İnsanlar on binlerce yıldır kayıtlar bırakıyorlar. Eski Yakındoğu üzerine yazan Amélie Kuhrt’un söylediklerine bakın: “Yakındoğuya ilişkin her araştırma daha yayımlandığı anda güncelliğini yitirme tehdidiyle karşı karşıya kalmaktadır.” İlk okuduğumda şaşırdığımı söylemeliyim, eski çağa ilişkin bulunan her yeni kaydın, insan ve insan; insan ve doğa ilişkisindeki her insan yapısı ürünün tarihi değiştirdiğine ilişkin bu cümle beni çarpmıştı. Tarihin sürekli yeniden inşa edildiği ve ancak geleceği bilebileceğimize ilişkin eski çağla sınırlı olmayarak dile getirilen fikri bir o kadar çarpıcı bularak Wallerstein’den okumuştum. Romalıların Res Gestae ve Historia Rerum Gestararum arasında yaptığı ayrımı; olup biten, geçmişte kalan ile geçmişte kalanın inşası arasındaki ayrımı gelecekteki eylemlerin kesinliği perspektifinden düşünmek, bizatihi düşünmenin eylemli bir faaliyet olarak deneyimlenmesinin yolunu açıyor.
İmparator Agustus’un icraatını anlatan eserin adı Res Gestae, onun yapıp ettiklerinin kendisi tarafından inşası. Bir kayıt. Eski Roma Yaşantısı’nda Bir Gün’ün yazarı Deighton Romalı toplumsal sınıfların; erkek, kadın, çocuk ve kölelerin sabahlarını, öğlenlerini, akşamlarını; yemeklerini, evlerini ve işlerini anlattığı eserinde eski çağ tarihçisinin şansının, eski insanların yaşadığı felaketler olduğunu söylüyor. Çünkü ani yakalayan felaketler; yangınlar, seller, yanardağ patlamaları insanları yapıp ettikleriyle birlikte yakalar. Sanırım insanı çıplak, korumasız, kendini toplamaya fırsat bırakmadan yakalayan bu felaketlerin onu tarihçinin insafına bıraktığını da ekleyebilirim. Saraylarda kimin kimi boğazladığını yüzyıllardır tarih diye öğreniyoruz, ama sosyal tarihi canlandırmak felaketlere kalıyor; ezilen sınıfların felaketlerinin eski çağ sosyal tarihçisinin şansı olması da bir şey anlatıyor olmalı.
Türkiye’de toplumun yarısı, Sedat Peker’in bir ayı aşkın zamandır, ses ve görüntü kayıtlarını yayarak ortaya döktüğü pisliği izliyor. Devrimcilerin, sosyalistlerin, insan hakları savunucularının on yıllardır teşhir ettiği, karşısına çıktığı, mücadele ettiği ve kimi zaman telafisi mümkün olmayan bedeller ödediği olaylardan bahsediyoruz. Yolsuzluklar, otel yargıçları, otel gazetecileri, saray entrikaları, siyasi cinayetler, mafya cinayetleri, uyuşturucu ve kara para. Çok kara para, çok para…
Düzenin mafyalaşmasından, daha siyasi bir ifadeyle mafyanın sınır çizip ve kural koyduğu bir siyasal paylaşım düzenden bahsediyoruz. Dolayısıyla çürüme sözcüğü örneğin, bu düzeni tarif etmiyor, çünkü çürüme organik bir çözülme sürecinin adı. Burada bir düzen var. Sözcüğünün çift anlamlılığına yaraşır bir biçimde, “düzeni kurmuşsun” ifadesindeki dolandırıcılık çarkı ile tabiiyet ilişkilerini aynı anda karşılayan; vurgun ve cinayet düzeni ile devlet düzenin iç içe geçerek işlediği bir çark. Sedat Peker’in kaydettiği, yayınladığı, ortağı olduğu suçlar bu çarkın bir dişlisi belki de. Dişlileri içinde milyonlarca insanı ezen, onların felaketi olan bir düzen. Eski çağ tarihçisinin şansı olan ani felaketler ironisi, çok başka biçimde burada da geçerli. Gazetecilerden, politikacılara ve siyaset bilimcilere kadar herkes saray entrikalarının tarihini yazmanın peşinde. Bu kayıtların önemli olmadığını söylemiyorum, aksine öneminin her zaman olduğu gibi yanlış yerde arandığını düşünüyorum.
Bütün bunları düşünmeme sebep olan şeye gelmek isterim. İnsan Hakları Okulu, ömürleri hak mücadeleleri içinde geçen, daha doğrusu bir yaşamla bir mücadelenin birlikte anıldığı insanlarla “Niçin?” başlıklı söyleşiler yapıyor. Bu ay, Hüsnü Öndül ile uzun bir kayıt gerçekleştirdik. Bu uzun kayıt, suç örgütü lideri Peker’in anlattığı suçların yarattığı, ama saray entrikaları kadar gözümüze sokulmamaya özen gösterilen düzenin ürünü olan felaketin öbür yüzünün kaydı bir anlamıyla. Havza’dan Mamak’ta avukata ihtiyacı olan devrimcilere, tutuklu ailelerinin dayanışmasına, İnsan Hakları Derneği’nin kuruluşuna, sıkıyönetim ve olağanüstü hallerde insan haklarını savunma cesaretine, korucuların vızır vızır geçen kurşunlarının arasında kalmaya, köy boşaltmalara, faili meçhul bırakılan devlet-çete cinayetlerine ve zorla kaybetmelere, cumartesi insanlarına uzanan bir yolculuk. Bu yolculuk içinde sadece başkalarını, arkadaşlarını utandırabilecek şeylerde bunu kaydetmeyin diye uyarıyor arada Hüsnü Öndül, çünkü direnişin ve mücadelenin bir nezaketi var. Gizlemeden, sakınmadan, kendi üzerine kapanan değil hep başkasına, başkasının yaşamına uzanan bir yaşam. İnsan hakları savunuculuğunun kendi hakkının peşine düşmekten, başkasının hakkını savunmaya geçmek olduğunu söylüyor Öndül, başkasının da sürekli genişleyen bir kavram olduğunu hatırlatarak.
Geçmişi nasıl inşa edersek edelim, insanlığın geleceğine kalacak kaydı tutanın, felaketlerimizin karanlığında insan haysiyetini var kılan bu zarif direnişler olacağını düşünmek, yapraklarını dökme mevsiminde bir kiraz ağacının çiçeklendiğini hayal etmek kadar güzel.
Not: Kayıt henüz yayımlanmadı, yakın zamanda yayımlanacak.