Hem saat hem pusula: Fazıl Hüsnü Dağlarca

Toplumculuğunun temelinde insana ve insan hayatına saygı yatan Fazıl Hüsnü Dağlarca, çok yazan ve üreten bir şair kimliğiyle, bağımsız kalarak hiçbir şairden etkilenmemiş, hiçbir akımın etkisinde kalmayarak şiirlerini yazmıştır. Onun sanat anlayışını şu cümlesi özetler: “Sanat eseri hem bir saat gibi içinde bulunduğumuz zamanı, hem de bir pusula gibi gidilmesi gereken yönü işaret etmelidir.”

Abone ol

Fazıl Hüsnü Dağlarca, 1914’te İstanbul’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Anadolu’nun çeşitli yerlerinde tamamladı. Kuleli Askeri Lisesi'ni (1933) ve Harp Okulu'nu (1935) bitirdi. Orduda hizmeti 15 yılı doldurunca askerlikten ayrıldı (1950). Çeşitli memuriyetlerde bulunduktan sonra 1959’da emekliye ayrıldı. İstanbul’da Kitap Kitapevi'ni kurdu. 1960-64 arasında Türkçe adında bir dergi çıkardı (43 sayı). 1970’te sahibi olduğu yayınevini kapattı. Edebiyata olan ilgisi çok genç yaşlarda başladı; henüz 13 yaşındayken Yeni Adana gazetesinin öğrenciler arasında açtığı öykü yarışmasında birinci oldu. İlk şiiri 1933’te İstanbul dergisinde çıktı. Edebiyat dünyasında adını duyurması 1934’te, Harp Okulu öğrencisiyken Varlık’ta yayımladığı şiirlerle oldu. Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının en verimli şairlerinden biri olan Dağlarca, yaşamını sadece şiire adadı. Yetmiş-seksen civarında şiir kitabı yayınladı. Şiirleri pek çok dile çevrildi, birçok ödül kazandı. 15 Ekim 2008 tarihinde, 94 yaşında İstanbul’da yaşamını yitirdi.

Ölümünden bir yıl önceydi, evine gitmiştim. Aslında kimseyle konuşmak, fotoğraf çektirmek, antolojilerde görünmek istemiyordu. Hatta kitaplarının basılmasına bile izin vermiyordu. Duvarında Adana'da çekilmiş bir fotoğrafını görünce Adana'dan söz açtım. Gözleri ışıldadı, heyecanlandı. İşe öyküyle başlamış, ilk öyküsü de Yeni Adana Gazetesi'nde yayınlanmış, ödül almış. Çok ilginç, ben de öyküyle başlamıştım ve ilk öyküm Yeni Adana Gazetesi'nde yayınlanmıştı. Elbette haddimi bildim ve bunları ona söylemedim. Zaten ancak kendisi konuşuyordu ve kimseyi dinlemiyordu. Uzun uzun gazetenin sahipleri Yüreğir ailesini anlattı, eski Adana'yı anlattı. Masanın üstünde bir sürü yan yana duran defter gösterdi. Hepsine farklı şiirler yazıyormuş. Anladım ki, onun için "şiir fabrikası" denmesi boşuna değilmiş. Şairler konusunda çok acımasızdı. Sesi sanki kayaların içinden geliyordu. Kanepede otururken, bir sfenks gibiydi.

.

Fazıl Hüsnü Dağlarca, yaşamın, gerçekliğin neredeyse bütün boyutlarını karşılayan izleklerde şiirler yazdı. Yurtseverlik, ölüm, çocuk, mistik duyarlılıklar, tanrı, doğa, aşk, dostluk, insan vb. Ünlü şiiri “Çocuk ve Allah” ta, bir çocuğun dünyasından varoluşu sorgular: “Bu eller miydi masallar arasından /Rüyalara uzattığım bu eller miydi? /Arzu dolu, yaşamak dolu,/ Bu eller miydi resimleri tutarken uyuyan. /Bilyaların aydınlık dünyacıkları /Bu eller miydi hayatı o dünyaların…

İlhan Berk, Fazıl Hüsnü Dağlarca ile aynı çağda yaşamaktan büyük bir zevk aldığını söyleyecektir. Türkçeyi çok iyi kullanmış, duru, temiz, akıcı, samimi diliyle kuşakları etkilemiştir. Böylece sağlıklı bir Türkçenin gelişmesine önemli katkılarda bulunmuştur. Toplumculuğunun temelinde insana ve insan hayatına saygı yatan Dağlarca, çok yazan ve üreten bir şair kimliğiyle, bağımsız kalarak hiçbir şairden etkilenmemiş, hiçbir akımın etkisinde kalmayarak şiirlerini yazmıştır. Onun sanat anlayışını şu cümlesi özetler: “Sanat eseri hem bir saat gibi içinde bulunduğumuz zamanı, hem de bir pusula gibi gidilmesi gereken yönü işaret etmelidir.”

