Ömer Faruk Gergerlioğlu işin doğrusunu söylüyor: “Komşu bir ülkedeki statü ve sınır meselesi niye savaş gerekçesi olsun ki, tersi olsa ne kadar hiddetleneceğinizi düşünün..!
Komşu bir halkın sevinci niye sizin için savaş nedeni olsun ki?
Daha yüzlerce yıl yüzüne bakacağınız komsularınıza karşı ne yaptığınızın farkında mısınız? Onlarin sevinci sevinciniz, hüznü hüznünüz olmalı değil miydi?
Aklı selim sözlere kulak kesilin! Zaten acılarla yoğrulan bu cografyada yeni bir acı, gözyaşı oluşmasını engelleyin, yorulduk artık caresizligimizden, cenazelerimize ağlamaktan, kin nefret çıkmazından.” (T24)
İktidar partisi savaşa dünden razı; “anamuhalefet” sıfatını taşıyan partinin “savaş ve barış” üzerine hiç mi hiç düşünmemişliği apaçık.
Bir yüzyıldır Kıbrıs çıkartması dışında savaşla tanışmamış bir ülke neler olduğunu, niçin olduğunu MGK ve TBMM çoğunluğunun anlayıp anlatamadığı bir nedenden dolayı “Laf anlamaz ama anlamıyorsa anlayacağı dilden konuşmasını biliriz” hamâsi nutukları eşliğinde kılıçları çıkartmaya soyunuyor. “Barış” içinde keyif çatan “medyanın” alkışlarını arkasına alarak tabii ki…
“Uluslararası hukuk”a çok saygılıyız ya, MGK 1926 ve 1946 tarihli iki anlaşmaya atıf yaparak kuvvetle muhtemel bir “savaş hali”nin gerekçesini oluşturmaya çalışıyor. Söz konusu anlaşmalar malum: 1926 ve 1946 yıllarında Türkiye ve Irak arasında imzalanmış anlaşmalar bunlar. Üzerinden neredeyse üç çeyrek yüzyıl geçen bu anlaşmaları esas alarak mı savaşacağız bugün? MGK (ve onun izinden giden yazar/çizer takımı) 1926 anlaşmasının şu 5. Maddesini gözümüze sokmaya çalışıyor: “Taraflardan her biri. Birinci maddede belirlenen sınır hattının kesin ve bozulmaz olduğunu kabul ederek bunu değiştirmeye matuf her türlü teşebbüsten sakınmayı taahhüt eder.”
Bu maddenin yorumuna geçmeden önce 1946 anlaşmasının –yine çok tekrarlanan- birinci maddesini de aktarayım: “Anlaşan taraflar birbirinin ülke bütünlüğüne ve 1926 tarihli anlaşma ile belirtilmiş ve çizilmiş olan aralarındaki hududa riayet etmeyi taahhüt ederler.”
Gördüğünüz gibi söz konusu iki anlaşmada “sakin”, savaştan söz etmeyen, birbirine komşu bütün ülkeler arasında yapılan/yapılabilir türden. Tabii ki sınırları çizilmiş iki ülke, iki devlet, aralarında çizilmiş olan “sınır hattının kesin ve bozulmaz olduğunu” kabul eder ve “hududa riayet etmeyi taahhat eder:”
Peki MGK denilen “Türk icadı” bir kuruma bu maddeleri olması gerektiği gibi açıklayacak bir “hariciyeci” yok mudur? Bu maddelerin başbakana “anlayacağı dilden konuşmasını da biliriz” dedirtecek bir yapısı var mıdır? Başbakanından “anamuhalefet”ini “Gidip haddelerini bildiririz” dedirten dayanak bu maddeler değilse nedir asıl neden? Üstelik söz konusu anlaşmaların imzalandığı tarihten (unutmayalım: 1926 ve 1946) bu yana eski Irak ve eski Türkiye’nin yerinde saydığını kim iddia edebilir? Bizim cenahta “Tek Parti”den “birden fazla parti”ye (“çok partili” demiyorum, çünkü o bambaşka bir kavram) geçilmiş, Irak cephesinde yaşanan değişim ise bildiğiniz gibi anlatmakla bitmez türden…
Konunun bu tutarsız ve anlamsız yönünden uzaklaşıp biz yine asıl konumuza dönelim:
Söylediğim gibi Türkiye “savaş”ın ne demek olduğunun, neleri yıkıp götürdüğünün layıkıyla bilinmediği bir ülkedir. Bu yüzden olacak, giderek sıklaşan biçimde bin yıl öncesinin savaşlarını, fetihlerini “savaş” denilen felaketin farkında /bilincinde olmadan coşkuyla hatırlıyor ve anıyoruz. Bu konuda bugüne kadar epeyce yazı karaladım ama bir kere daha tekrarlamanın zararı yok. T.C. İkinci Dünya Savaşı’na (ne büyük bir nimet) dahil olmadığından,20. Yüzyılın bu taş üstünde taş ve (b.. ….. …) bırakmayan savaşından hiç mi hiç ders çıkaramamıştır. İkinci Savaş, Avrupa’nın bütününe çıkardığı fatura 10 milyonu asker ve 9 milyonu sivil olmak üzere 19 milyon ölüdür. Sadece Fransa’da 19-22 yaş aralığında 1.4 milyon gencin ölümüne neden olmuştur. Yani diyeceğim, “savaş” öyle sırasında “okçuluk”, sırasında ”Fırtına obüsleri” methiyesi yapılarak hakkında övgüler dizilecek bir “hal” değildir.
Zaten dikkat ederseniz, Türkiye, sayıları son derece az bir pasifist grup dışında, “pasifizm”in ruhlara iyi gelen, iyileştirici rüzgârının estiği bir ülke değildir.
Tekrar son gelişmelere dönecek olursak: Konuya ilişkin askerler cephesinde çatlak bir ses duyulmuyor. (Oysa hatırlıyorsunuz, Özal’ın Birinci Körfez Savaşı’nda kabaran iştahına dönemin genelkurmay başkanı farklı gözle bakmıştı.) Yanlışlıkla “anamuhalefet” sıfatını üstlenen siyasal oluşumun da askeri bando marşlarından hoşlandığı gözleniyor. İktidar ortaklarını tasvir etmeye gerek yok…
Bu ülkede “siyaset”in, yani gerçek anlamda bir “toplumsallığın” kök salmaya yeni yeni başladığını söylemek yanlış olmasa gerek. Bu durumda yine geldik o ünlü soruya: “Ne yapmalı?”
Ne yapmalı da savaş güzellemeleri yapmaya doymayan bu kurum ve zevatın aklından geçen ve toplumun tamamını, hepimizi çok, ama çoook beter koşullarla karşılaştıracağı kesin olan adımları az da olsa engellenebilmeli?
“Savaşa hayır!” kampanyalarının (“ne zaman değildi ki?” dediğinizi duyar gibiyim) sırasıdır şimdi…