi ve hakaretamiz sözler nasıl kabul edilemezse, bu sözler bahane edilerek “Cumhurbaşkanına hakaretten” cezai kovuşturmaya uğraması da kabul edilemez tabii.

Özlem Zengin ise geçmişte kadın hareketi içindeki varlığı ve faaliyetleri hatırlatılarak hayal kırıklığıyla eleştirilince, konuyu bizim mahalle/karşı mahalle tartışmasına çekerek mevzilenmeye karar vermiş görünüyordu. “İffet, namus” gibi kavramları hayatında sarf etmediğini özenle vurguladıktan sonra, Uşak’taki olayda mağdur olduğunu söyleyen tutuklu kadının “başörtülü kadın avukatı” ile görüştüğünü belirtiyordu: “Diyor ki, ‘Ben başörtülü bir kadınım, benim müvekkilimle ilgili böyle bir durum olsa önce ben itiraz ederim, bu özelliği olan bir operasyon’ diyor.” Ve de şöyle devam ediyordu: “ ‘Siyasal İslam’ın karanlık yüzü’. Ne siyasal İslam’ı biliyorlar, ne bizi tanıyorlar. Hâlâ bir öfke kusumu var. Türkiye değişti ama maalesef onlar değişemiyor.”

Bunları okuyunca, yaşıtım kuzenlerden biriyle Refah Partisi’nin ilk seçim zaferinden sonra Ankara’da, Kızılay’da kalabalık ve muzafferane bir yürüyüş gerçekleştiren türbanlı genç kadınların ortasında kaldığımız aklıma geldi. Beka sendromunun olmazsa olmazı olarak bize ezberletilen irtica korkusu, hemcinslerimizin türbanlarında bayraklaşmış gibi gelmişti o gün bize. Kuzenim benden çok daha öfkeli ve gözü karaydı. Karşıdan gelen coşkulu kadınlardan birine omuz atıp ağzına geleni saydırmaya başladı. Saldırıya uğrayanların şaşkın bakışları öfkeli bir hareketlenmeye dönerken, hâlâ meydan okumaya yeltenen kuzenimi ensesinden yakalayıp bir mağazaya ite kaka sokmak zorunda kaldım.

O günü sık sık hatırlıyorum. Ve her aklıma geldiğinde birbirimizi görmek, duymak, anlamak bu kadar mı zor, diye düşünüyorum. Özlem Zengin’in hoyrat, dışlayıcı dili ve öfkeli tavırları ile laik kesimden birtakım kadınların önyargılı, alaycı, toptancı yaklaşımlarının birbirinden farkı var mı? Bence yok. Başörtülü olduğu vurgulanan avukatın, yine başörtülü müvekkilinin çıplak aramadan, başörtüsüz olanlardan daha fazla rahatsız ve mağdur olacağına yönelik ima, dindar kadının, dindar olmayandan daha kırılgan ve mukaddes olduğu düşünülen ahlakı ve onurunun erkeklerin öznesi, aktörü oldukları siyasete alet edilmesi esas rahatsız edici olan. Politik argümanlarını güçlendirmek, seçmen kitlesinin onayını almak, inancına, kutsalına saldırıldığını savunarak mağduriyet devşirmek, iktidar alanını tahkim etmek için ahlak ve onur kavramlarıyla oynamak, bunu da yine kadın bedeni üzerinden yapmak muhafazakar siyasetin alışageldiğimiz bir taktiği. Ama öte yandan, özgürlükçü olduğunu iddia eden siyasi ideolojilerin de aynı kadınlar ve onların bedenleri ve kıyafetlerini mevzi kazanmak ve karşı argüman üretmek için kullanmaları. Hele bunu yapanlar yine kadınlar olunca hayal kırıklığının yükü artıyor.

Kadınların bedenleri ve yaşam tarzlarının, ana hatlarını ve sınırlarını erkeklerin çizdikleri ideolojilerin enstrümanı haline gelmesini önlemek için eşitlik ve özgürlük taleplerini dile getirmekte ortaklaşmalarının çok önemli olduğuna inanıyorum. Bir kısmını şahsen, bir kısmını da çalışmaları ve faaliyetlerini takip ederek gıyaben tanıdığım Müslüman feministler AKP iktidarı boyunca yaratılmaya çalışılan derin yarılmanın üstesinden gelmek, çoğu hepimizin ortak meselesi olan, bir kısmı da İslam dininin hakim yorumunda kadına uygun görülen yerin ve rollerin ürünü olan ayrımcılıklarla, dışlayıcı, ezici politikalarla, geleneksel ahlakla mücadele ederken dayanışmayı çok önemsediğim, akıllı, sorgulayıcı, ufku geniş kadınlar. Hem akademide, hem de sosyal hayatta onlardan çok şey öğrendim, öğreniyorum. Dayanışma ağları örmek gerektiğinde birlikte çok sağlam ilmekler atabiliyoruz. İşte onlardan bir grup, Nebiye Arı’nın hazırladığı Hem Müslüman, Hem Feminist belgeselinde dertlerini ve mücadelelerini anlatıyorlar. İnançlarını erkeklerin koydukları kurallar ve yasaklara göre yaşamayı reddeden kadınlar bunlar.