Cemal Süreya, 1980’de çıkarmaya başladığı “Papirüs” dergisinin ilk sayısında, Fazıl Hüsnü Dağlarca ile dergi adına “Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Dedikleri, Demedikleri” başlıklı uzun bir söyleşi yapar. Söyleşinin bir yerinde şöyle bir soru sorar: “ ‘Çocuk ve Allah’ 1940’da yayımlandı. Bu dönemde Garipçiler var. Sizin bu grupla ilişkileriniz görülmüyor, bunu açıklar mısınız?” Bu soruya Fazıl Hüsnü Dağlarca şu yanıtı verecektir: “Bu durum ayrı ayrı yerlerden yola çıktığımızdan, ayrı ayrı yerlere varmak istediğimizdendir. Ben büyük Türk şiirini yadsıyarak işe başlamadım. Uzun bir geleneği olan büyük bir şiire, kendi yaşamımı, kendi duyarlığımı da katarak, yeni yerlere ulaşacağımızı gördüm. Şiirin hiçbir zaman eskimeyeceğini, günlük küçük duyarlıkların bir geleceğe ulaşamayacağını, hele tamamen bir dil kuruluşu olan şiirin, başka bir dilin kuruluşu içinde soluk almasının olanaksızlığına ilk günlerden inandım. Sonra şiirin bir oyun, bir nükte oyunu olmadığını kalemi elime aldığım gün duydum…”

.

Fazıl Hüsnü için şiir, dediği gibi, çok ciddi bir iştir. Attila İlhan için de öyledir. Bu şairler ilginçtir, deneysel çıkışlara büyük tepki göstermişlerdir. Fazıl Hüsnü “Garip Şiiri”ni “büyük Türk şiirini yadsımak” olarak algılarken, Attila İlhan da “İkinci Yeni” anlayışıyla şiir yazanlar için şunları söyleyecektir: "Biz bir şeyi değiştirmek için çok zorluk çektik: Türkiye'de şairle meczup birbirine karışmıştı. Şair deyince, ne dediğini bilmeyen, dangalak, ortalarda dolaşan bir adam tipi geliyordu akla. Toplumcu şairler kuşağı bunu değiştirmek için çok uğraştı. Fakat son iki nesil bunu tekrar perişan etti. Halkla hiçbir ilişkileri olmayan, halka yukarıdan bakan, birbirlerine dalkavukluk eden, küçümseyen tipler... Senin şiirin kalabalıklara intikal etmiyorsa, onlar o şiirle özdeşleşmiyorlarsa, sen niye yaşıyorsun ki? Yaşama daha iyi! İşte budur şairin halkıyla özdeşleşmesi. Fakat şimdi böyle dangalakça şeyler yazanlar tasfiye ediliyor halk tarafından, okunmaz hale geliyorlar, hiçbir işe yaramıyorlar. Ama 40 yılın Nazım'ı gene okunuyor, Arif'i okunuyor. Bu ne demektir? Türkiye'de halk hâlâ toplumcu şairleri tercih ediyor demektir."(Aydınlık, 18 Mart 1995, s.13.)

Oysa Türkçe şiirin önemli ve belki de büyük şairleri Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat, İlhan Berk, Edip Cansever, Cemal Süreya gibi şairler, Dağlarca’nın ve İlhan’ın sert tepki gösterdikleri, hatta yadsıdıkları anlayışların şairleri olarak kendilerinden hiç de geri kalmayacak, modern edebiyatımızın temel taşlarına ekleneceklerdir.

YALNIZLIĞIM

Ilık bir su gibidir içimde yalnızlığım, 
Yalnızlığım, ruhumda uzak bir ses gibidir. 
Her sabah ufuklardan mavi şarkılar gelir, 
Ve her sabah ürperir içimde yalnızlığım 

Güneşim aydan sarı, yarınım dünden zorsa, 
Sarsın artık ömrümü tunç kandillerin isi 
Üşüyen ellerimden tutmalıydı birisi, 
Eğer benim gözlerim onları görmüyorsa. 

Bir camın arkasında açılıyor güllerim, 
Havuzum pırıl pırıl... yıkar bakışlarımı. 
İşler temiz ziyalar suya nakışlarımı; 
Ruhumun dünyasından eser tahayyüllerim 

Rüya rüzgârlarında bir yaprak yalnızlığım 
Düşüncem bir neydir ki ürperir perde perde 
Belki bu mısralarım esecek gönüllerde 
Fakat herkese uzak kalacak, yalnızlığım.

Fazıl Hüsnü Dağlarca