Dumas’nın Kamelyalı Kadın’ında Margaret’e algıda seçicilikle yakınlık duyarken, kendisi bu tecrübeyi asla yaşamayacakmış gibi acır ona. Belki de Margaret’te kendi sonunu görmeye kalksa çıldıracaktır.
Otuzlu yılların operet ve sinema oyuncusu Melek Kobra verem illetine teslim olup bu hayattan gideli 82 yıl olmuş. Kendisi meşhur Süreyya Opereti’nin ilk temsilinde Asaletmaab adlı eseri sahnelendikten sonra namı yürüyen besteci Muhlis Sabahattin’in kızı. Meşhur besteci Neveser Kökdeş’in yeğeni. Onu tanıyan az sayıda kişi ise seslendirme sanatçısı, oyuncu Ferdi Tayfur’un eşi olarak hatırlıyor Melek Kobra’yı. Oysa Melek’in bu referanslara hiç ihtiyacı yok. Ama onun kısa hayatının hem ışıltılı hem de dokunaklı hikayesinde önemli rolü olan bu kişiler, o hayatın böyle yaşanmasına vesile olmuşlar.
1915 doğumlu Melek, henüz 16 yaşında babasının Süreyya Opereti’nin ardından kurduğu Muhlis’in Çocukları topluluğunda sahne alıyor. Yine babasının ismini parlatan Ayşe Opereti’nin de kadrosuna giriyor kısa süre sonra. Babası Muhlis’in başarısı, onun Muhsin Ertuğrul’la ortaklık kurmasına, film müzikleri yapmasına imkan veriyor. Melek’e ise bu filmlerde oynamanın yolunu açıyor.
Melek, henüz 15 yaşında, ilk güzellik kraliçelerinden olan akrabası Keriman Halis gibi Cumhuriyet Gazetesi’nin güzellik yarışmasına katılıyor. Güzelliğinin, cazibesinin ve yaydığı enerjinin erken farkına varmış yahut vardırılmış olduğu aşikar. O dönemde 15 yaşında bir kız çocuğuna kimse çocuk demiyor ne de olsa, bugünkü gibi itirazla karşılaşmadan evlenme yaşı sayılıyor 14-15. Sahne ışıklarının kamaştırdığı gözlerle, dönemin en cazip aktörlerinden biri olan Ferdi Tayfur’a tutuluyor. Evleniyorlar. Melek, henüz 20 yaşında bile değil. Çok aşık olduğu Ferdi, iyi bir aktör olmasına rağmen, hayırsız bir kocadır. Üstelik Melek’i kendisi gibi uyuşturucu bağımlısı yapar. Evlilikle birlikte annesinin kaderini paylaşır Melek. Şöhretten ve kadınların ilgisinden başı dönmüş alkolik ve sorumsuz bir koca, maddi sorunlar, depresyon… İmrenilesi kariyeri sallantıdadır artık. Üstüne bir de sağlığı bozulur. Bir akşam sahnede kan kusunca vereme yakalandığı anlaşılır. İki yıl boyunca iyimserlikle karamsarlık, ümitle kaygı arasında gidip gelerek, türlü tedaviler görüp hırpalanarak yaşar. Bu sürede üç deftere sığdırdığı günlükler tutar. Nihayet, 1939’da henüz 25 yaşındayken ölür.
'DUDAĞI KARMENLİ' HUYSUZ VE TATLI KADIN
Melek’in günlüklerini tesadüf eseri bulan Gökhan Akçura, bu defterleri yayımlamaya karar vermeseydi, Melek’in izine kırık dökük radyo programlarında, eski magazin ve sahne mecmualarında rastlayacak, oyunculuk hevesiyle yanan fakat aşık olduğu adam tarafından uyuşturucuya alıştırılıp hayatı hızla sönen (ki ben kitabı okuyana kadar Melek’in uyuşturucu komasından öldüğünü sanıyordum) bir kurban olarak bilecektik. Akçura, Hatıratım başlıklı bu kitabı, biyografi yazınında sık rastlanmayan bir yöntemle hazırlamış. Melek’in defterlerine hastalığının seyrini, gündelik hayatını ve özlemlerini merkeze alarak düştüğü notlar, bir göğüs hastalıkları uzmanı (Zeki Kılıçaslan), bir psikolog (İskender Savaşır) ve bir yazar (Serhan Ada) tarafından, sırasıyla o çağın hastalığı olarak veremin toplumsal algısı, tıbbi seyri ve Melek’te yarattığı fizyolojik sorunlar bakımından; Melek’in ruh halleri, karakteri ve hastalığın psikosomatik etkileri bakımından ve hatıratın edebi değeri bakımından değerlendirilmiş kitabın sonunda. Tabii başlangıçta Akçura, Melek Kobra’nın içine doğduğu zamanın ruhunu (ki ihtiyar İmparatorluğun sonu ile genç Cumhuriyet’in eşiğindeki çalkantılı bir dönemdir bu, Batılılaşma hamlesi gündelik hayatta, eğlence kültüründe ve sanatta hissedilmekte ve 1. Dünya Savaşı sürmektedir), ailesini ve sanat ortamını anlatıyor. Hatırata ulaşma ve yayımlama serüvenini de. Bu üç defterin Melek’in ölümünden sonra annesinin terekesinden bir sahafa düşmesi ve bir araştırmacının üzerlerindeki tozu üfleme hikayesi de Melek’in kısa hayat hikayesine iliştirilmiş parça, kısa süreliğine bir diriliş imkanı. Ah keşke bir kadın da okuyup değerlendirseydi bu günlükleri söz konusu kitapta.