Belgesel, mücadeleci yaşamı travmatik biçimde sonlandırılan Konca Kuriş’le açılıyor. Laik bir aileden gelen Konca, niçin sonradan başını kapattığını soranlara, başı açık bir kadının baş örtülü kadınlara derdini anlatmasının çok zor olduğu cevabını veriyor. Kur’an’ın erkekler tarafından yorumlanarak hayata geçirilmesinin dindar olan ve olmayan kadınlar bakımından yarattığı sorunları anlatmaktan bıkmayan Konca, yıllar sonra “Allah mı, erkekler mi kadınlara daha fazla sorumluluk yüklüyor?” diye sordukları için sembolik linçe maruz kalan Müslüman feminist kadınlara ilham vermiş. Kendisi bunun bedelini daha ağır ödemiş olsa da… İslam dininde kadının yerini sorgulayan dindar kadınlar, baş örtülü olsun veya olmasınlar türlü sorunlarla karşılaşıyorlar. Dindar erkeklerin husumetini çektikleri gibi, feminist gruplardan da bazı tepkiler görüyorlar. Müslüman, dindar bir kadın feminist olabilir mi, sorusunu, eskiye göre daha seyrek olsa da, hepimiz duyuyoruzdur. Böylesi bir kimlik adeta eşyanın tabiatına aykırı sayılıyor. Belgeselin yönetmeni Nebiye Arı buna isabetli biçimde “başörtüsü yorgunluğu” diyor. Belgeselde Havle ekibi adına konuşan ve başı açık olan Selma, başı örtülü arkadaşıyla bir panelde konuşurlarken, kendisinin Müslüman, arkadaşının ise feminist olduğuna kimseyi inandıramadıklarını söylüyor. Nebiye, kendisiyle yapılan bir Youtube söyleşisinde tam bunu anlatırken, bir erkek izleyicinin şu yorumu, muhatabının kimliğini sorgulamaya ve hatta inkar etmeye varan hadsizliğin ete kemiğe bürünmüş hali gibi: “Nisa suresini okuyan bir kadın nasıl hem feminist, hem Müslüman olabilir?”. Bu absürt soruyu soranın inancına dair bir fikrim yok fakat rahatlıkla dindar biri de, laik biri de bunu sorma cüretini gösterebilir içinde yaşadığımız fikir ikliminde. Dindarlara göre bu sureyi okuyan bir kadının, oradaki buyruklara karşı çıkması ne kadar günahsa, laiklere göre bu surenin de içinde bulunduğu bir kutsal kitaba dayanarak yaşayan bir kadının oradaki buyruklarla arasına mesafe koyarak, onları eleştirerek var olması o kadar inandırıcılıktan uzak. Politik olarak birbirlerinden iki gezegen kadar uzak olduklarına inanan erkeklerin, kadınlara had bildirmek söz konusu olunca ağız birliği etmeleri, ortak tavır sergilemeleri çok tuhaf, çok tanıdık.

Erkek fıkıh ve hadis alimlerinin üstenci, dayatmacı ve dogmatik yaklaşımlarına yönelik Müslüman kadınlardan yönelen itirazların uzun bir geçmişi olduğunu da bu belgeselden öğreniyoruz. Yazıya eşlik eden kapak fotoğrafında görebileceğiniz, Çorum’da yapılan bir toplantıda, uzun masanın arkasına dizilip İslam’da kadın konusunda ahkam kesen erkeklere titrek sesle itiraz eden iki baş örtülü kadın var belgeselde. O kadar etkileyici ki bu sahneler. O titrek sesin gücü, kararlılığı, meydan okuyuculuğu, Feyza Akınerdem’in ifadesiyle, “patriarkaya başkaldıran” kadınların tiz perdeden başlayıp güçlenen sesleri aslında.

Müslüman feministlerin kayda değer bir kısmı, sadece İslami düzende kadının yerini değil, kadını ikincilleştiren, ayrımcılığa maruz bırakan her türlü ideolojiyi, sistemi, paradigmayı, sadece toplumsal cinsiyet politikaları bakımından değil, bütünlüklü biçimde sorguluyor, eleştiriyor ve öneriler getiriyorlar. Belgeselde, bazı kadınlar, muhafazakar iktidarın kendilerini temsil etmediğine inandırmakta zorluk çektikleri için feminist örgütlere girmekte tereddüt ettiklerini söylüyorlar. Bunun için de kendi aralarında örgütleniyorlar.

Belgeselde dertlerini ve faaliyetlerini anlatan Emek ve Adalet Kadın Grubu, Reçel Blog, Havle, Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü, Kadına Şiddete Karşı Müslümanlar, örgütlenme ve dayanışma ile su sızıntısını çağlayana dönüştürmek için çabalıyorlar. Sünni Müslümanlığın baskın olduğu ve hayatın her alanını belirlediği bir toplumda farklı cinsel kimliklerden, dinlerden, mezheplerden, ideolojilerden, kültürlerden ve sınıflardan gelen kadınlar olarak dayanışmanın gücüne inanıyorum ben. Bir kadın için elde edilecek makam, görülecek ikbal, erişilecek refah düzeyi, sahip olunacak güç ne olursa olsun, kadını kadının kurdu haline getirmeye çalışarak bu çarpışmadan kendileri için kullanışlı, makbul kadının hasıl olmasını bekleyen erkeklerin belirlediği kurallarla ve söylemlerle siyaset yapmanın, gündelik hayatı buna göre biçimlendirmeye çalışmanın, onların ağzıyla konuşmanın kadınların özgürleşmelerine faydası yok, epey zararı var.

 
Tüm yazılarını göster