Melek, ebeveyni arasındaki gerilim ve erken ayrılıkları sebebiyle mutsuz bir çocukluk geçirir. Belki de günlük tutma alışkanlığını annesine öykünerek edinmiştir. Çünkü Seniye Hanım da derdini kendi günlüğünün sayfalarına ve hata Melek’in günlüğünün kimi sayfalarına döker: “Muhlis’in uğruna piyano da gitti. Gece Muhlis gelmedi.” Bu iyi gitmeyen evlilik Seniye’yi alkole meylettirir ve anlaşıldığı kadarıyla bencilleştirir ve hoyratlaştırır. Melek’in günlüğüne şöyle yazdığını görürüz: “Canım anacığım, ondan uzak olduğum zaman seviyorum onu.” Eklemeden edemeyeceğim, Seniye’nin hikayesi de kendi okurunu arıyor bence. Babası Melek’in ömrünün sahne ışıkları altında geçen döneminde önemli bir yer tutsa da hastalanıp köşesine çekildikten sonra günlüklerde neredeyse hiç sözü geçmez. Serap gibi görünüp kaybolduğu birkaç sayfa dışında. Parasal olarak destek olmaz Melek’e, moralini yüksek tutması için bir girişimde de bulunmaz. Melek’in maaşını ölene dek ödeyen, sağlığında çalıştığı tiyatro kumpanyasıdır. Babanın yarattığı manevi boşluğu kendisinden epey büyük Ferdi Tayfur ile doldurmuş olsa gerektir Melek. En az onun kadar popüler, yakışıklı ve etkileyici bir aktör. Günlüklerden anladığımız kadarıyla evlilik Tayfur’un yaşam tarzı, alışkanlıkları sebebiyle bitmiştir. Ama Melek ondan bir türlü kopamaz. İki imkansız hayali vardır ve bunların gerçekleşmeyeceğini kendisi de biliyor gibidir: “Yarabbi, ölmesem ve o benim olsa, ne olur.”
Melek, cazibeli, dışa dönük ve arzu dolu bir genç kadın olarak erkeklerin epey ilgisini çeker. Bir muhabirin onunla yaptığı röportajda “dudağı karmenli” diye söz ettiği Melek, süsüne, kılığına kıyafetine düşkün bir salon kadınıdır. Sağlıklı ve şöhretli olduğu dönemde, hatta hastalığında da. Kitapta ima yoluyla geçse de kısa hayatına birçok aşk macerası sığdırdığı anlaşılmaktadır. Artık gece hayatından, sahneden uzaklaştığı, canıyla uğraştığı dönemde, kendisine maddi olarak destek veren ve özgüvenini besleyen bir iş adamıyla, Veli Bey’le yakınlaşır. Günlüklerin ilk kısmında minnettarlıkla andığı, saygılı bir yakınlık gösterdiği ve yeri geldiğinde Ferdi Tayfur’u kıskandırmak için varlığına ihtiyaç duyduğu Veli Bey, ölümüne yakın Melek’in gazabından payını alır. Zehirli diliyle hakaretler yağdırdığı bir mektup yazar Veli Bey’e. “Sirk artisti, ak saçlı zampara” gibi hitaplarla, “verem osuruğuna” benzettiği ten rengini, koluna taktığı yeni sevgilisini alaya alarak, aşağılayarak devam eder bu zelzele gibi mektup. Bu mektupla Melek’in şeytani yönü billurlaşır. Değişik derecelerde kıskançlık hissettiği hemcinslerine, kendisini arayıp sormayan meslektaşlarına, layık olmadıklarını düşündüğü hayatlar yaşayan arkadaşlarına, komşularına husumet yahut haset duyar. Bu hisleri günlüklerine kaydetmekten çekinmez. Kendisini hastane odasında ziyarete gelmesinden çok mutlu olduğu Cahide Sonku, giderayak canını yakar. Dışarıda gürül gürül akan hayatı, turneleri, oyunları anlatır ballandırarak: “Sahneden, tiyatrodan bahsederken sinirden zangır zangır titriyorum. Onlarla beraber olamadığıma o kadar üzülüyorum ki!” Bu patavatsızlık ve hatta gaddarlık karşısında öfkelenmekte haksız mıdır Melek? Günlüğün bu sayfasına Melek’in annesi Seniye de dayanamayarak bir not düşer ve Cahide’nin densizliğinden dem vurur. Zehirli dili ve pervasızlığı Melek’i güçlendiriyor, kederini, yalnızlığını, iç sıkıntısını hafifletiyor gibidir. Annesinin bir seferinde hiddetlenerek “yılan” dediği Melek, karakterinin bu baskın yönünün farkında olarak Kobra soyadını almış olabilir. Ya da belki bir yakıştırma olarak isminin sonuna eklemiştir Kobra’yı. Her halükarda babasının soyadını (Ezgi) kullanmaması, bir çeşit protesto, aralarında herhangi bir duygu bağı kalmayan babasına tenezzül etmemek gibi görünmektedir.
İki yıla yayılan tedavi ve nekahat dönemini Çamlıca’da, kalabalıktan uzak bir köşkte ve birkaç hastane odasında geçiren Melek, kısa süre öncesine kadar yaşadığı renkli dünyayı, sahne ışıklarını, gece hayatını delicesine özlemektedir: “Şimdi yaz… Herkes eğlencede, Adalar kum gibi, Suadiye sahili mahşer… Velhasıl her taraf eğlence ve zevkten taşıyor, ben burada tabiatın bu ölgün ve monoton sükunetiyle baş başayım. Hayatımın en güzel bahar aylarını vakitsiz kışa çeviren bu zalim, bu merhametsiz afete… Habersiz felaketlerin ani sillesiyle serseme dönen zavallı ben.” Yol parasını komşudan borç alacak kadar yolsuz olmasına rağmen, Almanya’daki tanışlarına kürk ısmarlayan, naylon çoraplar, şapkalar, modaya uygun elbiselere sahip olmak için bütün imkanlarını zorlayan, bunlara sahip olunca çocuk gibi sevinen, aynanın önünde uzun uzun vakit geçirip kendini güzel bulan bir kadındır Melek. Bir günü iyi, üç günü hasta geçirirken dışarının vaadi, hatta garantisidir bu giysiler. Bir de radyo, kitaplar ve mecmualar. Yalnızlığını onlarla giderir. Dumas’nın Kamelyalı Kadın’ını okur ve veremden ölen Margaret’e algıda seçicilikle yakınlık duyarken, kendisi bu acı tecrübeyi asla yaşamayacakmış gibi acır ona. Belki de Margaret’te kendi sonunu görmeye kalksa çıldıracaktır.
Henüz hayata doyamadan ölümcül bir hastalığa yakalanan bu kadın, iyileşeceği ümidiyle kendisini teslim ettiği, Nazi rejiminden kaçıp Türkiye’ye gelmiş cerrah Nissen’e de aşık olur. Melek’in günlüklerinin en çarpıcı anlatılarından biri, psikanaliz için ideal bir içerik sayılabilir. Nitekim, Savaşır bu rüyayı yorumlar kitapta. Melek, rüyasında Nissen’le yakınlaşır. Erotik denebilecek bu rüya anlatısında, Nissen’in karısı, kızı da vardır. Nissen hem bir aşık, hem bir hami gibidir rüyada. Melek’in güçlü karakterine rağmen, hep ihtiyaç duyduğunu düşündüğü hami figürü. Thanatos’tan kaçmak için Eros’a sığınan Melek, sadece Nissen’e değil, çevresindeki birçok başka erkeğe de arzu duyar. Ferdi’nin aşkı ise hep kalbindedir. Kısacık ömrü ayrılıklar toplamı olan Melek, ölümünden birkaç ay önce, günlüğünün son yapraklarında tutkuyla bağlı olduğu hayata, genç ve güzel bedenine, hayat dolu ruhuna veda eder: “Yaşamak çok güzel, hayat çok çekici! Salome’nin dansı Kleopatra’nın gözleri, Dalilo’nun daveti kadar cazip bu hayat! Çok çabuk ayrılacağım bu mukaddes sevgiliden!” der ve ekler: “Buradakiler canımı çok yaktılar. Belki oradakiler daha insaflı çıkar.” Fakat günlüğün son sayfalarını da okuyunca insan düşünmeden edemiyor, vakitsiz bir ölüme mahkumken bu kadar coşkulu ve incelikli bir üslupla yazan, hala yaşama, insanlara yönelik güçlü duyguları olan bir genç kadın, hayatla vedalaşmakta mıdır, yoksa hala hayatta kalmaya dair marazi bir ümit mi beslemektedir? Günlük tutmanın çağrıştırdığı mahremiyet ve gizlilik kaygısına rağmen, yazıyla dışsallaştırılan, belki de alttan alta yabancı nazara sunulan tecrübeler, hisler, fikirler onun daha uzun yıllar hayatta kalmasını sağlar umarım.